“Sen
onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut
olmazlar. De ki: Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur. Eğer sana
gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve arzu)larına uyacak olursan,
senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
Müslümanlar, maddî ve mânevî güçlerini kaybedip de batı
ve bâtıl karşısında zayıflayınca ve bu durumu biraz geç fark-edince, çâre
olarak kendisine baskın olmaya başlayan batı’nın, ahlâkını değil ama
teknolojisini alıp onlar gibi güçlenme düşüncesi oluştu ve bu yola girildi.
Fakat çok kısa bir süre sonra görüldü ki, batı’nın teknolojisini almak, aynı
zamanda ahlâkını, düşüncesini fikirlerini, davranışlarını, yol ve yöntemlerini
de almak anlamına da geliyormuş. 19. yüzyılın daha başlarında bu durum geri dönülemez
bir hâl almıştı. Çünkü müslümanlarda silkiniş başlatacak bir dirâyet ve derman
kalmamıştı. Mağlûplar gâlipleri taklit etmeye başlamışlardı. Çünkü gâlipler
bunu mecbur ediyorlardı.
Hakkı bâtılın üzerine fırlatınca bâtıl yok olur.
Bâtılı alt etmenin yolu budur. Bâtılı alt etmek, bâtılın gittiği yoldan gitmekle
ve onun ulaştığı yere ulaşıp da onunla savaşmakla olmaz. Çünkü o zaman bâtıla
karşı koyan da bâtıl olur. Zâten bâtılın yolundan gidilerek bâtılın ulaştığı
güçle bâtıla karşı koyulamaz. İsmâil Ekercin:
“Düşmanı gibi olup da düşmanını yenen bir toplum
yeryüzünde görülmedi. Kendisini yenen gibi olunca düşmanın gücüne kavuşacağını
düşünmek, o toplumu, düşmanının karşısına değil peşine düşürür” der.
İşte müslümanların başına gelen de
budur ve 200 yıldır batı’nın kuyruğuna takılıp onların düşüncesinden teknolojisine
kadar her-şeylerini taklit edip satın almalarına rağmen yine de onlar gibi
olamadılar ve onlara karşı koyacak bir güç ve direnç de oluşturamadılar. Çünkü
batı’nın kalıbı bize uymamaktadır. Onların kültürü, dîni, düşüncesi, yolu,
yöntemi hattâ aslında teknolojisi bile bize uymamaktadır. Onların diktiği
elbise bize, bir hem dar hem kısa hem ince gelmektedir. Bize uymadığı için
gerçek anlamda batı’yı benimseyemiyoruz. Batı gibi olmak için onların dînine
tam uymak gerekir. Tüm bunlara rağmen yine de sekülerizmin güdümünde gitmeye
devâm ediliyor. NATO, AB, BM gibi yapılara girmek ve orada kalmak için ne denirse
canla-başla yapılıyor ve bu uğurda her türlü çaba gösteriliyor.
Batı’nın görece kalkınmasının sebebi olarak; bir düşünce-bilgilenme-aydınlanma
süreci geçirmesi, bilim ve teknoloji üretmesi vs. şeyler gösterilir ama bunlar
tam olarak belirleyici olan etken değildir. Gerçek belirleyici olan şey; batı’nın
dinden, mânevi olandan, merhâmetten, vicdandan koparak, mutlak anlamda maddeye
yönelmesi ve onu elde etmek için her yolu meşrû görmesi ve bu bağlamda şeytanın
bile aklına gelmeyecek işler yapması ve Dünyâ’yı perişanlığa sürüklemesidir.
Hırsızlıkla, sömürüyle, yalan-dolanla, acımazsızlıkla ve her türlü melânetle
eylemde bulunmasıdır batı’yı “batı” yapan şey. Kendi dışında kalanları “öteki” îlan
ederek ve onlara bu nedenle saldırıp sömürerek kendini madden zenginleştirmiştir.
Bu zenginliği biraz da, bilim-teknoloji-üretim ve düşünce alanında
yaptıklarıyla da kazanmaktadır. Oysa doğu ve müslümanlar batı gibi yapamaz,
zîrâ İslâm ve doğu felsefesi buna izin vermez. Yada ne kadar yaparsa o kadar
onlar gibi olurlar. Dinlerine girdikleri oranda onlar gibi olurlar. İşte batı,
kendi düşüncesine göre yaptığı ürünlerini pazarlayabilmek ve daha da
zenginleşebilmek için kültürünü yâni dînini yaymaya çalışıyor ki, diğerleri de
bu ürünlere alışabilsinler ve bu ürünleri alıp tüketebilsinler. Batı’nın
sekülerizmi dayatmasının nedeni budur. Üstelik ürünlerine karşılık doğuda
kendilerine göre bir ürün olmadığından, sattıkları ürünlerin karşılığı olarak
para yerine oranın yer-altı zenginliklerini alacaklar.
Batı hep hırsızlıkla ve sömürüyle zenginleşmiş ve
ilerlemesini(!) de bu kaynaklar sâyesinde yapmıştır-yapmaktadır. Bu yolla
sekülerleşen batı, diğerlerinin de kendi güdümlerine girerek seküler dinlerini
yâni ideolojilerini benimsemelerini istiyor. Bunu çeşitli şekillerde dayatıyor
ve diş geçirebildiklerini mecbur ediyor. İslâm ve doğu, bâzen isteyerek, bâzen
mecbûren batı’nın sözde muâsır devletleri gibi olma yolunda gitmektedir. Fakat tam
bir benimseme olmamakta ve iki arada bir derede kalmaktadırlar ve yarı-doğulu
yarı-batılı düşünce ve davranış uygunsuz bir durum açığa çıkarmaktadır ve
sırıtmaktadır. Bu durumun farkına varan müslümanlar ve doğu toplumları “daha
fazla demokrasi” gibi sloganlarla batı’ya entegre olmak istiyorlar. Psikolojik
olarak buna mecbur hissediyorlar kendilerini.
Tabi böyle olmasının nedeni sırf doğu’nun batı gibi
olma isteği değil, batı’nın da doğu’yla birlikte tüm Dünyâ’yı kendi rayına
sokma isteğidir. Bunu çeşitli yollardan zorlamaktadır. Diğerlerini de gittikleri
profan (din-dışı) yola girmeye zorlamaktadır. Bunun için psikolojik baskı
yapmaktadırlar. Tüm Dünyâ’yı tehdit etmektedir. Vazgeçmeyi, fadâkârlık etmeyi,
zorluğu ve Allah yolunda olmayı ve ölmeyi göze alanların azlığı buna alan
açmakta, batı yâni sekülerizm, kendi dışındakileri eşit olmayan şartlarda
seküler hayâta alıştırmakta ve böylece bu hayat-tarzına mecbur etmektedir.
Bunun istisnâsı sâdece, batı’ya karşı savaşan müslümanlardır. Zâten onları da
terörist îlan etmişlerdir.
Seküler hayat, gücünü nefsten alır. Nefse oynar ve
nefse nişan alır. Bu nedenle de batı’nın sistemleri nefisleri perişân olmuş
olan toplumlara çok câzip görünür. Mazlumlar bir nebze haklıdır tabi. Perişandırlar
zîrâ. Fakat batı’nın ve sekülerizmin düşüncesi, felsefesi, siyâseti,
nefs-merkezli olduğu için çok çabuk benimsendi ve sâhip çıkıldı. Yoksa gerçek
bir adâlet, merhâmet, vicdan, siyâset yoktur sekülerizmde. Bu sistemlerin
Dünyâ’yı nasıl perişân ettiğinin örnekleri önümüzde duruyor. Hem de bilmediklerimizle
berâber.
Batı kendine göre bir bedel ödemiş ve bulunduğu yere
gelmiş olabilir ama bu onlara has sosyo-ekonomik ve kültürel bedellerdir. Bizim
de kendimize göre bir sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bedelleri ödememiz
gerekir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayınca bedelsiz olanı edinmek zorunda
kaldık. Biraz da buna mecbur bırakıldık. Nefsimiz bizi sekülerizme mecbur etti
ve etmektedir.
Gönlümüzde derman tükendiği oranda dizimizde de
derman tükendi ve takâtimiz kalmadı. Her alanda yenildikçe seküler hayâta
mecbur olduk. Üstelik tekrar kazanmayı da gâliplerin îcadlarını ve yöntemlerini
kullanarak yapabileceğimizi sandık-sanmaktayız. Mağlûplar gâlipleri taklide
devâm ediyor. Akif Emre:
“Batı’lı modern dünyâ-görüşünün uzantısı siyâsal, toplumsal sorunları
aynı paradigma içinde kalarak aşabilmemiz imkânsız. Batı’lı paradigma içinde
kalarak hattâ kaldığını bile fark etmeden politik veya taktiksel muhâlefet-dili
üzerinden bir sistem eleştirisi geliştirebilmenin imkânı yoktur. Sistem-içi
paradigmanın dışına çıkmadan sisteme meydan okuduğunu sanmak muhtemelen daha
büyük açmazlara yol açacaktır. AB’nin Amerika’nın, Rusya’nın vs, İslâm-dünyâsına
karşı geliştirdiği ötekileştirici, mahkûm edici dil ve politikalara karşı
kurmamız gereken dil bu Dünyâ’nın kodlarını çözerek ama farklı olarak kendi
değerlerimizin kodlarına yaslanarak mümkün olabilir” der.
Fakat bu duruma da çok alışıldı ve kurtulmak için bir
çaba da yok. Bu nedenle işimiz çok zor. Gerçi îmânın olduğu yerde imkân da
vardır her zaman. Üstelik batı’nın felsefî, düşünsel ve siyâsal anlamda yeni
bir fikir ortaya koyamadığı bir zamandayız. Stoklarından geçinen batı karşısında
İslâm-merkezli düşünce ve teklifler ortaya koymak çok önemlidir. Bunu yapmaya
hemen başlamalıyız ki gelişe-gelişe ideâl hâlini alabilsin bir-an önce. Bunun
için çeşitli hesaplaşmalar yapmalı, yeni düşünceler ve fikirler ortaya
koymalıyız. Atasoy Müftüoğlu:
“Geçmişle hesaplaşmak, geçmişle kavga etmek demek değil; bir kültürün
nasıl bu hâle geldiğine ilişkin yanıtlar bulma çabasıdır. Bu, şu-ana kadar
yapılmadı; biz İslâm’ın kendisi etrâfından değil, târihsel tezâhürü etrâfından
tanımlamalar yapıyoruz. Aklî ilimler, içtihatlar ve felsefe yasaklandığından
bêri, İslâm-dünyâsı toplumları kendisini dîne nispet eden ama açıklaması
olmayan çok büyük bir felâkete dûçar oldu. Sonra, bu felâket geleneğe dönüştü.
Bugün biz bu felâketi iftiharla sâhiplenmeyi sürdürüyoruz. İslâm-dünyâsının, batı
modelinin çerçevesine hapsedilmesine dâir herhangi bir hesaplaşma yapılmamışsa,
orada bir sorun vardır. Örneğin kapitâlizmle İslâm arasında bir bağ kurmak hiç-bir
şekilde mümkün değildir. Bugün müslümanlar, ahlâksız bir ekonomiye iknâ
edilmişlerdir; kapitâlizmle iç-içe geçmişlerdir. Bunun îzâhı yoktur; buradan
bir umut çıkarılamaz. Kezâ, sekülerizmin İslâm-dünyâsı tarafından ihrâç
edilmesinin îzâhı da aslâ ve kat’a mümkün değildir” der.
Sekülerleşmeye mecbur bırakılmak, dışarıdan ziyâde
artık içeriden daha fazla oluyor. Sekülerleşmekten kurtulma çabasına ilk başta
içeriden karşı çıkılıyor. Bu çaba yobazlık, gericilik, şiddet yanlılığı ve
terörizm olarak suçlanmaya neden olabiliyor. Kendisine aykırı her tutumu
fişleyip terörize ederek sekülerizm kendini dayatıp mecbur koşuyor.
Âhiret
bilinci ve îmânı, seküler hayâta mecbur olmanın önüne geçecek yegâne yoldur. Mü’min,
hiç-bir şeye mecbûr ve mahkûm olamaz. Peygamberimiz ve sahabe, Kur’ân’ın ve asr-ı
saâdet süreciyle îman edenlerin yolundan gidildiğinde hiç-bir şeye mecbûr ve
mahkûm olmadığımızın örneğini göstermişlerdir. Fakat Dünyâ imtihan-dünyâsıdır
ve imtihan zorludur. İmtihanı geçmenin ve Dünyâ’da İslâm’ı hâkim kılmanın
bedelleri vardır. Sorun, bu bedelleri göze alabilecek kadroların olup-olmamasıdır.
Sayı da bir yerden sonra çok da önemli değildir aslında. Dirâyet ve direniş,
küçük azınlıkların büyük çoğunluklara gâlip gelebilmesini sağlar. Peygamber ve
sahabeyi bir eleştiri, îtirâz ve isyân başlatıp direnişe sevk eden ve sonra da
büyük vazgeçişlere yönelten, daha sonra da cihadla bir devlet kurdurup
medeniyeti başlatan kaynak, yâni Kur’ân-ı Kerîm, ilk günkü gibi elimizde
bulunmaktadır. O hâlde sorun “İslâm sorunu” değil, “insan sorunu”dur.
Örnek
bir nesil, seküler hayâta mahkûm ve mecbûr olmadığımızı gösterecek ve Dâr-ûl
İslâm’a kapı aralayabilecek süreci başlatacaktır inşaallah.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder