26 Ekim 2017 Perşembe

Had Cezâları Üzerine



“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a âittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez” (Şûrâ 40).

Bir yazıda “had”in târifi yapılır ve had hakkında şunlar söylenir: Had; “Miktârı İslâmiyette kesin olarak bildirilmiş olan cezâdır. Allah’ın koyduğu ölçüler, çizdiği sınırlar, emir ve yasakları ifâde eder. Had miktârı Kur’ân’a göre tâyin edilmiş cezâlardır. Çoğu “hudud”tur. Had cezâlarında af yoktur.

Bütün dinlerin amacı, insanların “dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumak ve muhâfaza altına almak”tır. İslâm da bu beş değeri korumak için suçlara verilecek cezâlar belirlemiştir.

Devletler ve devlet başkanları bâzı geçici yasaklar koyabilir, bâzı suçlara cezâ belirleyebilirler. Fakat bunlar hakka-adâlete-vahye aykırı olmamalıdır, hem de bunlar kesin, bağlayıcı ve evrensel cezâlar olamaz. Hele zulme dönecek cezâlar olamaz. Duruma göre değişebilen cezâlardır bunlar. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir.

1.Öldürme
2-Hırsızlık
3-Zinâ
4-İftirâ

Bunların cezâsı Kur’ân’da sâbittir ve şu şekildedir:

Öldürme: “Ey îman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi kâtilin) lehine, onun (maktûlün) kardeşi (vârisi veyâ velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktûlün vâris veyâ velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa, onun için elem verici bir azap vardır. Ey temiz akıl-sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız” (Bakara 178-179).

Peygamberimiz de: “Her kimin bir yakını öldürülür ise o, “iki hayırlı şeyden” birisini yapmakta serbesttir. Ya fidye alır yada (kısas gereği onu) öldürür” (Buhâri, Diyat 8, İlim 39; Müslim, Hacc 447; Tirmizi, Diyat 13; Ebu Davud, Diyat 4; Nesâi, Kasame 29) der.

İslâm’da kısası ancak devlet uygular. Fakat devlet, kâtili affedemez. Kâtili ancak maktûlün yakınları affedebilir ama onlar da kısas uygulayamaz. Bu, “kâtil ve maktûlün yakınları arasında bir düşmanlık olmasın yada düşmanlık artmasın” diyedir. İslâm’a göre “cezâyı veren” sonrasında cezâ görmemelidir.

Şu âyet, öldürmeyi, maktûlün velisinin bizzat kendisinin yapması gerektiğini değil, kâtilin öldürülmesi yada affedilmesi yetkisinin maktûlün velisine verildiğini söyler:

“Ama haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür” (İsrâ 33).

Çünkü dediğimiz gibi; cezâyı kesen sonradan bir cezâ görmemelidir. Çünkü kan dâvâları böyle başlıyor. Veli öldürülüp-öldürülmeyeceğine karar veriyor. Kısas karârı verildiğinde (ki genelde olan doğal olarak budur) kısası devlet uygulamalıdır. 

Hırsızlık: “Hırsız erkek ve hırsız kadının, (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah’tan, ‘tekrârı önleyen bir cezâ’ olmak üzere ellerini kesin. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Mâide 38).

Zinâ: “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, onlara Allah’ın dîni(ni uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezâya mü’minlerden bir grup da şâhit olsun” (Nûr 2).

İftirâ: “Korunan (iffetli) kadınlara (zinâ suçu) atan, sonra dört şâhit getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebedî olarak kabûl etmeyin. Onlar fâsık olanlardır” (Nûr 4).

Evet; İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ  ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır. Fakat bu durum  genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır.

Peygamberimiz’in zinâ cezâsını belirleyen âyetler gelmeden önce Tevrat’ın hükmüyle hükmederek bir recm cezâsı uyguladığı söylense de İslâm’da recm cezâsı yoktur. Zâten İslâm’da kölelere cezâların yarısı uygulanır ki recme “yarı-cezâ” verilemez. “Yarı-ölüm” diye bir şey olamaz çünkü. 

Bu cezâlar Kur’ân’ın tüm zamanlarda uygulanmasını emrettiği cezâlardır ve suç sâbit ise ve mağdur, suçluyu bir şekilde affetmemişse cezâların uygulanması kesinlikle gerçekleşir ve cezâlar “en kısa zamanda” uygulanır. Tabî ki bu cezâların olmazsa-olmazı, bu cezâları açıkça anayasasına yazmış ve zâten anayasası Kur’ân olan bir İslâm Devleti’nin olması-bulunması şartıdır. Aksi-hâlde; lâik-seküler-demokratik devletlerde ve sistemlerde bu cezâlar “vahye göre” uygulanmaz ve hattâ bâzen ve bâzı kişiler için uygulan(a)maz. Zenginler, makam-mevki sâhipleri, ünlü kişiler ve hatır-gönül sâhipleri bir şekilde bu cezâlardan genelde muaf tutulurlar ve bu muâfiyet bir şekilde hasır-altı edilir. Gerçi herkesin görüp-bilip durduğu şeyler ve kişiler için de açıkça ayrımcılıklar yapılabiliyor. Bu adâletsizliğe istediğiniz kadar îtirâz ve isyân etseniz de bir şey çıkmaz. Zîrâ beşerî sistemlerde kânun koyucu olan Allah değildir ve bâzıları için ayrımcılığa sâhip olan yürürlükteki kânunları, o yolsuzluğu yapanlar ve onlara göz yumanlar hep birlikte çıkarmıştır. Bunlar kendi aleyhlerine olacak kânunlar çıkaracak değiller ya!. Niye çıkarsınlar ki?. Oysa İslâm’da kim olursa-olsun, eğer mağdur tarafından affedilme yoksa, o kişiye kesinlikle had uygulanır. Peygamberimiz meselâ hırsızlık için; “hırsızlığı kızım Fâtıma da yapsa elini keserim” demiştir. Yine bir sözünde Peygamberimiz: “Sizden önceki kavimlerin helâk olmasının nedeni, bir suçu zengin ve soylu(!) olanlar işlediğinde affedilmesi, ama fakirler-garibanlar işlediğinde cezâlandırılmasıydı” der.

İslâm Devleti olduğunda Kur’ân’ın söylediği had cezâlarının uygulanmaması söz-konusu olmaz. Zâten İslâm Devleti biraz da bunun için olmalıdır. Çünkü İslâm cezâ sistemi, hem suçluyu hem de mağduru rahatlatacak ve gönlünü soğutacak şekildedir. Meselâ günümüzde 20 yaşında olan bir kişinin, belki de iyi bir para karşılığı tetikçi olarak yada hırsızlık yapmak için mâsum bir kişiyi öldürdüğünü kabûl edelim. Bu kişinin alacağı cezâ Türkiye’de en fazla 25 yıldır. Çünkü îdam olmayan yerlerde bir kişi Dünyâ’yı da yaksa, alacağı cezâ 25 yılı geçemez. Bu cezâ sâdece “ağırlaştırılmış” şekilde olur” fakat yine de en fazla 25 yılı geçemez. Yâni adamın cezâsı 45 yaşında bitecek ve meselâ bu kişi 85 yaşına kadar yaşayacaksa, 40 yıl boyunca istediği gibi yaşayacaktır. Hattâ eğer para karşılığı tetikçilik yapmış ise, bu yoldan edindiği parayla gününü gün edebilecektir. Oysa mağdur taraf ömrünü perişanlık içinde geçirecek, psikolojileri bozulacak ve hayâtı alt-üst olacak ve belki de maktûlün âilesi dağılacaktır. Bu nedenle kısasa-kısas cezâsı mutlakâ uygulanmalıdır ve hem suçlu hak-ettiği cezâyı almalı, hem de mağdur tarafın gönlü soğumalıdır. Tabi anlaşarak, suçluyu affeden de olur mu bilemem. Bakara 178’de bundan bahsediyor ama bu herhâlde çok-çok istisnâi olur.

Aynı şekilde; hırsızlıkta da böyledir. Adamı dımdızlak ortada bırakacak şekilde soyup-soğana çeviren hırsızlıkta da mağdur taraf bu nedenle intihar edebilmekte, âileler dağılmakta yada bozulmaktadır. Burada da “elin kesilmesi” hem ferdi ve toplumsal olarak hırsızlığı bitirecek yada en minimum seviyeye indirecek, hem de mağdur taraf -hırsızı eğer affetmemişse- adâletin yerine geldiğini görerek yüreği soğuyacak ve adâletin sağlamış olduğu güveni ve huzûru duyacaktır. Fakat; İslâm’da “altyapı” hazırlanmadan emirler indirilmediği için, had cezâsının verilmediğini yada ertelendiğini de görebiliyoruz. Çünkü İslâm’da seküler sistemlerde olduğu gibi, kişiyi hem çâresiz bırakıp hem de cezâ veril(e)mez. Adam açlıktan dolayı hırsızlık yaptıysa cezâ veril(e)mez ve hattâ bu cezâ onun patronuna yada hırsızlık yapan kişinin yaşadığı bölgedeki insanlara kesilir. Çünkü İslâm’da herkes birbirinden sorumludur. İslâm’da komşusu açken tok yatmak olmaz. Fakat iş ortamı, öğüt verme ve tüm imkânlar sağlanmasına rağmen bir hırsızlık olmuşsa, hırsızın eli kesilir. Hele ki çalınan şey “kamu malı” ise yâni meselâ açık bir yolsuzluk yapılmışsa cezânın uygulanması tartışılmaz bile.

Zinâ suçunda da aynıdır. Zinâkârın, lezbiyenin yada gay’lerin cezâsı, “halkın önünde” olmak üzere, meselâ “canlı yayında”, bir acıma da göstermeden 100’er değnek vurulma ve (Allah onları affedene ve bir “yol” açana kadar) ev hapsinde tutulmalarıdır. Zâten İslâm’da -bildiğimiz anlamda- hapishâne yoktur ve olmaması gerekir. Çünkü hem başta söylediğimiz gibi affedilmeyecek suçlarda suçluyu geçici olarak belli bir süre hapishânede yatırmanın anlamı yoktur, hem de suçun belirlenmesi için cezânın uzun süreler için ertelenmesi yoktur. “Suç belliyse cezâ da bellidir” çünkü. Belki bâzı karışık suç durumlarında suçun açıklığa kavuşturulması için suçlunun bir-kaç günlük süre boyunca tutulacağı “tutuk evi” denilebilecek yerler olmalıdır karakollarda. İftirâ suçunda da 80 değneği yine vurmalı ve bu kişilerin şâhitlikleri ömür-boyu kabûl edilmemelidir.

İslâm’da “namaz kılmadı”, “oruç tutmadı”, “hacca gitmiyor” vs. diye cezâ veril(e)mez. En azından insanlar böyle bir cezâ veremez. Fakat bu kişilere karşı bir “mahâlle baskısı” olursa, ona da diyecek ve yapılacak bir şey yoktur. Zîrâ mutlakâ bir “mahalle baskısı” olacaktır. Çünkü meselâ herkesin yemek yediği bir sofrada, herkes yemek yerken sofrada bulunanların bâzıları yemek yemiyorsa, o kişiye “neden yemediğinin” sorulması çok normâl olacağı gibi; müslümanların arasında yaşayıp, üstelik “müslüman” olduğunu söylediği hâlde namaz kılmayan ve oruç tutmayanlara neden namaz kılmadığının ve oruç tutmadığının sorulması ve bu konuda bi-ince üzerine gidilmesi normâldir. Tabî ki yine de zorlama yapılamaz. Belki sâdece hafif bir tâzir yapılabilir. Allah’ın vereceği cezâyı hiç kimse vermeye kalkışamaz. Tabi zekât konusu farklıdır. Zekât biraz da toplumsal bir konu olduğu için mutlakâ verilmelidir ve zâten İslâm’da zekât kişisel şekilde verilebilse de aslında “devlet kontrôlünde” toplanıp dağıtılması çok daha uygun olacaktır. Hz. Ebubekir’in zekât vermeyenlere savaş açtığını da hatırlamak gerekir.

“Mürtedin öldürülmesi” konusuna da değinecek olursak.. Mürted her durumda değil ama bâzı durumlarda öldürülebilir. Nasıl ki vatanın hâinleri îdam edilerek öldürülüyor ve insanlar bunu normâl ve haklı görüyorlarsa; İslâm’da da, dinden dönerek, dîne-müslümanlara zarar vermenin cezâsı ölüm olabilir. Din ve İslâm Devleti önemsiz bir konu ve önemsiz bir yapı değildir ki!. Vatanın hâinleri olduğu gibi, dînin de hâinleri olabilir ve bu ihânetin cezâsı ölüm olabilir. Tabi bu cezâyı verecek olan İslâm Devleti’dir. Fakat mürted yâni dinden dönen kişi; “bu dîni mantıklı bulmadım, aklıma yatmadı, bu nedenle bu dinde kalmak istemiyorum ve çıkıyorum” derse ve dîne ve müslümanlara da düşmanlık göstermezse onun öldürülmesinin bir gerekçesi de ol(a)maz. Üstelik onların tekrar tevbe etmesi de olasıdır. Artık onun durumu Allah’a kalmıştır. Zâten “dinde zorlama olmaması” da bu demektir. Tabî ki bu durum istenen bir durum değildir. Zâten Kur’ân’da da şöyle denir: 

“..Sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217)

“Gerçek şu, îman edip sonra inkâra sapanlar, sonra yine îman edip sonra inkâra sapanlar sonra da inkârları artanlar… Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir” (Nîsâ 137).

Âyetlerin de söylediği gibi; îmandan sonra dönenlerin cezâsı Allah’a âittir ve bu cezâ âhirette verilecektir. İnsanların, (eğer bir düşmanlık söz-konusu değilse) bir mürtedi öldürmeleri doğru değildir. 

Zıhar yâni kişinin “karısını annesine benzetmesi” nasıl köle âzâd etmek, 60 fakiri doyurmak yada 2 ay oruç tutmayı gerektiriyorsa, “anneyi eşe benzetmek” de aynı yaptırımı gerektirir. Türkler bunu söylem olarak çok dile getirmektedir ve “anam avradım olsun” diye yemin etmektedirler. Bu durum aynı cezâyı gerektirir.

Sinan Ulu: “Cezâlar ancak insan fıtratı dikkate alındığında caydırıcı olur ve olumlu sonuçlar verir. Bu ise “fıtrat dîni” olan İslam’dan başka bir sistemle elde edilemez” der.

İslâm Devleti’nde had cezâları kesinlikle uygulanır. Çünkü bunlar zâten Allah’ın emridir. Zîrâ toplumsal düzen ve güvenlik ancak bu uygulamalarla sağlanabilir. Fakat uygulanacak cezâlar sâdece “uygulanmış” olsun diye değil, “bir çözüme kavuşulsun diye” uygulanır ve bu konuda kişiye göre bir ayrım da yapılmaz.

En önemli şey de şudur ki; İslâm’da kişilerin affetme yetkisi olsa da, had cezâsı verme yetkisi yoktur. Cezâyı uygulayacak olan, devlettir. Zâten İslâm Devleti’nin mutlakâ olması büyük oranda bu nedenledir. Cezâyı kişi kendisi kestiğinde “kan dâvâsı” ve “misilleme” çıkması çok olasıdır. Bu nedenle cezâyı devlet uygulamalıdır. Çünkü “cezâyı veren sonradan bir cezâ görmemelidir”. Böylece hem cezâ kesilerek adâlet yerini bulmuş, hem de mağdurun yüreği soğumuş olur. Böyle olunca da mesele kapanır gider.

Kur’ân’da “cezâsı belirlenmemiş” suçlar, İslâm devletinde “ictihad” ile belirlenip uygulanabilir ki, bu belirleme, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olup aykırı olmama” kuralına göre olur.

Şu da var ki, şeriatta ithamlar (suçlamalar), ancak kesin olarak ispât edildikten sonra bir değer ifâde eder.

Bir de; “ebediyen affedilmeyecek” olan bir “şuç”-“günah” da vardır ki, bu “şirk”tir. Şirk, eğer tevbe edilmediyse “ebedî cehennem cezâsı-azâbı” demektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2017  




















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder