“Gerçek şu
ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde
onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını
kendilerine haber verecektir” (En-âm
159).
“Her-şey zıddıyla kâimdir” derler. Fakat “bir şeyin
zıddı, o şeyin tam tersi” demektir. Yâni sıcak-soğuk, acı-tatlı gibi. Oysa
modern dönemlerdeki zıtlıklar, “kötü” ve “daha az kötü”, “çirkin” ve “daha az
çirkin” olarak görülüyor ve insanlar bu iki kötülükten yada çirkinlikten birini
seçmeye mecbur ve mahkûm ediliyor. Modernizm, “ölümü gösterip de sıtmaya râzı
etme” uygarlığıdır. Bunu, salt madde-merkezli, akıl-merkezli düşündüklerinden
ve nefsine çıkarlarına aykırı geldiği için; dîni, mânâyı ve vahyi işe karıştırmamak
için yapmaktadırlar. Yâni modern-seküler sistem, kötünün karşısına hiç-bir
zaman iyiyi koy(a)mamıştır ve hiç-bir zaman da koy(a)maz. Modernizmin ortaya
koydukları şeyler kötü ve daha az yada “daha çok kötü”dür. Farklı bir şey
düşünemedikleri yada ortaya koyamadıkları için modernizmin tüm zıtlıkları
aslında aynı şeyin değişik versiyonlarından başka bir şey değildir.
Bu durum ideolojilerde bile böyledir aslında. Meselâ
kapitâlizm ve komünizm-sosyâlizm aslında seküler materyâlist, profan, lâik,
demokratik olma bakımından aynıdırlar. Aralarındaki fark, “sermâye kapitâlizm
aracılığı ile mi yoksa komünizm aracılığıyla mı belli bir kesimin elinde toplanacak”
tartışmasıdır. Sözde ikisi de “halk için”dir ama ikisi de sonuçta malı kendi
ellerinde toplarlar. Neden?, çünkü böyle yapmamalarına bir sebep yoktur. Onları
bunu yapmaktan engelleyecek ne vardır ki?. İdeolojiye olan bağlılıkları bir
yere kadardır. Zîrâ dîni, vicdânı, merhâmeti göz-ardı etmişler ve salt dünyevî
olmuşlardır. Dünyâ’dan sonrası yoktur. Âhiret bilinci ve inancı olmadığı için
sırf bu Dünyâ vardır ve bu Dünyâ da sınırlıdır. Bu nedenle kendini bir düze
çıkarması gerekmektedir. Dünyâ’yı ıskalamaması ve ondan en iyi şekilde
yararlanması lâzımdır. Ne de olsa bir kere gelinecek ve sonra da ölüp toprağa
karışılacak ve yok olup gidilecektir. O hâlde fırsatı kaçırmamalıdır. Nefisler
aynı mantıkla çalışır ve bu nedenle de hangi ideolojiden olunursa-olunsun,
nefisler ideolojiye bakmadığı için aynı şeyi isteyecek ve insanları aynı şeye
yönlendireceklerdir. “Küfür tek bir millettir” diye boşuna denmemiştir.
Gökleri Allah düzenlediği gibi yeryüzünü de Allah
düzenlediğinde insanlar arasında bâriz bir ayrıcalık olmaz. Ayrıcalık sâdece
takvâda olur ki bunun da getirisi âhirettedir. Böyle olunca yâni göklerdeki
düzenin aynısı İslâm ile Dünyâ’da da sağlanması birileri için ayrıcalığın
kalkması demek olacağından, zinhar böyle bir seçenek istenilmez ve zâten tüm
çabalar da bunu engellemeye yöneliktir bu yüzden.
İnsanlar iki şeyden birini seçmeye mecbur ve mahkûm bırakılmaktadır.
Ya evet ya hayır, ya sağ ya sol, ya Amerika ya Rusya, ya Fenerbahçe ya
Galatasaray, ya AKP ya CHP vs. vs. Oysa bunlar gerçek anlamda zıtlıklar ve
seçenekler değildir ve birbirlerinin değişik versiyonlarıdır. Zîrâ hepsi de
sekülerdir ve hepsi de dünyevîdir. Hâlbuki bir de “İslâm” seçeneği ve İslâm
seçenekleri vardır ve İslâm’ın seçenekleri çok gerçekçidir: Ya İslâm ya
câhiliye, yâ îman ya küfür, ya adâlet ya zulüm, ya tevhid ya şirk, ya tek Allah
ya putlar vs. Ortası yoktur. Gri rengi yoktur İslâm’ın, ya siyahtır yada beyaz.
Kısaca, İslâm ve câhiliye vardır ve “savaş” bunların arasındadır. Câhiliye ile
İslâm arasında hiç-bir zaman uzlaşma olmaz. Seyyid Kutup:
“İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda
buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki
câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural
dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye
için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir.
İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak
imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir.
Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu değildir”
der.
Mü’minler bâtıl seçeneklere mahkûm ve mecbur
değildirler. Onların seçeneği bellidir ve bu; “Lâilâheillalah”ta ifâdesini
bulan “İslâm” seçeneğidir, Kur’ân ve sünnet seçeneğidir. Tüm bâtıllar
karşısında yapılan bir seçenektir bu ve bâtıla güçlü ve öfkeli bir “lâ” demek
ile başlayan bir seçimdir bu. Bu nedenle hem müslüman-mü’min olunup, hem Kur’ân
okuyup ve sünneti konuşup hem de bu bâtıl seçimlerin peşine düşülemez. Bu çok
büyük bir çelişki olur. Allah bizi müslümanlar olarak seçmiştir ve Allah’ın seçiminin
üstüne seçim olmaz. Allah bizi müslümanlar olarak seçmiştir ve müslümanlar olarak
ölmemizi istemektedir:
“…O,
sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrâhim’in
dîni(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi
‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi…” (Hac
78).
“Ey îman edenler, Allah’tan nasıl
korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman
olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).
Tüm peygamberler seçimlerini sâdece Allah’tan yana
yapmışlar ve bu doğrultuda hareket etmişlerdir. Meselâ Peygamberimiz kendisine
yapılan tüm teklifleri geri çevirmiştir. Utbe bin Rebia’nın teklifi meşhûrdur:
“Sen ortaya attığın bu mesele ile şâyet mal ve servet
elde etmek gâyesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en
zengini olasın. Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok
eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm,
cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni
tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri
durmayalım”. Peygamberimizin cevâbı şöyle olmuştu: “Ey Velid’in babası,
söyleyeceklerin bitti mi?. Utbe’den, “Evet” cevâbı gelince, Peygamberimiz o
hâlde şimdi sen beni dinle” dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresi’nin 1-36
arasındaki âyetleri okumaya başladı”.
Yine Peygamberimiz, amcasının müşriklerin
tekliflerini iletmesine karşılık: “Ey amca!; Allah’a yemin ederim ki Güneş’i
sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler yine de bu dâvâdan vazgeçmem. Ya Allah bu
dîni hâkim kılar yada ben bu yolda yok olur giderim” demişti.
Peki neden böyle yapmıştı da tekliflerin sağlayacağı
sözde olanakları(!) İslâm yolunda kullanmamıştı?. Çünkü o seçimini yapmıştı ve
sâdece Allah’ın emrettiğini yoldan, “vahyin doğrultusunda gitme” yoluna
girmişti. Yine Hz. İbrâhim de seçimini yapmış ve Allah’tan gayrı ne varsa
hepsinden uzaklaşmış ve şöyle demişti:
“(İbrâhim)
dedi ki: Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?. Hem siz, hem de eski
atalarınız?. İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi
hâriç. Ki beni yaratan ve bana hidâyet veren O’dur. Bana yediren ve içiren
O’dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur. Beni öldürecek, sonra
diriltecek olan da O’dur. Din (cezâ) günü hatâlarımı bağışlayacağını umduğum da
O’dur” (Şuârâ 75-82).
Bir mü’min; “neden herkesin yaptığı gibi yapmıyorsun?”
sorusuna, Peygamberin sünnetini örnek aldığını ve bu nedenle de bâtıl seçeneğe
yönelmeyeceğini söylemelidir. Eskiden bâtıl seçeneklerde bulunmuş olsa da artık
İslâm seçeneğinin farkını idrâk etmiştir ve tüm bâtıl seçeneklerden
uzaklaşmıştır. Aynen Hz. Şuayb gibi:
“Dediler
ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı
emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.
Dedi ki: Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz?. Ya ben Rabbimden apaçık
bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile
rızıklandırmışsa?. Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sâhiplenmek sûretiyle)
size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah
etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O’na tevekkül ettim ve O’na içten
yönelip-dönerim” (Hûd 87-88).
Bâtılın yolunda gitmek çok risklidir ve azap, bâtıl
seçeneklerin hemen yanı-başındadır:
“Îman eden
(adam) dedi ki: Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felâketine
uğrarsınız) diye korkuyorum” (Mü’min
30).
Bir ihtimâl daha yok mu?. Başka çâresi yok mu?
diyenlere şu ayet yetişir:
“Ey îman
edenler!, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a
ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’
budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer
(nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).
Allah’tan ve İslâm’dan başka seçenekler O’ndan
başkasına sığınmak ve bu nedenle de sapıtmak anlamına gelir:
“Allah,
kuluna yeterli değil mi?. Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi
saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur” (Zümer 36).
“De ki: Ey
kavmim, üzerinde bulunduğunuz duruma göre yapın-edin; elbette ben de
yapıp-ederim. Artık yakında öğreneceksiniz” (Zümer 39).
Kâfirûn Sûresi’nde kâfirlere, “sizin seçenekleriniz
kendinize, bizim seçeneğimiz de kendimize” deriz:
“De ki: Ey
kâfirler!. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak
değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn Sûresi).
Bu zâlim modern sistemin bir alternatifi vardır. Yâni
bir ihtimâl ve seçenek daha vardır -ki aslında o yol “ana yol”dur- o da, “risâlet
süreci”ni yâni “güzel örnekliği” tâkip ederek İslâm’ı yeryüzüne yeniden hâkim
kılmaktır. Bu ihtimâl müslümanların ezelî ve ebedî ihtimâli ve seçeneğidir. Bu
ihtimâl ve seçenek kısaca, “îman, hicret ve cihad” ile tamâma erer.
En doğrusunu sâdece Allah bilir
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder