“Hayır,
zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına
uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir
yardımcıları yoktur” (Rûm 29).
Meczubun anlamı tasavvufta şu şekildedir: “Kendini Tanrı’ya vermiş. Tanrı sevgisiyle-aşkıyla
aklını yitirmiş “Tanrı âşığı” (kimse)”.
Fakat aslında meczup: “Aklını
yitirmiş, deli, sapık. Sapık bir inanış nedeniyle cezbeye (sözde kendi içine
çekilmenin verdiği coşku) tutulmuş kişi” anlamındadır.
Tasavvufçuların dillerine pelesenk
ettikleri “Allah-Tanrı aşkı” nedir?. Allah’a aşk duymak nasıl bir şeydir?.
Böyle bir şey mümkün müdür, yoksa rôl mü yapılmaktadır?. Vallâhi bence ortada
patolojik yada psikolojik-klinik bir sorun yoksa rôl yapılmaktadır. İnsan ile
Allah arasında değişmesi imkânsız ontolojik (varlık) bir fark vardır. Bu
nedenle insanlar, ancak kendi türünden olanlara sevgi duyabilirler. Allah’ın
neyine âşık olunacaktır ki?. Bilmediğin bir varlığa karşı nasıl “aşk”
duyabilirsin?. Bırakın aşkı, sevgi bile duyulmaz belki Allah’a. Ancak saygı ve
korku duyulabilir. Allah’ın “yarattıkları” sevilebilir tabi. Çünkü Allah’ın
yarattığı her-şey sevilmeye lâyıktır. Eğer sevgi haddini aşar ve psikolojik bir
hâle gelirse buna “aşk” denir ki bu normâl bir şey değildir. Çünkü aşk yüce bir
şey değil, bir eziklik durumu, bir travmadır. İşte bizim meczupların da sözde
alâmet-i fârikası olan şey “Allah aşkı”dır. Bunu İslâm târihinde Râbiatül
Adeviyye başlatmış ve Allah aşkıyla yanıp tutuşmuştur. Oysa onunla aynı
târihlerde yaşayan Hasan-ı Basri, yoğun bir şekilde ilim ile uğraşıyor, bâtıla
karşı çıkıyor ve Allah’ı râzı etmeye çalışıyordu. Bu uğurda olanca gücünü
harcıyor ve çabalıyordu. Hattâ “Kader Risâlesi” ile zamânın halifesine az-buçuk
kafa bile tutmuştu. Râbia ise oturduğu yerden Allah’a âşık olup duruyordu.
Allâhuâlem o, çekildiği uzlette kafayı yemiş ve meczup olmuş bir zavallıydı ve
rivâyete göre Hasan-ı Basri onu bu konuda uyarmış ve ona yardım etmek istemişti.
Allah aşkına! :-), meczup olmanın
nesi iyi ve yüce bir şeydir?. Kafayı yemiş olmanın nesi güzel ki?. Yâni siz
şimdi “Allah aşkıyla yanıp tutuşan” psikolojik bir vâka olmak ister misiniz?.
İşte böylelerine tasavvufta büyük bir saygı duyulur ve bu kişiler “bir şey”
zannedilir.
Meczuplar, sürekli olarak bir sarhoşluk hâli içinde
yaşayanlar yada yaşıyormuş gibi yapanlardır. Tasavvufta meczupluk; “çok derin
bâtıni ilim sâhibidir”, “kimbilir ne zevklere sâhiptir” zannını doğurur.
Hâlbuki meczuplar hiç-bir şey bilmeyen zavallı kişilerden başkaları değildir.
Çünkü bilselerdi “âlim” olurlardı ve Allah’tan korkar ve rôl yapmayı bırakarak
tasavvuftan uzaklaşırlardı. Çünkü Allah’tan en çok âlimler korkar, meczuplar
değil. Tam-aksine meczuplar Allah’tan korkmazlar. Zâten kendilerini -hâşâ- Allah
olarak görüyorlar ya!.
Meczupların yaptığı şey, o anda akıllarına gelen,
keyfî ve manyakça sözleri söylemekten başkası değildir. Zâten meczuplardan
aklı-başında bir söz duyulacak değildir ya!. Meczupluk “keyfine göre
konuşmak”tır. Gerçi tasavvufun tamâmı böyledir. Bir ilme-kitaba değil de, o
anda geldiğini söyledikleri sözde tecellilere göre konuşuyorlar. Bu nedenle de
“keyfe ‘dil’ takılsa tasavvuftan bahsederdi” diyoruz. Zîrâ tasavvuf “keyfine
göre” konuşmaktır.
Tasavvuf ve vahdet-i vücut, “yeni Eflatun’culuk”un
başarılı bir kopyasıdır. Fakat ilme değil de keyfe dayandığından dolayı sapıklıkta
birleşirler ancak. O hâlde şunu söyleyebiliriz ki; “bir kitaba ve ilme
dayanmayan tüm sözler-düşünceler sapıklıktır ve bu sözleri edenler de
meczuptur”.
Tasavvufun sözde büyük üstadlarının tamâmı meczuptur.
Bu nedenle “tasavvufta meczuplar yoktur, tasavvufun bizzat kendisi
meczupluktur” demek daha doğrudur. Evet; Hallac bir meczuptur, Beyazıd bir
meczuptur, İbn-i Arabi meczupların pîridir, Celâleddin meczuptur, Şems bir
meczuptur. Bunları tâkip ederek onaylayanlar da ya câhil yada meczupturlar.
Zîrâ meczupluk bulaşıcıdır. O hâlde tasavvufa girmek, “meczupluğa tâlip olmak”
demektir.
Fakat; Bu meczuplar “sâdece dinde”, din konusunda
meczupturlar. Modern Dünyâ’nın ise ileri gelen kurnazlarıdırlar. Tasavvuftan
yâni “sanal âlemden” çıkıp da gerçek Dünyâ’ya döndüklerinde, akıl-dışı yada
safça en küçük bir belirti bile göstermezler. Hesaplarını-kitaplarını tam
yaparlar. Modern ürünlerin hepsinden haberdardırlar. Hangisi kaç para, hangisi
iyidir, ayrıntısıyla bilirler. Boş vermek yoktur gerçek hayatta. Tilki gibi
kurnazdırlar. Gerçek Dünyâ’da “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” geçersizdir.
Gerçeklik âleminde meczupluktan eser kalmaz. Nasıl kalsın ki?. Bunların içinde
sanal âlemde meczup-vâri söylemlerde bulunanların içinde, “pozitif
bilim-adamları” da vardır. Tasavvufun söylemleri beş para etmez gerçek hayatta.
Yâni meczupluk sâdece “sözde”dir. Eylemde ise tam-aksine, mutlak anlamda akıl
ve zekâ ile, hattâ bilim ile hareket ederler. Gerçek hayatta bir-anda
meczupluktan çıkıverirler. İş çıkara ve nefse gelince meczupluk yerini
“kurt”luğa bırakır.
Hallac ve onun yolunda olanlar meczupların pirleridir.
Zîrâ Hallaç, -hâşâ- “ben hakkım” demekle meczupluğu zirveye çıkarmıştır.
Şatahatlar ondan sonra yayılmıştır İslâm âleminde. “Ben hakkım” demek, “Allah’ı
sınırlandırmak” anlamına gelir. Bu söz Allah’ın “bâki” oluşunu zedeler. Hâlbuki
insan bâki değildir ve kısacık bir ömrü vardır.
Tüm bunlara rağmen tasavvufçuların, meczupluğu övünülecek
bir şey gibi görmeleri yok mu.. anlaşılacak gibi değil. Bir de şöyle diyorlar:
“Dünyâ’yı ancak ve ancak tasavvuf ve tasavvufçular (insan-ı kâmil)
düzeltebilir”. Yâni demek istiyorlar ki; “Dünyâ ancak meczupların eliyle
düzelebilir”. Âlem akıllıya hasretken, bunlar deliye (meczup) hasretler. Buna
inanarak, mecnunların-meczupların dîni ve Dünyâ’yı düzeltip tâmir edeceğini
zanneden ve bekleyen bir kesim de var iyi mi?. Bunu tabî ki Kur’ân’ı ve Sünnet’i
göz-ardı ederek yapacaklar. Eeee, denize düşen tasavvufa-meczuplara sarılır.
Kendilerini biraz da övünerek meczup olarak tanıtırlar
ama bilmedikleri gayb da yoktur. Meczupluk esrarlı hâle getirilir ki bir gizem
oluşturulsun ve insanları bağlasın. Aslında tasavvufta bâzıları değil,
şatahatları (tasavvufçuların sapık sözleri) kabûl edenlerin tamâmı meczuptur.
Meczup olmayanların böyle zırvalıkları kabûl etmesi söz-konusu olmaz çünkü.
Tasavvufta bir “havas” (üstün-seçkin) ve “avam”
(ayak-takımı) ayrımı vardır ve ilginçtir ki tasavvufun havasları meczuplardır.
Yâni a-normâl olanlar havas, normâl olanlar ise avamlardır. Tasavvufta havas
olabilmek için ya ağır şirk içeren küfürler edilmeli, yada meczup olunmalıdır.
Zâten başka türlü de yaranamazsınız onlara.
Meczupların duruşları, bakışları ve tavırları mîde
bulandırıcı ve itici bir “kibirli tevâzu” içerir. Aslında o durumları tevâzu
falan değildir. “Terbiyesiz bir kibrin” göstergesidir duruşları. Öyle bir hâl
takınırlar ki, kendilerini sanki “gizli ilimler deryâsı” zannettirmeye
çalışırlar. İnanın, birileri onlara karşı secdeye eğilse memnun olurlar ve bunu
hakettiklerini düşünürler. İncir-çekirdeğini doldurmayacak beş para etmez laflarla
“bir şey söyledim” havasındadırlar. Karşıdaki saf kişi de; “efendide kimbilir
ne sırlar, ne gizli ilimler vardır” zannına ve düşüncesine kapılır. Hâlbuki zırvalıktan
başka bildikleri bir şey yoktur. Bilseler zâten meczup olmazlar ve akıllarını
başlarına alıp kendilerine gelirlerdi.
Meczuplar pek Atatürk severler. Fakat onlara şunu
hatırlatmamız lâzım. Mustafa Kemal 1925 yılında şöyle der:
“Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz”.
Birileri de gerçekten aklı başında olanları “meczup” gibi
göstermeye kalkmaktadır. Bunun en iyi ve bilinen örneği, 10 kasım 1994
târihinde Mahmut Kaçar isimli bir vatandaşın yaptığıdır. 10 Kasım’da
Anıtkabirde; “Sizi Kur’ân’a dâvet ediyorum, taşa-toprağa-kemiğe tapmayın”
dedikten sonra o günün tâğutu tarafından meczup îlan edilmesidir. Tabi
tasavvufçu meczuplar bu kişiyi, kendileri gibi meczup olarak gör(e)mezler.
Tasavvufçu meczupların şu ipe-sapa gelmez
anlatılarına-sözlerine bir bakar mısınız?..
Ahmet Eflâki'nin (Celâleddin
Rûmi’nin öğrencisi ve Ariflerin Menkıbeleri kitabının yazarı H.G.)
anlattığına göre Şems, Kimyâ Hâtun adlı bir câriye ile Celâleddin Rûmi
tarafından nikâhlanır. Bir-gün Celâleddin Rûmi Şems'in ziyâretine gider, içeri
girince Kimyâ Hatun’la cimâ hâlinde olduğunu görür. Hemen dışarı çıkar. Biraz
bekledikten sonra içeri girer. Yanında kimseyi göremez. Bunun üzerine
Celâleddin Rûmi, Şems’e yanındakinin nereye gittiğini sorar. Şems şöyle cevap
verir: “O senin gördüğün Cenâb-ı Allah idi. Cenâb-ı Allah’ın ne kadar
sevgili bir kuluyum ki Kimyâ Hâtun sûretinde bana geldi” der. Şerefsizliğe
pik yaptıran bu sözü büyük bir câhillikle, sapık bir hûşû ile söyleyenlere ve
dinleyenlere yazıklar olsun!. Bunu söyleyen ve tekrarlayan meczuplar
meczupluklarına doymasınlar!.
Yine derler ki: Mürid, Mürşidini, karısının üstünde
iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu
gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle
mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtıni âlemlerde
gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan(!), şu
gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri
görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra
yormalıyım”. (Bu anlatılan, bir tasavvuf
sohbetinde verilen örnektir. H.G.) İşte insanları böyle aptallaştırıp
sömürüyorlar. Len ahmak!; “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya
almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne
bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen!. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizin
cezâsını ver!.
Görüldüğü gibi meczuplar, kendilerine bağlananların
da akıllarını başlarından almışlar ve onları da delirterek meczuplaştırmışlar.
Meczupluk bulaşıcı ya, çok kötü bulaşmış. İnsanları meczup yapan bir dindir
tasavvuf. Meczuplarla düşüp-kalkanlar da meczuplaşır ve kafayı yerler. “Bana
arkadaşını söyle, sana kim oluğunu söyleyeyim” sözü meşhurdur.
Meczupların bâzıları, esrar-uyuşturucu bağımlıları ve
kullanıcılarıdırlar. Meczupların meczupluğu, aslında kullandıkları esrarın
etkisidir. Esrarın etkisiyle kendilerinden geçiyorlar ve esrarın etkisiyle
saçmalıyorlar.
Meczupluk, bir-nevî yalakalıktır. Fakat Allah
böylelerini adam yerine bile koymaz. İslâm bir “deliler-meczuplar dîni” değil, “aklı
başında onların dîni”dir. Hattâ öyle ki, İslâm, geçici bilinçsizlik hâli olan
sarhoşluğa bile izin vermez de içkiyi yasaklar.
Unutulmasın ki, Peygamberlerden
ve arkadaşlarından, Allah sevgisinden-aşkından dolayı meczuplaşan tek bir kişi
bile olmamıştır. Eğer Allah’ın en sevdiği kullar meczuplar olsaydı, en büyük
meczup Peygamberimiz olurdu.
İslâm, “akılları baştan
çıkarmak için” değil, “akılları başa getirmek için” indirilmiş bir dindir. Bu
nedenle meczuplukla İslâm kelimelerinin yan-yana kullanılması bile uygun
değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mayıs
2017
Rabbim Aşık olanlardan eylesin huu...
YanıtlaSil