“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin
için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler
için güzel bir örnek
(sünnet) vardır” (Ahzâb 21).
Mekke’deki genel durumdan
çok rahatsız olan Muhammed bin Abdullah, biraz olsun o çirkefliklerden uzak
kalabilmek için sık-sık Nûr dağındaki Hira mağarasına gidiyordu. Özelde Mekke,
genelde ise tüm arap-yarımadası ve hattâ Dünyâ’nın mevcut durumu nedeniyle
kahroluyor, fakat ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini düşünemiyordu, bil(e)miyordu.
Mekke toplumunda tanınan ve çok güvenilir olarak bilinen ve kendisine “El Emin”
denilen bu kişiyi şehir-merkezinden dağlara iten neden, onun peygamber
seçilmesinin de nedeniydi. Zîrâ hayâtın doğal olmayan zorluklarına ve
çirkefliklerine bu kadar kafayı takmış olması, nefsiyle çıkarıyla değil, rûhu
ve vicdânıyla ilgiliydi. Çünkü El Emin toplumun en ahlâklı kişisiydi. Toplumun
en ahlâklı kişisinin, diğerleri gibi toplumda cereyân eden kötü ve çirkef
olaylara seyirci kalması düşünülemezdi. Zîrâ o zaman onun da diğerlerinden
farklı kalmazdı. O hâlde peygamberler, toplumun içindeki en huzursuz, en
hassas, en duyarlı, en temiz, en vicdanlı ve en önemlisi de en ahlâklı olanlarından
seçilirdi. Toplumun en ahlâklı olan kişisinin; ahlâksızca, vicdansızca işlerin
ayyuka çıktığı yerlerde rahat ve huzûr içinde olması düşünülemez. İşte,
Muhammed bin Abdullah’ın da huzûrunu ziyâdesiyle kaçıran, çeşitli adâletsizliklerin-zulümlerin
yaşandığı Mekke şehrinde huzurlu bir şekilde yaşaması mümkün değildi. Çünkü
diğerleri gibi kâlbi kararmamış, merhâmeti azalmamış, vicdânı sönmemişti. Zîrâ
o, modern müslümanlardan çok farklı olarak; vicdan, merhâmet, dirâyet sâhibi ve
büyük bir ahlâk üzere olan edeb-timsâli biriydi.
Hiç kıvırmaya ve farklı
te’vil etmeye gerek yok. Çok açık ve yalın gerçek şudur ki, son 200 yıldır müslümanların
durumu hiç de iyi değildir ve İslâm’dan kaynaklanan izzetli-îtibarlı duruşlarını
kaybetmişlerdir. Bu durum “modern çerçeve” içine alındığı için çoğunluk
tarafından fark edilmese de, içler acısı durum modern/post-modern tarzda devâm
etmekte ve sürdürülmektedir. Dünyâ-gündemini belirlemede müslümanların
neredeyse hiç-bir dahli yoktur. Hele ki ilmî alanda orijinâl bir fikir-düşünce
üretemedikleri için batı’ya tam bağımlılığı sürmektedir. Peki neden?.
Tabi ki Kur’ân idrâk
edilecek şekilde okunmamakta ve vahyin bilincinden mahrûm kalınmaktadır. Bu
nedenle de doğru ve tutarlı yorumlar yapılamamakta, düşünceler
üretilememektedir. Fakat asıl neden, İslâm’ın kaynağı olan Kur’ân’ı okumaktan
uzak durmak değildir aslında. Çünkü özellikle son 30 yıldır Kur’ân büyük bir
kesim tarafından okunuyor ve yoğun bir şekilde meâl-tefsir-te’vil-yorumu
yapılıyor. Üstelik teknoloji aracılığı ile Kur’ân insanın gözünün içine-içine
sokulup durmaktadır. Kur’ân’a ulaşmak artık çok kolaydır ve bu bir noktada “iyi”
bir şeydir. Artık geriye, Kur’ân’ı okuyup onu idrâk etmek ve vahyin bilincine
ulaşmak kalıyor.
Bilincin kaynağı Kur’ân’dır.
Fakat, özellikle günümüzde Kur’ân sürekli okunup araştırılmasına, kılı kırk
yararcasına incelenip tefsirleri yapılmasına rağmen, özellikle müslümanların
mazlûmiyeti olmak üzere, Dünyâ’da mazlûmiyetler bir türlü son bulmuyor. Zulümler
ayyuka çıkmış durumda. Zîrâ Kur’ân, gün geçtikçe çok daha fazla okunan bir
kitap olmasına rağmen bir türlü bilgiden bilince geçilemiyor ve yaralara merhem
olamıyor. Çok mekanik okumalar yapılıyor. Her-hangi bir düşünce, bilinç ve
faaliyet gerçekleşmiyor. Çünkü yapılanlar bir “etkinlik”ten öteye geç(e)miyor. Bu
durumun nedeni sürekli araştırılıyor ve bundan kurtulmak için sürekli yeni-yeni
fikirler ortaya atılıyor, plânlar yapılıyor fakat değişen bir şey yok. Çünkü
İslâm’ın diğer bir yüzü göz-ardı edilmekte ve Kur’ân’ın sâdece edebiyatı
yapılmaktadır. İslâm’ın bahsettiğimiz diğer yönü, “Peygamber örnekliği”dir.
Peygamber örnekliği, “Kur’ân’ın hayâta dönük tarafı”dır ve vahyin hayâta nasıl
ve ne türlü hâkim kılınacağının kodlarını içerir. Evet; sünnet, vahyi hayâta
hâkim kılmanın kodlarını içererek güzel bir örneklik sunar; Nebevî örneklik. Zâten
sahabe ve ilk İslâm nesli de Kur’ân’la bilinçlendikten sonra bu örnekliği de tâkip
ederek îmanlarını arttırmışlar, bilince-amele-eyleme-hicrete-devlete ulaşmışlar
ve bir medeniyet sürecini başlatmışlardır.
İşte modern dönemlerde bizi
ezik ve etkisiz bırakan neden, “Peygamber örnekliğini tâkip etmemek”tir. Vahye
yöneliş ve Kur’ân çalışmaları, yolu taçlandırarak “güzel örnekliği” diriltmeyi
neden sağlamıyor?. Çünkü modernizm/post-modernizm/kapitâlist/liberâl/demokratik/konformist
sistem buna çeşitli şekillerde engel oluyor. Bu engeller müslümanları da modernleştiriyor
ve modern düşünce tarafından kuşatıldıkları için güzel örnekliği göz-ardı
ettikleri için ihyâ edemiyorlar. Böylece İslâm “yarım” kalıyor ve
zihinlere-kâlplere hapsedilmiş olarak
hayattan uzak tutulmuş olunuyor. Bunun nedenini; müslümanların korkak, pısırık,
dirâyetsiz ve zayıf îmanlı olmalarından daha çok, güzel örnekliği tâkibe ve
ihyâya bir türlü başlayamamalarında aramak gerekir. Zîrâ bunu başlatacak ve
sürdürecek sûni engeller vardır ve toplumu-ümmeti diriltecek ve sürükleyecek
dirâyetli mü’min lîderlerden mahrumdurlar. “Başlamak bitirmenin yarısıdır
derler” ya; işte “başlayamamak”tır buna engel olan şey. Peygamber ve sahabenin
yaşadığı sürecin benzeri bir süreçten yâni “Peygamber örnekliği”ni tâkipsizlik,
müslümanları mahrûm ve mazlum bırakmakta ve ölen, feryâd eden ve zulme uğrayanlar
da bu nedenle en çok da müslümanlar oluyor genelde. Tabi müslümanlarda,
modernizmin ve konformizmin verdiği rehâvetten dolayı bu süreci başlatmanın
“niyeti” yok en başta. Zîrâ bedelleri var. Canlarla ve mallarla mücâhede-mücâdele
etmek var, ölmek var. Bu nedenle sağlam bir âhiret inancı şart. Bu bedelleri
ödeme korkusu, Müslümanları, vahyi farklı şekillerde yorumlamaya ve te’vil
etmeye yöneltiyor. Fakat Peygamber ve sahabenin yaşadığı sürecin bir benzerini
yaşamadan, “öncekiler”in başına gelenler bizim de başımıza gelmeden aslâ
kurtuluşa çıkılamayacaktır:
“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle
dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi,
berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin.
Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
Demek ki bizim modern hâl ve
tavırlardan kurtularak İslâmî hâl ve tavırlara sâhip olmamız gerekmektedir.
Zîrâ “güzel örneklik” bunu gerektirmektedir. Câbir b. Abdullah'tan gelen
rivayete göre, Allah Resûlü bir hutbesinde şöyle diyordu: “Sözlerin en doğrusu
Allah’ın Kitabı; hâl ve tavrın en güzeli ise Muhammed’in hâl ve tavrıdır…”
(Nesâî, Îdeyn).
Modernizm müslümanları
kuşatmıştır ve hattâ esir etmiştir-etmektedir. Bu durumdan kurtulmak için güçlü
silkinişler yaşamak şarttır. Fakat bunun için yapılması gereken şey ilk başta
sağlam bir “bilinç-îman bütünlüğü”, “vazgeçebilme dirâyeti” ve “delikanlılık”tır.
Maldan-mülkten, yeme-içme-giymeden, mal ve candan vs. bir-çok şeyden
vazgeçilmesi gerekebilir-gerekir de. Padişah gibi yaşayarak Peygamber örnekliği
diriltilip ihyâ edilemez. Takvâ hâriç her-şeyde diğer insanlarla eşit olmayı
göze alamayanlar bu örnekliği sergileyemezler. Asıl mutluluk-diyârının Dünyâ
değil de âhiret olduğunu kabûl edememişler için bu süreçte yol almak
imkânsızdır. İslâm-kardeşliğini kurmadan ne Allah yardım edebilir ne de bu
yardım olmadığı için bir duruş sergilenebilir. Kardeş olmak, “eşit olmak” demektir.
Peygamberimiz, yanına gelen
bir adamın heyecandan titremesi üzerine; “Rahat ol be adam!. Ben kral değilim,
güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” (İbni Mâce, 29/30, II/1101)
demiştir. Yâni “ben de sizin gibiyim” demek istemiştir. Peygamber, normâl halk
gibi olmaktan gocunmamış ve bunu da seslendirmiştir.
Yine peygamberimiz sahabe
ile oturduğu bir sırada o’ndan bir şeyler sormak isteyen bir kişi, o ortama
gelerek Peygamberi arar ve “hanginiz Muhammed?” diye sorar. Zîrâ Peygamberimiz
görünüşünden, hâlinden, tavrından tanınmamaktadır. Çünkü “diğerleri” gibidir.
Mü’min kardeşleri gibidir. “Güzel örneklik”in bir yönü de budur.
İşte asr-ı saadet sürecini
bu tutum başlatmış ve sürdürmüştür. En nihâyetinde de zafere-kurtuluşa böyle
bir süreçten sonra varılabilmiştir. Şimdi de; eğer yeryüzünün
lânetlisi-eziği-mahrumu ve mazlumu olmaktan kurtulmak isteniyorsa benzer süreç
yeniden yaşanmalıdır ki “Peygamber örnekliği” budur. Zaman ve mekân ne kadar
değişmiş olursa-olsun fark etmez. Kur’ân tüm zamanların ve mekânların kitabı ve
sünnet de vahyin kılavuzluğunun tüm zamanlarda ve mekânlarda ilhâm alınacağı
örnekliktir ve bu bağlamda “Peygamber örnekliği” olan sünnet de evrenseldir. Kur’ân’ın
şu âyetleri tüm zamanlar ve mekânlar için geçerlidir.
“Ey îman edenler, Allah’tan sakınıp-korkun ve O’nun
elçisine îman edin ki, size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin.
Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr (güzel örneklik) kılsın ve size
mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hadîd 28).
“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle
kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar)
kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama
dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı
tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine
andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle
teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).
Sorunumuz, modernizm
kıskacından kurtulup Peygamber ve sahabe gibi ahlâk-timsâli bir toplum olamamak
ve bunun sonucunda da “güzel örneklik” olan sünneti sergileyerek diriltip ihyâ
edememek ve o mâlum süreci tekrar yaşayamamak yada yaşamayı göze alamamaktır. Çünkü
hem ahlâklı olmak için ödenmesi gereken bedelleri ödemeye yanaşmıyoruz hem de
îman ve ahlâkı tevhid edip de “güzel örnekliği” sergileyemiyoruz.
Hem müslümanlar arasında hem
de tüm Dünyâ’da mazlum ve mahrumların mahrûmiyetten ve mazlûmiyetten kurtulmalarının
yegâne şartı, vahyin kılavuzluğunda ve bilincinde “Peygamberlik örneği”ni
yeniden sergilemekten geçer. Başka bir çâresi yoktur ve bu “örneklik” olmadan
yâni amele-eyleme geçilerek vahiy hayatta görünür kılınmadıkça da perişanlık
devâm edecektir.
Unutulmasın ki şeytan insana
merhâmet etmeyeceği gibi, onun uşakları olan tâğutlar da merhâmet etmez ve bu
nedenle de her zaman kaybedenler ilk başta ve en çok müslümanlar olur.
Kur’ân’ın bizden istediği, “Peygamber’i
taklit etmek” değil, “Peygamber’i örnek almak”tır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder