“Şüphesiz Allah, emânetleri ehline (sâhiplerine)
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah,
işitendir, görendir” (Nîsâ 58).
Adâlet lûgatta: “Zulüm etmemek. Herkese hakkını
vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kânunlarına uygunluk. Haksızları
terbiye etmek. İnsaf” anlamlarına gelir.
Adâlet, “sâdece kendimiz için adâlet” olmamalıdır. Zâten
o zaman “adâlet” değil zulüm olur. Adâlet dendiğinde “herkes ve her-şey için adâlet”
anlaşılmalıdır. Adâlet, târihte ve günümüzde çokça görüldüğü üzere, “sâdece
birileri için adâlet” olmamalıdır. Birilerine; makamları, unvânları,
servetleri, şöhretleri için ayrıcalık göstermek adâletsizliğin daniskasıdır. Makâma,
servete ve şöhrete göre adâlet “adâlet” değildir. Peygamberimiz; “sizden önceki
toplumları helâk eden şey, onlardan ileri gelen bir kişi hırsızlık yaptığında
onu bırakırlardı, şâyet zayıf ve güçsüz biri hırsızlık yaparsa ona hak ettiği
cezâyı uygularlardı” diyerek “kişiye özel adâlet”in adâletsizliğini gösterir.
Tabî ki adâlet demek “mutlak
bir eşitlik” demek değildir. Mutlak eşitlik de zulüm olur çünkü. Meselâ 2
çocuğu olan kişiye 2.000 TL maaş veriyorsanız, 5 çocuğu olana 3.000 TL vermeniz
gerekir. İsterse aynı işi yapsınlar. Eşit verdiğinizde adâletsizlik olur. “Adâlet”
(eşitlemek) ve “kıst” (hakkını vermek) birlikte değerlendirildiğinde ancak adâlet
yerini bulur. Modern Dünyâ’da bir “eşitlik” oluşturulmak isteniyor. Fakat bu
eşitlik, “adâletsiz bir eşitlik”tir.
Adâlet, hem insanlık hem de
diğer bütün mahlûkat için olmazsa-olmaz şartlardan biri olarak görülmelidir.
Aslında tüm kâinat adâlet üzere ayakta durur. Adâlet bozulduğu anda kaos
başlar. Adâlet İslâm-merkezli olmadığında, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde adâlet,
“söylem olarak” aynı şeyi dile getirmesine rağmen, pratikte hiç de dile
getirdikleri gibi olmaz. Çünkü adâlet, söylem ile değil, amel-eylem ile,
uygulama ile alâkalıdır ve eğer uygulama yoksa adâlet de yoktur. Adâlet, “Yegâne
Adâlet Sâhibi”nin sözü bir kenara atılarak “birileri” tarafından düzenlendiği
için her zaman bir adâletsizlik vardır Dünyâ’da. Sözde adâletin sağlanması için
çıkarılan kânunlar birilerinin “ekmeğine yağ sürmek” için düzenlenmektedir.
Çıkarılan kânunlar “masa-başında üretilmiş kânunlar” oldukları için pratikte
hep sorun yaşanır ve adâlet bir türlü görünür olamaz. Adâlet nereden gelirse-gelsin
aslında İslâm’dan yada İslâmî fıtrattan neşet etmiştir. Hukuk ve adâlet sistemi,
Kur’ân’ın ön-gördüğü hukuk ve adâlet sisteminden kopuk ve farklı olmamalıdır.
Çünkü adâleti ancak Allah belirlediğinde o şey âdil olabilir.
Adâlet, insanlarda doğuştan gelen bir duygudur. Vahiy
bu duyguyu en üst seviyeye çıkarır ve uygulamaya sokar. Adâlet, kıyâmetle
birlikte yok olacak bir şey değildir. Adâletin bir ucu da âhirete dönüktür.
Adâlet eğer bu Dünyâ’da tecelli etmezse, âhirette mutlakâ tecelli edecektir. O
hâlde adâlete inanmak, âhirete ve Allah’a inanmak anlamına da gelir. Çünkü
âhiretin varlığı adâletin mutlaka yerini bulacağını zorunlu kılar. Zîrâ bu
Dünyâ’da bir nedenden ötürü yerini bul(a)mayan adâlet, âhirette mutlakâ ortaya
konacaktır. İşte zâlimler ve günahkârlar, adâletin ortaya konacağından
korktukları için âhireti inkâr ederler biraz da ve dolayısı ile dîni ve ölüm ile
her-şeyin bitmesini isterler. Caner Taslaman bu konuda şöyle der:
“Adâletin gerçekleşmesinin hemen her kültürde insanların ortak arzuları
olması ‘adâlet arzusu’nun doğuştan evrensel bir insânî arzu olduğunu
göstermektedir. İnsan doğuştan adâlet arzusuna sâhiptir fakat Dünyâ’da bir-çok
zâlimin zulmünün karşılığını almadan öldüğünü, bir-çok mazlumun ise yaptıkları
iyiliklerin karşılığını almadan vefât ettiklerini gözlemlemekteyiz. İçimizdeki adâlet
arzusunun gereği, mazlumlara bir-çok zulüm yapan bu kişilerin cezâlandırılması
ve iyilerin yaptıkları iyiliklere karşı ödüllendirilmeleridir. Bu Dünyâ’da
bunlar gerçekleşmediğine göre ancak âhiret hayâtının varlığı ve âhiret hayâtında
ödüllendirme ve cezâlandırmanın olmasıyla içimizdeki adâlet arzusu tatmin olabilir.
Kısacası insanın doğuştan sâhip olduğu adâlet arzusu, insanın gözünü âhirete,
âhiretin vâr olabilmesi ise insanın gözünü Allah’ın varlığına çevirmektedir.
Bize içkin olan bu arzunun tatmin olmasının tek yolu ödüllendirme ve cezâlandırmasıyla
berâber âhiretin ve onu yaratacak Allah’ın vâr olmasıdır”.
Adâletsizliğin başı, âhireti
ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmekle başlar, peygamberleri öldürmek yâni
onların sünnetini ve misyonunu dışlamakla devâm eder. İşte bu kimselerdir
aslında adâletsizliğin ve dolayısı ile zulmün ortaya çıkmasına neden olanlar.
Böylelerinin sonu felâket olacaktır:
“Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, peygamberleri
haksız yere öldürenler ve insanlardan adâleti emredenleri öldürenler; işte onlara
acıklı bir azabı müjdele” (Âl-i İmran
21).
Adâlet, nefsî duygularla
açığa çıkamaz. Nefsî duygularla ancak adâletsizlik ve zulüm ortaya çıkar.
Meselâ bir topluluğa olan kin ile adâletin ortaya konması mümkün değildir. Adâleti
hakîkatten ortaya koyacak olan şey, İslâmî-fıtrî duygulardır:
“Ey îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için
hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet
yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah,
yapmakta olduklarınızdan haberi olandır” (Mâide 8).
Eksik adâlet “adâlet”
değildir. Eksik olunca o eksiklikten kaynaklanan bir-çok yanlış ortaya çıkacak
ve eksik de olsa güyâ adaletten kaynaklandığı için o yanlışlar da adâlet olarak
görülecektir. O hâlde hakîki adâlet, “söz ve uygulama” ile tastamam olur.
Tastamam olanı ise sâdece Allah ortaya koyabilir:
“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet
bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse)
yoktur. O, işitendir, bilendir”
(En-âm 115).
Adâlet, cömertlik ile ve
yakınları gözetmekle çok alâkalıdır. Kötülüklerden sakınmadan ve zorbalık
yaparak adâletli olunamaz:
“Şüphesiz Allah, adâleti, ihsânı, yakınlara vermeyi
emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşâdan), kötülüklerden ve zorbalıklardan
sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz” (Nâhl 90).
Her anlamda tartıyı-ölçüyü
kaçırmamak gerekir. Kişinin genel durumu tartının ayarını kaçırmasına neden
olmamalıdır. Adâletin simgesi olan tartıyı hakkıyla tartmak gerekir:
“Tartıyı adâletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan
tutmayın” (Rahmân 9).
Adâleti, adliyeleri
çoğaltarak sağlayamazsınız. Zâten adliyelerin çoğalması, adâletsizliğin
çoğaldığı anlamına gelir. Adâletsizlikler artınca adliyeler de çoğalır. Bakın
günümüzde adliyeler arttı, çünkü adâletsizlik ve suçlar-suçlular arttı. Hâlbuki
adâlet, “dıştan önlemler”den ziyâde, “içten önlemler” ile sağlanabilir ve
böylece adliyelerin ve adlî vâkâların sayısı azaltılabilir.
Demokrasi sisteminde adâletin
ikâme edilmesi imkânsızdır. Zîrâ %49’a karşı %51 adâlet değildir. %49’un
göz-ardı edilmesiyle adâlet olmaz. O hâlde demokrasi demek, kaçınılmaz olarak
adâletsizlik demektir. Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan
kurtulma umûdunu, “merhâmetli müşriklere” bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını
yapıyorlar. “Diğeri” gelirse rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını
zannediyorlar. Hâlbuki sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği
yapılmadığında, hiç-bir değişiklik de olmayacaktır ve adâletsizlik ber-tarâf
edilerek adâlet ortaya konamayacaktır.
Beşerî sistemlerde adâlet, “sâdece
birileri için adâlet”tir. İşe İslâm’ı
karıştırmadan sağlanacağı zannedilen adâlet ve eşitlik beklentisi, ahmaklığın
daniskasıdır.
Her gün
İslâm-merkezli olmayan yeni bir anayasa yapsanız da, adâletsizlik ve
eşitsizliği yine de değiştiremezsiniz. Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa
zulmü ber-tarâf edip adâleti sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın
uygulaması Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder