26 Ekim 2017 Perşembe

Lüks ve Moda Üzerine

 


“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

Lüks: “Giyimde, eşyâda, harcamada aşırı gitme, gösteriş, şatafat. Gösterişli, şatafatlı. Gerekli olanın sınırlarını aşan” (TDK) anlamlarındadır.

 

Lüks aslında; “birinde olup da, diğerinde ol(a)mayan mal” anlamındadır. Lüksün “lüks” olması için, lüks olan şeyin sâdece az bir kesimde bulunması gerekir. Eğer bir mal herkeste bulunabiliyorsa ve herkes o malı rahatça alabiliyorsa ortada lüks-müks kalmaz. O hâlde lüks, farklılıkların ve eşitsizliğin en önemli göstergesidir.

 

Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-konformist-demokratik-emperyâlist-hazcı-bencil sistemlerin bir sonucudur lüks eşyâ. Zîrâ seküler sistemler lüksten ve gösterişten beslenir. Böylece insanlar birbirlerini görerek o lüks mala ulaşmaya çalışırlar ve onu elde etmek için gereğinden fazla parayı hiç çekinmeden harcayabilirler. Tabi bu durumdan en çok da o malı üreten sermâyedarlar kazançlı çıkacaktır. Fakat ilginç bir durum vardır ki, lüks mal, ona herkes ulaştığında “lüks” olmaktan çıkar ve artık daha lüks mallar üretilmeye başlanır ve o lüks mala yine sâdece az bir kısım “mutlu azınlık” ulaşabilirken, çoğunluk yine o lüks malı sonradan tâkip edecek ve ona tam ulaşmışken o lüks mal “lüks” olmaktan çıkacaktır. Bu deverân, kişinin ölümüne kadar sürecek ve sonra da bu çark yeni nesillerce döndürülmeye devâm edecektir. Aslında bu büyük bir kısır-döngü ve kandırmacadır.

 

Malın sağlam ve estetik olması önemlidir fakat lüks mal tüm zamanlarda, hak ettiğinden çok-çok daha fazla bir fiyatla satılmıştır-satılmaktadır. Zâten lüksü lüks yapan şey de, o malın pahalı satılmasıdır. İnsanlar aslında bile-bile o mala fazla para verirler. Çünkü nefsleri, “diğerleri”ne göre “ayrıcalıklı” olmayı emreder ve bu ayrıcalığın görece zevkini tatmak isteyen insanlar da o mala hakkından fazla parayı vermekten gocunmazlar. Söz-konusu, “garibanın hakkı” olunca üç kuruşun hesâbını yapan yavşaklar, iş lüks mala ve modaya para vermeye gelince pazarlık bile yapmazlar. Pazarlık yapmazlar, zîrâ “rezil” olmak istemezler. Lüks malın pazarlığı mı olur?. Evet; lüksü lüks yapan, malın “iyi mal” olmasından ziyâde, fiyatının yüksek olması ve onun çok iyi bir mal olduğu yalanının şişirilmesidir. Demek ki “lüks” demek, “pahalı olan” demektir. Fakat bu pahalılık sûni bir pahalılıktır. Çünkü ona herkes ulaşmaya başladığında o malın fiyatı normâl ve doğal sınırına geriler. Buna göre lüks demek, “yeni çıkan” ve görece “iyi olan” o mala, herkesten önce ulaşabilmek demektir. Zâten moda olan da, yeni çıkan bu lüks mallardır. Lüks olmayan, moda da olmaz. O hâlde “modayı tâkip etmek”, “lüksü tâkip etmek” demektir.

 

Teoman Duralı lüks hakkında şunları söyler:

 

“İslâm’ın yasakladığı iki aşırı nokta var: Biri sefâlet, öbürü sefahat. Sefahatin latincesi luxus’tur. Fransızcaya luxe diye geçmiştir. Luxe, ‘lüzûmundan fazla aşırı ışık’ demektir. Şuraya bir ışıldak dikiyorsunuz ve oradan bilmem kaç voltluk ışık çıkar. Işık neye yarar?. Görmeye yarar. Gösterir mi o aşırı ışık?. Hayır, göstermez, gözünüzü alır. Bütün mesele dengeyi yakalamaktır ki, bu da bahsettiğiniz hayâtî ihtiyaçlardır. Buna karşılık aşağı-yukarı 200 yıla yakın zamandır tutulan yol doğal ihtiyaçların karşılanması değil, ihtiyaç yaratmaya yöneliktir. Üretim aslında ihtiyâcı karşılamaya yarayan îmâlattır. Bugün üretim, tüketimi kamçılamak üzere yürütülen bir olaydır. Buna ön-ayak olan teknolojidir, fendir. Îcât edildiği yer İslâm medeniyetidir. Müslümanlar İslâm medeniyetinde 10. yüzyılda ortaya çıkarıyorlar teknolojiyi ama kullanmıyorlar. Çünkü tüketime, sınırsızlığa ve zarara yönelik olduğunu görüyorlar. Bunun kullanılması ancak sermâyeciliğin ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur ve 1730’lardan îtibâren İngiltere’de ortaya çıkan sermâye ideolojisi fenni kullanarak sanâyiyi yaratmıştır, sanâyi devrimi yapılmıştır. Sanâyi devrimi yaşamımızı tüketime odaklamaktadır, tüketim üzerine binâ ediyor. Bugün ihtiyaç maddesi diye kullandıklarımızın çok büyük kısmı, yüzde 90’ı lüzumsuzdur, luxustur”.

 

İslâm’da ise lüks mal hem yoktur hem de yasaktır. Bu nedenle de İslâm’da lüks yoktur, olamaz. Zîrâ İslâm’da eşitsizlik ve aşırı farklılaşma yasaktır. Zâten dînen de haramdır lüks tüketim. Çünkü bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, o zaman o mal kime lükstür ki!?. Garibana mı?. Evet, lüks, “gariban için lüks”tür. Meselâ Cip (Jip) arabalar, güzel, sağlam ve çok konforlu arabalardır. Fakat müslümanlar, açlıktan-susuzluktan ölenlerin olduğu, yatacak yeri olmayanların bulunduğu, üstlerine bombalar yağdığından, gidecek yerleri olmayanların gün geçtikçe çoğaldığı bir dünyâda cip şeklindeki pahalı arabalara bin(e)mezler. Bunun nedeni, o arabaların kötü olması değildir, lüks olmasıdır. Eğer herkes, istediğinde o arabaları alabilecek bir durum olursa, yâni o arabalara binmek “lüks” olmaktan çıkarsa, artık cip alınıp binilebilir. Demek istediğimiz şey şudur ki; sorun lüks malın kendisi değildir. Sorun, lüks denen o malların herkesin alamayacağı bir fiyatta olmasıdır.   

 

Lüks, ancak çok sayıda insan kümeler hâlinde bir-arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişâm, berâberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. İnsanlar arasında vârolan saf bağlılık, yalınlık ve sâdelik yozlaşmaya başlar. Oysa sâdeliğin müthiş bir estetiği vardır ve bu estetik huzûr verdiği gibi, hiç kimseyi rahatsız da etmez. İnsanları rahatsız eden şey, lüksün, gösterişli ve pahalı olmasıdır. Başkalarının sizdeki bir eşyâya meftun olması aslında rahatsızlık vericidir ama şeytan bunu tersine çevirir ve lüks mala sâhip olanlar o malla övünüp hava atmayı ve güyâ ayrıcalıklı olmayı sevmeye başlamışlar ve artık bu durum onların yaşam-tarzları olmuştur. Peygamberimiz işte bu nedenle “lüks mal” merkezli dünyâ sevgisini sınırlandırmaya çalışmıştır ve şöyle demiştir:

 

“Sizin için korktuğum şeylerden biri, Dünyâ’nın süs ve güzelliklerinin (lüksün) size açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81).

 

Bir yazıda Peygamberimiz’in yaşam-şeklinin, Medîne’de devlet başkanıyken bile değişmediğinden ve lükse ve ihtişama dönüşmediğinden şu şekilde bahsedilir:

 

“Medîne dönemindeki genişleme ve bir-çok zaferin ardından da Hz. Muhammed’in sâde yaşamı değişmedi. Hindistanlı psikolog ve felsefeci Koneru Ramakrishna Rao, Hz. Muhammed hakkında söyle demiştir: ‘Şartlar değişti ama Allah’ın elçisi değişmedi. Zaferde ve yenilgide, güçlü zamanda ve sıkıntılı zamanda, zenginlikte ve yoksullukta, aynı kişiydi, aynı karakteri sergiledi. Allah’ın bütün âdetleri ve yasaları gibi Allah’ın peygamberleri değişmezdir. Kazanılan zaferlerin imkânlarıyla kendisine ve âilesine büyük mâlikâneler, saraylar yaptırmadı. Hasırda uyudu, lüksten debdebeden nefret etti, odasını süpürdü,mi inşaatında taş taşıdı, herkes gibi giyindi, kıyâfetini yamadı, etrâfındaki insanlar ne yiyorsa onu yedi. Ben melik değilim; sâdece sizden biriyim diyerek sıradan yaşamı benimsedi. Dâvâsını hiç-bir zaman için dünyevî çıkarları elde etmek için bir araca dönüştürmedi. Çok sıradan yöneticiler bile bir-çok ortamda hemen fark edilirken, kendisinin peygamber olduğuna inanan arkadaşlarının yanında o kadar sâde bir hayat-tarzı benimsedi ki,  o topluluğa girip de onu tanımayanlar ‘hanginiz Muhammeddiye sordular. Öldüğünde ise bir-kaç koyun ve bir kılıç gibi, yok denecek kadar az bir mal-varlığını mîras olarak bıraktı. ‘Onlardan bâ kesimlere, kendilerini sınamak için dünyâ-hayâtının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır’ (20-Tâ-hâ Sûresi 131) âyetinin gereği olarak, dünyevî menfaatleri elde etmek hiç-bir zaman amacı olmadı.

 

Müslümanlar lüks hayat-tarzından uzak durmalılar ve doğal ve normâl bir hayat-tarzı yaşamalıdırlar. Bu, dünyâ-merkezli değil de, âhiret-merkezli bir yaşam-şeklidir. Zâten Kur’ân da bunu emreder ve önerir:

 

“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ hayâtının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 60).

 

İnsanlar ihtişâma ne kadar da âşık. Nasıl da seviyorlar. Oysa mü’minler için bu durum bir felâkettir. Zîrâ sapmanın başı dünyâ sevgisidir. Allah, ayrıcalıklı ve aşırı gösterişli olana karşıdır ve bu nedenle de azâbını göndererek böyle yerleri yerle bir eder:

 

“Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz” (Şuârâ 149).

 

“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?. Ölümsüz kılınmak umûduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuârâ 128-129).

 

Allah saraylara-köşklere-kâşânelere vs. gıcıktır. Hiç sevmez ve ara-ara batırır o yerleri:

 

“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine?. Yüksek sütunlarla dolu İrem’e?. Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a?. Ve kazıklar sâhibi Firavun’a?. Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her-an gözetlemededir” (Fecr 6-14).

 

İslâm’a mâl olmuş bir söz vardır: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanamaya başlarsınız”. İnsanlar, ama özellikle de müslümanlar, inandıkları gibi yaşamadıkları için yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar ve zâten bu kadim bir sapmadır. Allah Kur’ân’da, inandığınız gibi yaşamayı emrediyor ve zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz de bunun örnekliğini en güzel şekilde sergilemiştir. Örneklik apaçık ortadadır. Fakat bu örnekliğe göre yaşamak müslümanlara zûl geliyor ve şeytan da, “bu şekilde yaşayamazsınız, en iyisi mi siz yaşadığınız gibi inanın” diye fısıldıyor uşakları olan tâğutlara ve tâğutlar da Dünyâ’yı bu minvâlde düzenliyorlar. .

 

Lüks mal, oyalayıcı ve saptırıcıdır:

 

“Mûsâ dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişâm) ve lüks mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?). Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).

 

Siyon Protokôlleri’nin 6.sında: “Yahudi olmayanların sanâyisini tamâmen çökertmek için Yahudi olmayanların arasında geliştirdiğimiz lüksü spekülâsyonun yardımına getireceğiz. Çünkü lüks için hırslı talep, her-şeyi yutup bitirmektedir” denir. Demek ki lüks denen şey, bir projedir.

 

Bir İslâm ülkesinde israf yoktur, lüks yoktur, ol(a)maz. Meydana gelen ekonomik krizlerin sebebi de lüks ve modadır zâten. Lüksün ve modanın yasak ve haram olduğu İslâm ülkesinde ekonomik kriz, enflâsyon, devalüasyon gibi şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler olmaz. Tabağı-tencereyi alıp da “açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, gelir düzeyindeki uyum sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar görülmez. Enflasyonu, devalüasyonu, ekonomik krizleri vs. çıkaran ve hattâ büyük imparatorlukların bile çöküşüne neden olan şey “lüks tüketim”dir. Lüks mal, piyasayı aşırı yükseltir ve artık aşırı yükselen mallar satılamamaya yada borç ile alınan malların borcu ödenememeye başlar ve böylece şişen mallar ve paranın yokluğu çeşitli krizler ortaya çıkarır. İbn-i Hâldun, “toplumların çöküş ve tükenişinin, yöneticilerin lüks, gösteriş ve yolsuzluklara yönelişinde” olduğunu söyler.

 

Lüks ve sefahat içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler. İpek böceğinin kozasını örmesi ve işin bitirip kozasını kapatınca da merkezde yok olması gibi.

 

İbni Haldun, devletleri belli bir süre sonra yıkıma uğratan şeyin lüks tüketim” olduğunu şu şekilde anlatır:

 

“Devlet olmak, bolluk ve lüksü gerektirir. Bu durumda alışkanlıklar ve harcamalar artar ve gelirler giderleri karşılamaya yetmemeye başlar. Sonuçta fakirler yok olurken, zenginler ise bütün harcamalarını lükse yöneltirler. Bu da kendilerinden sonraki nesillerde de artarak devâm eder ve artık harcamalarının tamı bile lükslerini ve alışkanlıklarını karşılamaya yetmez. Hükümdarları zamânı geldiğinde ihtiyaç duyup varlıklı kesimden savaşlar için harcama yapmalarını istediğinde bunun için ellerinde hiç-bir şey bulamaz ve müsrifliklerinden dolayı onları türlü cezâlara çarptırır. Çoğu zenginin ellerindeki malları alır, kendi oğullarına veyâ devletin hizmetinde bulunanlara verir. Böylece onları durumlarını düzeltemeyecekleri kadar zayıf bir hâlde bırakır ve aslında varlıklı sınıfın zayıf düşmesiyle hükümdarlar da zayıf düşer.

 

Aynı-şekilde, devlet içinde israf arttığında, devletin verdiği maaşlar ihtiyaçları ve harcamaları karşılamadığında, hükümdar onların açıklarını kapatmak için maaşlarını artırır. Oysa vergilerin miktarı bellidir ve bunlar ne azalır, ne de artar. Yeni vergiler konulsa bile, bununla sağlanacak artış da sınırlı olacaktır. Toplanan vergiler maaş olarak dağıtıldığında, bu artış her birinin lüksünü ve harcamalarını artırır; ancak buna karşılık devleti koruyanların (ordunun) sayısı da maaşların artışından önceki sayısının altına iner. Sonra lüks ve isrâfın artışına bağlı olarak maaşlar yeniden artırılır ve aynı-şekilde ordunun sayısı da düşer. Bu durum askerlerin sayısı en az orana inene kadar defâlarca tekrâr eder. Böylece devletin korunması zayıflar, yönetim kuvvetten düşer ve bu durum komşu devletlerin veyâ kendi yönetimi altındaki kabîlelerin ve asabiyetlerin cesâretini artırır. Sonuçta Allah’ın, bütün mahlûklar için takdir etmiş olduğu yok olmak kaderi onun için de gerçekleşir. Yine şehirleşme konusunda bahsedileceği gibi, lüks, insanlarda meydana getirdiği pek-çok kötü alışkanlıklarla insanların ahlâkını bozar. Evet, lüks, devletin (devlete ulaşmanın) alâmeti olan iyi özellikleri insanlardan götürür ve onları Allah’ın ‘yıkılışın ve çöküşün alâmetleri’ kıldığı kötü özellikler ile donatır. Böylece kötülükleri esas alan devlet günden-güne zayıflar, yaşlılık döneminde görülen müzmin hastalıklara yakalanır ve nihâyet ortadan kalkar.

 

Başlangıçta devlet bedevî özelliklere sâhip olduğu için, halka karşı şefkatli, harcamalarda ölçülü, haksız yere halkın malını yemekten uzak, çok vergi toplama amacı gütmeyen, tâcirlerin her alış-verişinden vergi almaktan kaçınan ve vergi mêmurlarından ayrıntılı hesaplar istemekten uzak bir yapıdadır. Dolayısıyla bu dönemde, harcamalarda aşırıya gitmeyi gerektirecek sebepler ve buna bağlı olarak çok fazla paraya da ihtiyaç duyulmaz. Sonra devlet güçlenir, sınırları büyür, hükümdarlık özelliklerine bürünür, idâreciler lüks ve sefahate yönelirler ve böylece harcamalar artar. Hükümdârın, devlet-adamlarının ve hattâ şehirde yaşayanların giderleri genel olarak çoğalır. Bu durum  askerlerin ve devlet-adamlarının maaşlarının yükseltilmesini gerektirir. Sonra lüks ve isrâfın artmasıyla harcamalar daha da çoğalır ve bu durum halk arasında da yaygınlaşır. Çünkü insanlar yöneticilerin dîni ve alışkanlıkları üzere yaşarlar.

 

Müslümanların, zamânı da boşa geçirecek bir lüksü olamaz. Boşa geçirecek zamanları yoktur zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret merkezli bir yaşama ayırdıkları yada ayırmaları gerektiği için, tâğûti hiç-bir iş için boş vakitleri olmaz. Zâten zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve dolayısıyla bir boşluk olmadığı için şeytan araya girecek bir fırsat dâhi yakalayamaz ve onları lüks ile oyalayamaz.

 

Lüks demek, “kast sistemi” demektir. Kast sistemi, “birileri ulaşabilirken diğerlerinin ulaşamaması ve ulaştırılmaması” demektir. Kast sistemi, modern şekilde hâlen sürmektedir. Birileri kolayca ve mebzûl miktarda ulaşabilirken, diğerleri yanından bile geçememektedir.

 

Kur’ân çalışmaları da lüksleşti. 7 yıldızlı otellerde yapılan “lüks ribatlar” (ki onlara “ribat” denmesi mümkün değildir), lüksün bir göstergesidir ve müslümanların da artık lükse meftûn olduklarının bir delilidir. Klimalı-konforlu-lüks mekânlarda “anlama” denilen “özürlü çalışmaları” yapmakla hiç-bir şey değişmez. İsterse anlatılmak istenen şey en iyi ifâdelerle söylenilmiş olsun. Oradan çıkacak olanlar idrak değildir, “kuru mâlûmatlar”dır sâdece ve bir-zaman sonra tekrar hatırlatılmaya ihtiyaç hissettirir. Bu nedenle “harekete geçirici” değildir.

 

Yine hasta-hâneler de lüksleşti ama hastalıklar hızla ilerliyor ve hastalıklara bir derman bulunamıyor. Bu açık da hasta-hânelerin lüks ile donatılmasıyla kapatılmaya çalışılıyor. Değişik ve gelişmiş(!) tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahsedilerek insanlar kandırılıyor. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Lüks cihazlardır. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramaz. O “süper cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek, “tedâvi etmek” demek değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu lüks cihazların olmasıyla olmaması arasında fark yoktur.

 

Bir de, servet, zenginler söz-konusu olunca ihtiyaç, fakir söz-konusu olunca “lüks” oluyor. İslâm hukûkunda ihtiyaç, genel olsun-özel olsun, zarûret sayılır. Zâten fıkıhta “ihtiyaçta zarûret” denen bir anlayış vardır. Atasoy Müftüoğlu:

 

Hayâtın her alanını, kimliksizliği, kişiliksizliği, içeriksizliği, yüzeyselliği, anlık ve günlük ilgileri, gösteriyi ve gösterişçiliği temsil eden, sonradan görmeliği temsil eden modalar işgâl etmiştir. Giyim-kuşamda, düşüncede, entelektüel alanda, kültürde, moda tercihlerde, bugün önemli olan yarın tamâmen önemsizleşiyor, unutuluyor, değersizleşiyor. Hangi alanda olursa-olsun, moda tercihler, kararsız, sorunlu,  konjonktürel kimlikler üretiyor. Moda tercihlerle bireyler, kendilerini dış görünüşleri, maddî varlıkları ve simgesel araçlarla belirsiz ve anlamsız ifâde biçimleriyle ifâde ediyor. Bireyler gerçek kimliklerini aslâ yansıtmayan, koşullara göre belirlenen imajlara göre vârolmaya çalışıyor.

 

Konformist bir kültür/toplum, her durumda hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için de statü tezâhürü hâline gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu olmaktan çok bir patoloji konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir hayat-tarzı, “servete tapmak” demektir” der.

 

Kur’ân’da, servetin eşitsiz dağılımı kınanır ve yasaklanır:

 

 Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu [lüks] mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

 

Lüks mal haramdır, çünkü lüks, bölücüdür. Lüks kime göre lükstür?. Tabî ki sâdece birilerine göre. Herkese göre değil. Zâten o zaman lüks olmaz. Bir şeyin lüks olması için birinde olması, binlerce kişide ise olmaması gerekir. Lüks isteyen kişi, o lüksün sâdece kendisinde yada kendi gibi bir kesim insanın elinde olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip olmamasını, böylece ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın böyle bir şeyi kabûl etmesi düşünülemez.

 

“Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre, büyüyen lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıdâ masrafı 30 milyar dolardır. Her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölmektedir. Bain Company tarafından açıklanan “Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre, 2014 yılını %3 büyüyerek 250 milyar dolar ile kapatan küresel lüks tüketim-malları pazarının, sonraki yıllarda %2 ilâ %4 oranında büyümesi bekleniyor. Dünyâ’nın bir yılda savaşa harcadığı para ise 14,3 trilyon dolar. Birleşmiş Milletler’e bağlı Gıdâ ve Tarım Örgütü’nün Dünyâ gıdâ gününde açıkladığı rapora göre ise yer-yüzünde 805 milyon insan açlık çekiyor. Yâni her 9 insandan biri aç ve her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Dünyâ üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıktı. Rapora göre Dünyâ’da açlıktan ölen insan sayısı, hastalıklar yüzünden ölen insan sayısından daha fazla. Dünyâ’nın 37 ülkesinde gıdâ krizi yaşandığını belirten FAO, Dünyâ’da 750 milyar dolarlık gıdanın da çöpe gittiğini belirtiyor.

 

Moda: “Değişiklik ihtiyâcı veya süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici yenilik. Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük. Geçici olarak yeniliğe ve toplumsal beğeniye uygun olan” (TDK) anlamlarındadır. Dikkat edilirse öne çıkan anlam “geçicilik”tir.

 

Moda: “Modern olan, hemen, şimdi olan, yeni olan, geçici olan. Aynı modayı, aynı şekli-tarzı, moda-mod sürekli tâkip etmek, modaya uymak” anlamındadır. Modern olmak, “aynı tarzda olmak” demektir. “Herkesle aynı modda kalmaktır” moda. Modernizmin başarılı insan anlayışı şudur: “En başarılı insan, modayı en iyi tâkip edebilen insandır”. Celaleddin Vatandaş moda hakkında şunları söyler:

 

“Yaygın bir tanımlamayla, belirli bir grup insan tarafından, belirli zaman ve mekânda kullanılan ve kabûl edilen egemen giyim tarzı olarak anlam kazanmaktadır. Moda, bir istatistik terimi olan ‘mod’dan gelmektedir. Mod belirli bir sayısal dizide en çok tekrarlanan sayıyı ifâde etmektedir. Dolayısıyla moda da en çok tekrarlanan şeyle, yaygın olan şeyle ilişkilidir. Bir toplumda bir veyâ bir-kaç kişinin yaptığı bir iş tuhaf karşılanırken, çoğu kimse tarafından yapıldığında kabûl edilen bir değere dönüşebilmektedir ve bu moda olarak açığa çıkmaktadır. İşçilerin giyindikleri yırtık blucin moda değildi ama sosyo-ekonomik statüsü görece yüksek kesimlerin ve özellikle de gençlerin yaygın giyinmesiyle yırtık blucin moda olmuştur. Moda ile yaygınlık arasında güçlü bir ilişki olduğu içindir ki Le Petit Robert sözlüğü modayı belirli bir toplumda uygun görülen ortak zevkler, geçici yaşama ve hissetme biçimleri’ olarak tanımlamıştır. Moda’nın kökeni ile ilgili görüşlerden bir diğeri de moda’nın (mode), Latince oluşmayan sınır anlamındaki ‘modus’tan geldiği biçimindedir. Moda, sâbitesi olmayan, sürekli değişen bir şeydir. Ancak eğer sâbite olarak ifâde etmek gerekirse bunun da değişkenliği olduğu söylenebilecek bir şeydir. Modanın  İngilizce karşılığı fashiondır ve adâlet, usûl, biçim, şekil, tarz, üslûp, davranış, kibar sınıf hayâtı, üst tabaka, yüksek zümre gibi bir-çok anlama karşılıktır.

 

Moda insanın kişilik özelliklerini değersizleştirilerek veyâ ihmâl ederek, sâdece dış görünümü değerli hâle getirmektedir. Bireyin kişilik özelliklerine, derinlikli niteliğine değil de görünenine ilişkin olduğu içindir ki modanın felsefesini inşâ edenlerden Oscar Wilde modayı şöyle tanımlamıştır: Dış görünüşe göre karar vermeyenler, olsa-olsa sığ insanlardır. Dünyâ’nın gerçek gizemi, görünmeyende değil, görünür olandadır’.

 

Bireysel açıdan moda: ‘İnsanların birbirlerine benzeyerek farklılaştıkları bir oyun’dur. Cinsellik açısından; görünüşün yenilenmesi yoluyla, erotik çekicilik aracıdır moda. Ekonomik açıdan; gereksiz şeyler tüketiminde bir değişiklik, servetin gösteriş amacıyla tüketilmesinin düzenlenmesidir. Hiyerarşik açıdan; moda insanın kendi toplumsal konumunu  saptama, böylece de belirli bir toplumsal sınıfın üyesi olduğunu gösterme aracıdır; modayı izlemek pahalı bir şeydir çünkü”.

 

Moda, henüz eskimemiş olan bir eşyânın, modanın sürekli ve hızlı değişimi ile “kullanışsız” hâle getirilmesi ve yenisini üretip satmak-almak için ortaya çıkarılmış kapitâlist bir projedir. Moda bir kandırmacadır ve bu kandırmacada en çok şu motto kullanılır: “Sen her-şeyin en iyisine lâyıksın”.

 

Moda bir din hâline gelmiştir ve artık modayla ilgilenmeyen kimse kalmamıştır. Moda artık her yerde konuşulur ve belirlenir olmuştur. Okullar sigara, içki ve uyuşturucu maddelerinin başlama yeri olmaktan başka, modanın tâkip-merkezleri hâline gelmiştir. Gençler birbirlerine bakarak modayı bir şekilde tâkip etmek arzusunadırlar. Derslerini tâkip edeceklerine, sıkı-sıkıya modayı tâkip etmektedirler.

 

Artık müslümanlar da modayı moda-mod tâkip ediyorlar. Allah’ın bir emri (tavsiyesi değil) olan başörtüsü de modanın ifsâdına uğramıştır-uğramaktadır. Moda, “dikkat çekici olan” demektir. Oysa başörtüsü, “dikkat çekici” olamaz. Zâten tesettür, “dikkat çekmeyi önlemek için” vardır. Peygamberimiz, kendisine sorulan “nasıl giyinelim” sorusuna, “kendinize baktırmayın, dikkat çekmeyin” diye cevap vermiştir. Oysa moda bunun tam tersini yapmakta ve o şey ne kadar çok dikkat çekiyorsa, en popüler yâni moda olan o olmaktadır. Moda, eşyâyı, âit olduğu yerinden ederek ona zulmediyor yada başkalaştırarak ifsâda uğratıyor. Ramazan Kayan:

 

“Tesettür de modalaşmakta gecikmedi. Tesettürden teşhire geçişte insanımız zorlanmadı. Kadının zînetini örtmek amacına yönelik olan tesettür, bu-gün kendisi zînetleşti. Vücûdu örtmesi beklenirken, tesettür üzerinden vücut gösterisi teşvik görüyor. Tesettürün felsefesi zedelendi. Amacı unutuldu. Hikmeti kayboldu. İsrâfı teşvik eden, hazları yücelten, arzuları kışkırtan, tüketimi tahrik eden bir seyirlik ve reklâmlık öğeye dönüştü örtü. Kadını vitrine taşıyan modernizm, bizâtihi kadının varlığına kastetti. Örtü, “dürtü vesîlesi” oldu” der.

 

Modern insan bir-birlerine çok benziyor. Bakınca herkes birbirinin aynısı olmuş. Bunun nedeni modadır. Moda, zengin-fakir arasındaki “modayı önce-sonra tâkip etme devarânı”dır. Moda, geçmişle bağı koparma ve sürekli kopuk tutma ameliyesidir. Zâten “moda”nın “mod”uyla, “modern”in “mod”u aynı köktendir. Atasoy Müftüoğlu moda hakkında şunları söyler:

 

“Târih boyunca hiç-bir moda-akımının bireylerin ve toplumların kültürel hayâtına bir nitelik kazandırdığı görülmemiştir. Moda-akımlar büyük bir anlam, nitelik ve düzey yoksunluğu içerisindedir. Moda-akımlar kopya ve sahte bir kültürle, bilgiye ve kültüre dayalı bulunmayan medya sisteminin de yardımıyla kültürel paranoyayı büyütüyor. Modaların ve moda-akımların diktatörlüğü, değer-sistemlerinin yıkılmasına, hayâtın her alanının ticârileştirilmesine, bayağılaşmasının somutlaşmasına neden oluyor, düşünsel ve kültürel hayatta niteliğin, kalitenin, beğeninin, estetiğin çöküşünü hazırlıyor.

 

Modaya uymak, asalak olmayı da yanında getirir. Zîrâ “son moda” ürünleri giyenler herhangi bir iş yapamaz ve sâdece gösteriş yaparlar. O hâlde moda bir kompleksin sonucudur. Kendisini insanlığıyla, rûhuyla ve kaliteli eylemleriyle gösteremeyenler, moda ürünlerini üstlerine giyerek kendilerini göstermek ve kabûl ettirmek istiyorlar ki aslında bu, “rûha yapılmış bir yama”dır. Evet; “moda bir yama”dır.

 

Moda, “o anda popüler olan şey”dir. Fakat bir süre sonra tüm moda olanlar “de-mode” olacaktır. O hâlde modayı tâkip edenler, aynı-zamanda de-modeyi de tâkip ediyorlar demektir.

 

Geleneksel toplumlarda moda olmaz. Çünkü toplumlar arasında bâriz farklar yoktur ve herkes birbirini bilir. Bu nedenle moda, modern-seküler kentlerde çıkmak zorundadır. Fakat ilginçtir, moda hiç-bir zaman sorgulanmaz ve eleştirilmez. Zîrâ “modern” demek “yeni olan” demektir. Yeni olanı eleştirmek “moderni eleştirmek” demek olacağı ve moderni eleştirmek de kişiyi gerici ve ilkel göstereceği için eleştiri konusu edilmez. Moda da dâima “modern” olduğu için hiç-bir eleştiri yapılmaz modaya. 

 

Moda “tepeden inme” bir şeydir. Üstten aşağıya doğru yayılır. Bu “tepeden inme” sürekli olarak devâm eder. Moda bir tüketim kültürüdür, gösterişe dayanır. Moda, ihtiyaçtan ihtirasa geçişin adıdır. Moda bir “zihniyet değişimi projesi ve kandırmacası”dır. Moda, “insanın inandığı gibi yaşamayı bırakıp yaşadığı gibi inanmaya başlaması”nın startıdır.

 

Moda “toplum hayâtına giren geçici yenilik”tir. Sürekli tekrâr eder ve hayâtiyetini bu tekrardan sağlar. Seçkinler(!) modayı üretir, garibanlar taklit eder tüketir. Moda, herkes tarafından kullanılmaya başlanınca yeni bir moda, seçkinler tarafından üretilir. Bu böyle sürer gider.

 

Moda, sağlam bir ürünün sûnî olarak eski gösterilmesi ve değiştirilmesi, dolayısı ile isrâf edilmesine dayanır. İsrâfa düşmeden modaya uyulamaz. Moda mecbûren, insanları bir-örnekleştirir. Aynı şeylerin alınıp kullanılmasını dayatır. Çünkü modaya uymayanlar gerici, ilkel ve bağnaz olarak görülürler.

 

Moda, teşhirciliği normâlleştiren şeydir. Teşhir içeren bir eşyâ moda olmadan önce kullanıldığında absürd olarak görülürken, “moda” olarak belirlendikten sonra absürd olarak görülmez ve kıskanılacak bir şey olur. Çünkü moda, şeytanın en güçlü araçlarından biridir ve şeytan, insanları moda ile oyalamaktadır.

 

Modernite ve modernler için “güzel kadın”, “modaya uyan kadın”dır. İsterse o kadın yüzüne bakılmayacak kadar itici olsun yine de fark etmez. Moda onu bir şekilde ışıldatmakta ve gündem etmektedir. Böylece artık herkes onu “güzel kadın” olarak tanır ve kabûl eder. Moda, aslında güzel olmasa da, modanın ürünlerini kullandığında ışıldayan kadınları gündeme taşır ve onlara yollar açar.

 

Şeytan ülkemizi moda ile de vurmaya başladığı zamanlarda eleştirel yazarlar şöyle diyordu:

 

“Moda… ne garip kelime!. Her-şeye şâmil olur, her-şeye hükmeder. Bu moda nerden çıkıyor?, kim çıkarıyor?, niçin çıkarıyor?. Kimse bilmez. ‘moda böyle imiş’ denilince kimse îtiraz edemez. Moda nedir?; ‘süste ifrat’ değil midir?. Süste ifrat hangi millette görülmüşse o millet fakr-u zarûrete dûçar olmuştur.

 

Modanın têsiri yalnız giyinişimize têsir etmekle kalmaz, o şeytan gibi her işimizin içine burnunu sokar ve hükmünü icrâ eder, têsiri altında kalanların mantıkla alâkasını keser, giydiğimiz elbiseden, oturup kalkmamıza, lakırdı söyleme ve yazı yazma tarzımıza, zevklerimize, duygumuza kadar bizi parmağının ucunda çevirip durur. Bir kıyâfet yada anlayış moda olmadan önce ahlâkî değer-yargılarıyla bir denetime tâbi tutulurken, moda olduktan sonra bu denetim ortadan kalkmaktadır”.     

 

Modanın olması için toplumun “üst-kesim” “alt-kesim” diye bâriz bir şekilde ayrılması gerekir. Çünkü moda, alt kesimin en azından belli bir süreliğine üst-kesimin kullandığı şeylere ulaşamamasıyla ortaya çıkar. Yoksa bir değeri olmazdı. Çünkü moda, üst-kesimin, alt-kesimden ayrılmakla ulaştığı nefs tatminidir. Bu nedenle moda ve modern, alt-üst kesim farklılığı olmaması nedeniyle eskiye ve bir-öncekine düşmandır. Belki de moda bu yüzden modern kentlerin belli bir bölgesinde ortaya çıkar ve yaygınlaşır. Fakat bir süre önce moda olan bir şey, onu alt-kesim de kullanmaya başlayınca moda olmaktan çıkar de-mode olur ve öyle kabûl edilir. Artık onu kullanmak yeni modaya sâhip olanlar tarafından “eziklik” göstergesidir. Fatma Barbarosoğlu moda için şunları söyler:

 

“Fransız Devrimi’nden îtibâren moda geleneksel bir giyimin alt-tabakalar tarafından taklidinden doğmaktadır. Artık moda, ‘yeni olan’dır, ‘bütün alışkanlıkları alt-üst eden’dir, ‘insanı modernleştiren’dir. Modanın tanımında ‘yüksek kültüre âit’ olduğu mânâsı hâkimdir. Moda ‘değişiklik ve değişme’ esprisine dayanırken, kutsal olanın değişmez özelliğiyle bir çatışma içine girmektedir. Çünkü dinler insanlara ne tip kıyâfetler giyecekleri yolunda bir-takım müeyyideler koymuşlardır ve müeyyideler, cinsî câzibe oluşturma prensibine ters düşmekte, moda değişmez olanın (kutsal) yaptırımlarıyla çatışma hâline girmektedir.

 

Modayı sunan önderlerin de din-adamları gibi dokunulmazlıkları vardır. Sunulan kıyâfetin ahlâk ve estetik açıdan tartışılması modanın tabulaştırılmış alanına işâret etmektedir. Moda niçin hiç sorgulanmamaktadır?. Modayı tâkip eden kişi ‘niçin bu işkenceye katlanıyorum’ sorusunu sormaz. Çünkü bu soru kişinin nazarında cevâbı sâdece ‘moda olduğu için’dir.

 

İş yada okula gidiş-gelişlerde vitrinlerin önünden daha fazla geçen çalışan kadınlar ve öğrenciler üzerinde modanın hâkimiyeti daha belirgindir. Her-gün yeni moda kıyâfetleri gören kişi kendi kıyâfetleriyle çoğunluktan ayrı düştüğünü sanmakta ve bir-an önce kitleden biri olabilmek için kendisine sunulmuş olan kıyâfetleri elde etmeyi hedeflemektedir.

 

Başka bir açıdan değerlendirildiğinde moda, özel kimliklere tekâbül etmeyen beynel-minel havasıyla Cumhûriyet rejiminin aradığı bir güç olmuştur. Modaya uymak, ‘asrî milletler seviyesine çıkmak’la bir tutulmuştur”. 

 

Moda bir-örnek giyinmektir. Kişinin istediği gibi rahat bir şekilde giyinmesini engeller. Tesettür ise modayı baltalar. Dolayısı ile moderni baltalar. O hâlde mü’minler modayı ve modern olanı eleştirmeli ve îtirâz etmelidir. İslâm’ın emr ve tavsiye ettiği “hımar”, kara çarşaf ve peçeyi gerektirmez ama “moderne aykırı olması nedeniyle kara çarşaf ve peçe belli ölçüde savunulabilir.

 

Modanın reklâmının yapıldığı yerler olan defîleler, bir âyin havasında gerçekleştirilir ve birileri yeni modayı izlerken kendinden geçer. Onu bir ibâdet neşvesiyle tâkip eder.  O hâlde moda şirk de içerir.

 

Moda bir “ye kürküm ye” oyunudur. Nasreddin Hoca bunu anlatmak istemiştir. Kürk değişiyor ama içindeki kişi aynıdır. Dış değişince kişi farklı olarak görülüyor ve kabûl ediliyor.

 

Moda, isrâf kelimesinden nefret eder. Zîrâ moda, isrâf etmeden hayâtiyetini sürdüremez. Moda bir isrâf mekanizmasıdır.

 

Moda bir sınıf ve kast da oluşturmaktadır. Öyle ki üst-sınıf ve kasttakiler alt-sınıf ve kasttakileri neredeyse insan olarak bire görmemektedirler. Kendileri gibi tüketmeyenleri insan olarak bile görmezler. Modernite, güyâ insanları aynılaştırmış gibi söylenmesine rağmen aslında modern anlamda özellikle ekonomik anlamda aşırı şekilde farklılaştırmıştır ve moda ile farklılaştırmaktadır.

 

Modanın ürünleri ahlâka ve de akla aykırı absürd şeylerdir. Bu absürd şeyler sâdece “moda” olduğu yada “moda olduğu söylendiği için” kullanılır. Üstelik bu absürd ürünler çok pahalıdır. Çünkü bir gösteriş budalalılığı olan moda, kötü bir alışkanlıktır. Tüm kötü alışkanlıklar pahalıdır. Bu bağlamda moda tam bir tuzaktır.

 

İnsanı zincirleyen ve ürettiklerine mahkûm eden moda, insanın aklını başından alan bir şeytâniliktir. Üstelik yetimin-öksüzün hakkı (buna müslümanlar da dâhildir) modaya verilmektedir. Moda doymak bilmez bir kör kuyudur. Böyle olunca moda için söylenecek söz, haram ve günah olduğudur. Moda, seküler-lâik rejimlerin en önemli araçlarından biridir.

 

Jean-Jacques Rousseau: “Tanrı-hikmetinin bize uygun gördüğü bilgisizlikten kurtulmak için harcadığımız boş çabaların cezâsı her zaman lükse, ahlâksızlığa ve köleliğe düşmek olmuştur” der.

 

Müslümanlar için izzet ve şeref, İslâm’da, yâni Kur’ân ve Sünnet’tedir, modada değil. Modayı tâkip etmek, şeytanı tâkip etmektir.

 

Moda ifsâd edicidir ve ifsâda uğratmadığı bir şey neredeyse kalmamıştır. Yavuz Bahadıroğlu: “Görücüye çıkmaya utanan ninelerin torunları, eşlerini ekranlarda arıyor. “BBG Evleri”, “Gardrop Savaşları” ve “Moda Yarışları” âile mahremiyetini zir-u zeber ediyor” der. Bu insanoğlu “göstermeye” ne kadar da meraklıymış..

 

Modernizm zamânın en büyük modasıdır. Moda, modernizm ile eş anlamlıdır. Bir şeyin moda olması için modernizme uygun olması şarttır. Modern zamanlarda modern insanlar modaya aşırı bir şekilde kapılmış gitmektedir.

 

Şunu da söyleyeyim ki, hem moderniteyi savunmak hem de lüksü kötülemek yada “lüksü severken aynı-zamanda moderniteye düşman olmak” bâriz bir cehâlettir. Zîrâ modernlik zâten “lüks” demektir. Modernite “lüks” ile ayakta durur ve hayâtiyetini sürdürür.

 

Lüks ve moda birbirlerinin ikiz kardeşleridir ve insanları oyalamak için şeytan tarafından tâğutlara fısıldanan güçlü silahlardan biridir.

 

Lüks ve moda, ihtiyâca dönük değil, ihtirâsa dönüktür. Fakat unutmayalım ki, ihtiraslarımız ihtiyaçlarımız değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder