“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan
kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun
ecri Allah’a âittir. Gerçekten O, zâlimleri sevmez” (Şûrâ 40).
Bir yazıda “had”in târifi
yapılır ve had hakkında şunlar söylenir: Had; “Miktârı İslâmiyette kesin olarak
bildirilmiş olan cezâdır. Allah’ın koyduğu ölçüler, çizdiği sınırlar, emir ve
yasakları ifâde eder. Had miktârı Kur’ân’a göre tâyin edilmiş cezâlardır. Çoğu
“hudud”tur. Had cezâlarında af yoktur.
Bütün dinlerin amacı,
insanların “dinlerini, canlarını, akıllarını, nesillerini ve mallarını korumak
ve muhâfaza altına almak”tır. İslâm da bu beş değeri korumak için suçlara verilecek
cezâlar belirlemiştir.
Devletler ve devlet
başkanları bâzı geçici yasaklar koyabilir, bâzı suçlara cezâ belirleyebilirler.
Fakat bunlar hakka-adâlete-vahye aykırı olmamalıdır, hem de bunlar kesin, bağlayıcı
ve evrensel cezâlar olamaz. Hele zulme dönecek cezâlar olamaz. Duruma göre
değişebilen cezâlardır bunlar. Vahye göre tüm zamanlarda “insanların
uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir.
1.Öldürme
2-Hırsızlık
3-Zinâ
4-İftirâ
Bunların cezâsı Kur’ân’da sâbittir
ve şu şekildedir:
Öldürme: “Ey îman
edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre
karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi
kâtilin) lehine, onun (maktûlün) kardeşi (vârisi veyâ velisi) tarafından
bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktûlün vâris
veyâ velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve
bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa, onun için elem
verici bir azap vardır. Ey temiz akıl-sâhipleri, kısasta sizin için hayat vardır.
Umulur ki sakınırsınız” (Bakara 178-179).
Peygamberimiz de: “Her kimin
bir yakını öldürülür ise o, “iki hayırlı şeyden” birisini yapmakta serbesttir.
Ya fidye alır yada (kısas gereği onu) öldürür” (Buhâri, Diyat 8, İlim 39;
Müslim, Hacc 447; Tirmizi, Diyat 13; Ebu Davud, Diyat 4; Nesâi, Kasame 29) der.
İslâm’da kısası ancak devlet
uygular. Fakat devlet, kâtili affedemez. Kâtili ancak maktûlün yakınları
affedebilir ama onlar da kısas uygulayamaz. Bu, “kâtil ve maktûlün yakınları
arasında bir düşmanlık olmasın yada düşmanlık artmasın” diyedir. İslâm’a göre
“cezâyı veren” sonrasında cezâ görmemelidir.
Şu âyet, öldürmeyi, maktûlün
velisinin bizzat kendisinin yapması gerektiğini değil, kâtilin öldürülmesi yada
affedilmesi yetkisinin maktûlün velisine verildiğini söyler:
“Ama haklı bir sebep olmaksızın
Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse
onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın. Çünkü o,
gerçekten yardım görmüştür” (İsrâ
33).
Çünkü dediğimiz gibi; cezâyı
kesen sonradan bir cezâ görmemelidir. Çünkü kan dâvâları böyle başlıyor. Veli
öldürülüp-öldürülmeyeceğine karar veriyor. Kısas karârı verildiğinde (ki
genelde olan doğal olarak budur) kısası devlet uygulamalıdır.
Hırsızlık: “Hırsız erkek
ve hırsız kadının, (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah’tan, ‘tekrârı
önleyen bir cezâ’ olmak üzere ellerini kesin. Allah üstün ve güçlü
olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Mâide 38).
Zinâ: “Zinâ eden
kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer
Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, onlara Allah’ın dîni(ni uygulama)
konusunda sizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezâya mü’minlerden bir grup
da şâhit olsun” (Nûr 2).
İftirâ: “Korunan
(iffetli) kadınlara (zinâ suçu) atan, sonra dört şâhit getirmeyenlere de seksen
değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebedî olarak kabûl etmeyin. Onlar
fâsık olanlardır” (Nûr 4).
Evet; İslâm’da insanların tüm
zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık,
zinâ ve iftirâ. Âlimler bir de “içki
içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80
değnek vurulur. Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır. Fakat
bu durum genelleştirilemez ve sarhoş
olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır.
Peygamberimiz’in zinâ
cezâsını belirleyen âyetler gelmeden önce Tevrat’ın hükmüyle hükmederek bir
recm cezâsı uyguladığı söylense de İslâm’da recm cezâsı yoktur. Zâten İslâm’da
kölelere cezâların yarısı uygulanır ki recme “yarı-cezâ” verilemez. “Yarı-ölüm”
diye bir şey olamaz çünkü.
Bu cezâlar Kur’ân’ın tüm
zamanlarda uygulanmasını emrettiği cezâlardır ve suç sâbit ise ve mağdur,
suçluyu bir şekilde affetmemişse cezâların uygulanması kesinlikle gerçekleşir
ve cezâlar “en kısa zamanda” uygulanır. Tabî ki bu cezâların olmazsa-olmazı, bu
cezâları açıkça anayasasına yazmış ve zâten anayasası Kur’ân olan bir İslâm Devleti’nin
olması-bulunması şartıdır. Aksi-hâlde; lâik-seküler-demokratik devletlerde ve
sistemlerde bu cezâlar “vahye göre” uygulanmaz ve hattâ bâzen ve bâzı kişiler için
uygulan(a)maz. Zenginler, makam-mevki sâhipleri, ünlü kişiler ve hatır-gönül
sâhipleri bir şekilde bu cezâlardan genelde muaf tutulurlar ve bu muâfiyet bir
şekilde hasır-altı edilir. Gerçi herkesin görüp-bilip durduğu şeyler ve kişiler
için de açıkça ayrımcılıklar yapılabiliyor. Bu adâletsizliğe istediğiniz kadar îtirâz
ve isyân etseniz de bir şey çıkmaz. Zîrâ beşerî sistemlerde kânun koyucu olan
Allah değildir ve bâzıları için ayrımcılığa sâhip olan yürürlükteki kânunları,
o yolsuzluğu yapanlar ve onlara göz yumanlar hep birlikte çıkarmıştır. Bunlar
kendi aleyhlerine olacak kânunlar çıkaracak değiller ya!. Niye çıkarsınlar ki?.
Oysa İslâm’da kim olursa-olsun, eğer mağdur tarafından affedilme yoksa, o
kişiye kesinlikle had uygulanır. Peygamberimiz meselâ hırsızlık için; “hırsızlığı
kızım Fâtıma da yapsa elini keserim” demiştir. Yine bir sözünde Peygamberimiz: “Sizden
önceki kavimlerin helâk olmasının nedeni, bir suçu zengin ve soylu(!) olanlar
işlediğinde affedilmesi, ama fakirler-garibanlar işlediğinde cezâlandırılmasıydı”
der.
İslâm Devleti olduğunda Kur’ân’ın
söylediği had cezâlarının uygulanmaması söz-konusu olmaz. Zâten İslâm Devleti
biraz da bunun için olmalıdır. Çünkü İslâm cezâ sistemi, hem suçluyu hem de
mağduru rahatlatacak ve gönlünü soğutacak şekildedir. Meselâ günümüzde 20
yaşında olan bir kişinin, belki de iyi bir para karşılığı tetikçi olarak yada
hırsızlık yapmak için mâsum bir kişiyi öldürdüğünü kabûl edelim. Bu kişinin
alacağı cezâ Türkiye’de en fazla 25 yıldır. Çünkü îdam olmayan yerlerde bir
kişi Dünyâ’yı da yaksa, alacağı cezâ 25 yılı geçemez. Bu cezâ sâdece
“ağırlaştırılmış” şekilde olur” fakat yine de en fazla 25 yılı geçemez. Yâni
adamın cezâsı 45 yaşında bitecek ve meselâ bu kişi 85 yaşına kadar yaşayacaksa,
40 yıl boyunca istediği gibi yaşayacaktır. Hattâ eğer para karşılığı tetikçilik
yapmış ise, bu yoldan edindiği parayla gününü gün edebilecektir. Oysa mağdur
taraf ömrünü perişanlık içinde geçirecek, psikolojileri bozulacak ve hayâtı
alt-üst olacak ve belki de maktûlün âilesi dağılacaktır. Bu nedenle
kısasa-kısas cezâsı mutlakâ uygulanmalıdır ve hem suçlu hak-ettiği cezâyı
almalı, hem de mağdur tarafın gönlü soğumalıdır. Tabi anlaşarak, suçluyu affeden
de olur mu bilemem. Bakara 178’de bundan bahsediyor ama bu herhâlde çok-çok istisnâi
olur.
Aynı şekilde; hırsızlıkta da
böyledir. Adamı dımdızlak ortada bırakacak şekilde soyup-soğana çeviren
hırsızlıkta da mağdur taraf bu nedenle intihar edebilmekte, âileler dağılmakta
yada bozulmaktadır. Burada da “elin kesilmesi” hem ferdi ve toplumsal olarak hırsızlığı
bitirecek yada en minimum seviyeye indirecek, hem de mağdur taraf -hırsızı eğer
affetmemişse- adâletin yerine geldiğini görerek yüreği soğuyacak ve adâletin sağlamış
olduğu güveni ve huzûru duyacaktır. Fakat; İslâm’da “altyapı” hazırlanmadan
emirler indirilmediği için, had cezâsının verilmediğini yada ertelendiğini de
görebiliyoruz. Çünkü İslâm’da seküler sistemlerde olduğu gibi, kişiyi hem
çâresiz bırakıp hem de cezâ veril(e)mez. Adam açlıktan dolayı hırsızlık
yaptıysa cezâ veril(e)mez ve hattâ bu cezâ onun patronuna yada hırsızlık yapan
kişinin yaşadığı bölgedeki insanlara kesilir. Çünkü İslâm’da herkes birbirinden
sorumludur. İslâm’da komşusu açken tok yatmak olmaz. Fakat iş ortamı, öğüt
verme ve tüm imkânlar sağlanmasına rağmen bir hırsızlık olmuşsa, hırsızın eli
kesilir. Hele ki çalınan şey “kamu malı” ise yâni meselâ açık bir yolsuzluk
yapılmışsa cezânın uygulanması tartışılmaz bile.
Zinâ suçunda da aynıdır. Zinâkârın,
lezbiyenin yada gay’lerin cezâsı, “halkın önünde” olmak üzere, meselâ “canlı
yayında”, bir acıma da göstermeden 100’er değnek vurulma ve (Allah onları
affedene ve bir “yol” açana kadar) ev hapsinde tutulmalarıdır. Zâten İslâm’da -bildiğimiz
anlamda- hapishâne yoktur ve olmaması gerekir. Çünkü hem başta söylediğimiz
gibi affedilmeyecek suçlarda suçluyu geçici olarak belli bir süre hapishânede
yatırmanın anlamı yoktur, hem de suçun belirlenmesi için cezânın uzun süreler
için ertelenmesi yoktur. “Suç belliyse cezâ da bellidir” çünkü. Belki bâzı
karışık suç durumlarında suçun açıklığa kavuşturulması için suçlunun bir-kaç
günlük süre boyunca tutulacağı “tutuk evi” denilebilecek yerler olmalıdır
karakollarda. İftirâ suçunda da 80 değneği yine vurmalı ve bu kişilerin
şâhitlikleri ömür-boyu kabûl edilmemelidir.
İslâm’da “namaz kılmadı”, “oruç
tutmadı”, “hacca gitmiyor” vs. diye cezâ veril(e)mez. En azından insanlar böyle
bir cezâ veremez. Fakat bu kişilere karşı bir “mahâlle baskısı” olursa, ona da diyecek
ve yapılacak bir şey yoktur. Zîrâ mutlakâ bir “mahalle baskısı” olacaktır.
Çünkü meselâ herkesin yemek yediği bir sofrada, herkes yemek yerken sofrada
bulunanların bâzıları yemek yemiyorsa, o kişiye “neden yemediğinin” sorulması çok
normâl olacağı gibi; müslümanların arasında yaşayıp, üstelik “müslüman” olduğunu
söylediği hâlde namaz kılmayan ve oruç tutmayanlara neden namaz kılmadığının ve
oruç tutmadığının sorulması ve bu konuda bi-ince üzerine gidilmesi normâldir.
Tabî ki yine de zorlama yapılamaz. Belki sâdece hafif bir tâzir yapılabilir. Allah’ın
vereceği cezâyı hiç kimse vermeye kalkışamaz. Tabi zekât konusu farklıdır. Zekât
biraz da toplumsal bir konu olduğu için mutlakâ verilmelidir ve zâten İslâm’da
zekât kişisel şekilde verilebilse de aslında “devlet kontrôlünde” toplanıp
dağıtılması çok daha uygun olacaktır. Hz. Ebubekir’in zekât vermeyenlere savaş
açtığını da hatırlamak gerekir.
“Mürtedin öldürülmesi”
konusuna da değinecek olursak.. Mürted her durumda değil ama bâzı durumlarda
öldürülebilir. Nasıl ki vatanın hâinleri îdam edilerek öldürülüyor ve insanlar
bunu normâl ve haklı görüyorlarsa; İslâm’da da, dinden dönerek,
dîne-müslümanlara zarar vermenin cezâsı ölüm olabilir. Din ve İslâm Devleti
önemsiz bir konu ve önemsiz bir yapı değildir ki!. Vatanın hâinleri olduğu gibi,
dînin de hâinleri olabilir ve bu ihânetin cezâsı ölüm olabilir. Tabi bu cezâyı
verecek olan İslâm Devleti’dir. Fakat mürted yâni dinden dönen kişi; “bu dîni
mantıklı bulmadım, aklıma yatmadı, bu nedenle bu dinde kalmak istemiyorum ve
çıkıyorum” derse ve dîne ve müslümanlara da düşmanlık göstermezse onun
öldürülmesinin bir gerekçesi de ol(a)maz. Üstelik onların tekrar tevbe etmesi
de olasıdır. Artık onun durumu Allah’a kalmıştır. Zâten “dinde zorlama
olmaması” da bu demektir. Tabî ki bu durum istenen bir durum değildir. Zâten
Kur’ân’da da şöyle denir:
“..Sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak
ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de
boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217)
“Gerçek şu, îman edip sonra inkâra sapanlar, sonra
yine îman edip sonra inkâra sapanlar sonra da inkârları artanlar… Allah onları
bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir” (Nîsâ 137).
Âyetlerin de söylediği gibi;
îmandan sonra dönenlerin cezâsı Allah’a âittir ve bu cezâ âhirette
verilecektir. İnsanların, (eğer bir düşmanlık söz-konusu değilse) bir mürtedi
öldürmeleri doğru değildir.
Zıhar yâni kişinin “karısını
annesine benzetmesi” nasıl köle âzâd etmek, 60 fakiri doyurmak yada 2 ay oruç
tutmayı gerektiriyorsa, “anneyi eşe benzetmek” de aynı yaptırımı gerektirir.
Türkler bunu söylem olarak çok dile getirmektedir ve “anam avradım olsun” diye
yemin etmektedirler. Bu durum aynı cezâyı gerektirir.
Sinan Ulu: “Cezâlar ancak
insan fıtratı dikkate alındığında caydırıcı olur ve olumlu sonuçlar verir. Bu
ise “fıtrat dîni” olan İslam’dan başka bir sistemle elde edilemez” der.
İslâm Devleti’nde had cezâları
kesinlikle uygulanır. Çünkü bunlar zâten Allah’ın emridir. Zîrâ toplumsal düzen
ve güvenlik ancak bu uygulamalarla sağlanabilir. Fakat uygulanacak cezâlar
sâdece “uygulanmış” olsun diye değil, “bir çözüme kavuşulsun diye” uygulanır ve
bu konuda kişiye göre bir ayrım da yapılmaz.
En önemli şey de şudur ki;
İslâm’da kişilerin affetme yetkisi olsa da, had cezâsı verme yetkisi yoktur.
Cezâyı uygulayacak olan, devlettir. Zâten İslâm Devleti’nin mutlakâ olması büyük
oranda bu nedenledir. Cezâyı kişi kendisi kestiğinde “kan dâvâsı” ve
“misilleme” çıkması çok olasıdır. Bu nedenle cezâyı devlet uygulamalıdır. Çünkü
“cezâyı veren sonradan bir cezâ görmemelidir”. Böylece hem cezâ kesilerek
adâlet yerini bulmuş, hem de mağdurun yüreği soğumuş olur. Böyle olunca da
mesele kapanır gider.
Kur’ân’da “cezâsı
belirlenmemiş” suçlar, İslâm devletinde “ictihad” ile belirlenip uygulanabilir
ki, bu belirleme, “Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olup aykırı olmama” kuralına göre
olur.
Şu da var ki, şeriatta ithamlar (suçlamalar), ancak
kesin olarak ispât edildikten sonra bir değer ifâde eder.
Bir de; “ebediyen
affedilmeyecek” olan bir “şuç”-“günah” da vardır ki, bu “şirk”tir. Şirk, eğer
tevbe edilmediyse “ebedî cehennem cezâsı-azâbı” demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder