“Yoksa insana ‘her dileyip
arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).
Lüks: “Giyimde, eşyâda, harcamada aşırı gitme, gösteriş, şatafat.
Gösterişli,
şatafatlı. Gerekli
olanın sınırlarını aşan” (TDK) anlamlarındadır.
Lüks aslında; “birinde olup da, diğerinde ol(a)mayan mal”
anlamındadır. Lüksün “lüks” olması için, lüks olan şeyin sâdece az bir kesimde
bulunması gerekir. Eğer bir mal herkeste bulunabiliyorsa ve herkes o malı
rahatça alabiliyorsa ortada lüks-müks kalmaz. O hâlde lüks, farklılıkların ve
eşitsizliğin en önemli göstergesidir.
Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-konformist-demokratik-emperyâlist-hazcı-bencil
sistemlerin bir sonucudur lüks eşyâ. Zîrâ seküler sistemler lüksten ve
gösterişten beslenir. Böylece insanlar birbirlerini görerek o lüks mala ulaşmaya
çalışırlar ve onu elde etmek için gereğinden fazla parayı hiç çekinmeden
harcayabilirler. Tabi bu durumdan en çok da o malı üreten sermâyedarlar
kazançlı çıkacaktır. Fakat ilginç bir durum vardır ki, lüks mal, ona herkes
ulaştığında “lüks” olmaktan çıkar ve artık daha lüks mallar üretilmeye başlanır
ve o lüks mala yine sâdece az bir kısım “mutlu azınlık” ulaşabilirken, çoğunluk
yine o lüks malı sonradan tâkip edecek ve ona tam ulaşmışken o lüks mal “lüks”
olmaktan çıkacaktır. Bu deverân, kişinin ölümüne kadar sürecek ve sonra da bu
çark yeni nesillerce döndürülmeye devâm edecektir. Aslında bu büyük bir kısır-döngü
ve kandırmacadır.
Malın sağlam ve estetik olması önemlidir fakat lüks mal tüm zamanlarda,
hak ettiğinden çok-çok daha fazla bir fiyatla satılmıştır-satılmaktadır. Zâten
lüksü lüks yapan şey de, o malın pahalı satılmasıdır. İnsanlar aslında
bile-bile o mala fazla para verirler. Çünkü nefsleri, “diğerleri”ne göre
“ayrıcalıklı” olmayı emreder ve bu ayrıcalığın görece zevkini tatmak isteyen
insanlar da o mala hakkından fazla parayı vermekten gocunmazlar. Söz-konusu,
“garibanın hakkı” olunca üç kuruşun hesâbını yapan yavşaklar, iş lüks mala ve
modaya para vermeye gelince pazarlık bile yapmazlar. Pazarlık yapmazlar, zîrâ
“rezil” olmak istemezler. Lüks malın pazarlığı mı olur?. Evet; lüksü lüks yapan,
malın “iyi mal” olmasından ziyâde, fiyatının yüksek olması ve onun çok iyi bir
mal olduğu yalanının şişirilmesidir. Demek ki “lüks” demek, “pahalı olan” demektir.
Fakat bu pahalılık sûni bir pahalılıktır. Çünkü ona herkes ulaşmaya
başladığında o malın fiyatı normâl ve doğal sınırına geriler. Buna göre lüks demek,
“yeni çıkan” ve görece “iyi olan” o mala, herkesten önce ulaşabilmek demektir.
Zâten moda olan da, yeni çıkan bu lüks mallardır. Lüks olmayan, moda da olmaz.
O hâlde “modayı tâkip etmek”, “lüksü tâkip etmek” demektir.
Teoman
Duralı lüks hakkında şunları söyler:
“İslâm’ın yasakladığı iki aşırı
nokta var: Biri sefâlet, öbürü sefahat. Sefahatin latincesi luxus’tur. Fransızcaya luxe
diye
geçmiştir. Luxe,
‘lüzûmundan fazla aşırı ışık’ demektir. Şuraya bir ışıldak dikiyorsunuz ve
oradan bilmem kaç voltluk ışık çıkar. Işık neye yarar?. Görmeye yarar. Gösterir
mi o aşırı ışık?. Hayır, göstermez, gözünüzü alır. Bütün mesele dengeyi yakalamaktır
ki, bu da bahsettiğiniz hayâtî ihtiyaçlardır. Buna karşılık aşağı-yukarı 200
yıla yakın zamandır tutulan yol doğal ihtiyaçların karşılanması değil, ihtiyaç
yaratmaya yöneliktir. Üretim aslında ihtiyâcı karşılamaya yarayan îmâlattır.
Bugün üretim, tüketimi kamçılamak üzere yürütülen bir olaydır. Buna ön-ayak
olan teknolojidir, fendir. Îcât edildiği yer İslâm medeniyetidir. Müslümanlar
İslâm medeniyetinde 10. yüzyılda ortaya çıkarıyorlar teknolojiyi ama
kullanmıyorlar. Çünkü tüketime, sınırsızlığa ve zarara yönelik olduğunu
görüyorlar. Bunun kullanılması ancak sermâyeciliğin ortaya çıkmasıyla mümkün
olmuştur ve 1730’lardan îtibâren İngiltere’de ortaya çıkan sermâye ideolojisi
fenni kullanarak sanâyiyi yaratmıştır, sanâyi devrimi yapılmıştır. Sanâyi
devrimi yaşamımızı tüketime odaklamaktadır, tüketim üzerine binâ ediyor. Bugün
ihtiyaç maddesi diye kullandıklarımızın çok büyük kısmı, yüzde 90’ı
lüzumsuzdur, luxustur”.
İslâm’da ise lüks mal hem yoktur hem de yasaktır. Bu nedenle de
İslâm’da lüks yoktur, olamaz. Zîrâ İslâm’da eşitsizlik ve aşırı farklılaşma
yasaktır. Zâten dînen de haramdır lüks tüketim. Çünkü bir mal lüks ise, demek
ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, o zaman o mal kime lükstür ki!?.
Garibana mı?. Evet, lüks, “gariban için lüks”tür. Meselâ Cip (Jip) arabalar,
güzel, sağlam ve çok konforlu arabalardır. Fakat müslümanlar,
açlıktan-susuzluktan ölenlerin olduğu, yatacak yeri olmayanların bulunduğu,
üstlerine bombalar yağdığından, gidecek yerleri olmayanların gün geçtikçe
çoğaldığı bir dünyâda cip şeklindeki pahalı arabalara bin(e)mezler. Bunun
nedeni, o arabaların kötü olması değildir, lüks olmasıdır. Eğer herkes,
istediğinde o arabaları alabilecek bir durum olursa, yâni o arabalara binmek
“lüks” olmaktan çıkarsa, artık cip alınıp binilebilir. Demek istediğimiz şey
şudur ki; sorun lüks malın kendisi değildir. Sorun, lüks denen o malların
herkesin alamayacağı bir fiyatta olmasıdır.
Lüks, ancak çok sayıda insan kümeler hâlinde bir-arada yaşadığı
zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişâm, berâberinde soysuzlaşma ve gerileme
tohumlarını getirir. İnsanlar arasında vârolan saf bağlılık, yalınlık ve sâdelik
yozlaşmaya başlar. Oysa sâdeliğin müthiş bir estetiği vardır ve bu estetik
huzûr verdiği gibi, hiç kimseyi rahatsız da etmez. İnsanları rahatsız eden şey,
lüksün, gösterişli ve pahalı olmasıdır. Başkalarının sizdeki bir eşyâya meftun
olması aslında rahatsızlık vericidir ama şeytan bunu tersine çevirir ve lüks
mala sâhip olanlar o malla övünüp hava atmayı ve güyâ ayrıcalıklı olmayı sevmeye
başlamışlar ve artık bu durum onların yaşam-tarzları olmuştur. Peygamberimiz
işte bu nedenle “lüks mal” merkezli dünyâ sevgisini sınırlandırmaya çalışmıştır
ve şöyle demiştir:
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, Dünyâ’nın süs ve
güzelliklerinin (lüksün) size açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28;
Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81).
Bir yazıda Peygamberimiz’in
yaşam-şeklinin, Medîne’de devlet başkanıyken bile değişmediğinden ve lükse ve
ihtişama dönüşmediğinden şu şekilde bahsedilir:
“Medîne dönemindeki
genişleme ve bir-çok zaferin ardından
da Hz. Muhammed’in sâde yaşamı değişmedi. Hindistanlı
psikolog ve felsefeci Koneru Ramakrishna Rao, Hz.
Muhammed hakkında söyle demiştir: ‘Şartlar
değişti ama Allah’ın elçisi değişmedi. Zaferde
ve yenilgide, güçlü zamanda ve sıkıntılı zamanda,
zenginlikte ve yoksullukta, aynı kişiydi, aynı karakteri
sergiledi. Allah’ın bütün âdetleri ve yasaları gibi
Allah’ın peygamberleri değişmezdir’. Kazanılan zaferlerin imkânlarıyla kendisine ve
âilesine büyük mâlikâneler, saraylar yaptırmadı. Hasırda uyudu, lüksten debdebeden nefret etti,
odasını süpürdü, câmi inşaatında taş taşıdı,
herkes gibi giyindi, kıyâfetini yamadı, etrâfındaki insanlar ne yiyorsa onu yedi. ‘Ben melik değilim; sâdece
sizden biriyim’ diyerek sıradan yaşamı
benimsedi. Dâvâsını hiç-bir zaman için dünyevî çıkarları elde etmek için
bir araca dönüştürmedi. Çok sıradan yöneticiler bile bir-çok ortamda hemen fark edilirken, kendisinin
peygamber olduğuna inanan
arkadaşlarının yanında o kadar sâde bir hayat-tarzı benimsedi ki, o topluluğa
girip de onu tanımayanlar ‘hanginiz Muhammed’ diye sordular. Öldüğünde ise bir-kaç koyun ve bir kılıç gibi,
yok denecek kadar az bir mal-varlığını mîras olarak
bıraktı. ‘Onlardan bâzı
kesimlere, kendilerini sınamak için dünyâ-hayâtının süsü olarak
verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha
hayırlı ve daha kalıcıdır’ (20-Tâ-hâ Sûresi 131) âyetinin gereği olarak, dünyevî menfaatleri elde etmek hiç-bir
zaman amacı olmadı”.
Müslümanlar
lüks hayat-tarzından uzak durmalılar ve doğal ve normâl bir hayat-tarzı yaşamalıdırlar.
Bu, dünyâ-merkezli değil de, âhiret-merkezli bir yaşam-şeklidir. Zâten Kur’ân
da bunu emreder ve önerir:
“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ
hayâtının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha
süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 60).
İnsanlar
ihtişâma ne kadar da âşık. Nasıl da seviyorlar. Oysa mü’minler için bu durum
bir felâkettir. Zîrâ sapmanın başı dünyâ sevgisidir. Allah, ayrıcalıklı ve aşırı
gösterişli olana karşıdır ve bu nedenle de azâbını göndererek böyle yerleri
yerle bir eder:
“Dağlardan ustalıkla zevkli evler
yontuyorsunuz” (Şuârâ
149).
“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ
edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?. Ölümsüz kılınmak
umûduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuârâ 128-129).
Allah saraylara-köşklere-kâşânelere vs. gıcıktır. Hiç sevmez ve
ara-ara batırır o yerleri:
“Görmedin mi Rabbin ne
yaptı Âd kavmine?. Yüksek sütunlarla dolu İrem’e?. Ki şehirler arasında onun
eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd’a?. Ve kazıklar sâhibi
Firavun’a?. Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu
yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her-an
gözetlemededir” (Fecr 6-14).
İslâm’a mâl olmuş bir söz vardır: “İnandığınız gibi yaşamazsanız,
yaşadığınız gibi inanamaya başlarsınız”. İnsanlar, ama özellikle de müslümanlar,
inandıkları gibi yaşamadıkları için yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar ve
zâten bu kadim bir sapmadır. Allah Kur’ân’da, inandığınız gibi yaşamayı
emrediyor ve zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz de bunun örnekliğini en
güzel şekilde sergilemiştir. Örneklik apaçık ortadadır. Fakat bu örnekliğe göre
yaşamak müslümanlara zûl geliyor ve şeytan da, “bu şekilde yaşayamazsınız, en
iyisi mi siz yaşadığınız gibi inanın” diye fısıldıyor uşakları olan tâğutlara
ve tâğutlar da Dünyâ’yı bu minvâlde düzenliyorlar. .
Lüks
mal, oyalayıcı ve saptırıcıdır:
“Mûsâ dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz
Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ hayâtında bir çekicilik (güç,
ihtişâm) ve lüks mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için
(mi?). Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlblerinin üzerini
şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).
Siyon
Protokôlleri’nin 6.sında: “Yahudi olmayanların sanâyisini tamâmen çökertmek
için Yahudi olmayanların arasında geliştirdiğimiz lüksü spekülâsyonun yardımına
getireceğiz. Çünkü lüks için hırslı talep, her-şeyi yutup bitirmektedir” denir.
Demek ki lüks denen şey, bir projedir.
Bir İslâm ülkesinde israf yoktur, lüks yoktur, ol(a)maz. Meydana
gelen ekonomik krizlerin sebebi de lüks ve modadır zâten. Lüksün ve modanın yasak
ve haram olduğu İslâm ülkesinde ekonomik kriz, enflâsyon, devalüasyon gibi
şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler olmaz. Tabağı-tencereyi alıp da
“açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden, gelir düzeyindeki uyum
sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı gibi saçmalıklar görülmez.
Enflasyonu, devalüasyonu, ekonomik krizleri vs. çıkaran ve hattâ büyük
imparatorlukların bile çöküşüne neden olan şey “lüks tüketim”dir. Lüks mal,
piyasayı aşırı yükseltir ve artık aşırı yükselen mallar satılamamaya yada borç
ile alınan malların borcu ödenememeye başlar ve böylece şişen mallar ve paranın
yokluğu çeşitli krizler ortaya çıkarır. İbn-i Hâldun, “toplumların çöküş ve
tükenişinin, yöneticilerin lüks, gösteriş ve yolsuzluklara yönelişinde”
olduğunu söyler.
Lüks ve sefahat içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık
bir ideâlleri ve hedefleri kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan
vazgeçerler. İpek böceğinin kozasını örmesi ve işin bitirip kozasını kapatınca
da merkezde yok olması gibi.
İbni Haldun, devletleri belli bir süre sonra yıkıma uğratan şeyin “lüks tüketim”
olduğunu şu şekilde anlatır:
“Devlet olmak, bolluk ve lüksü gerektirir. Bu durumda
alışkanlıklar ve harcamalar artar ve gelirler giderleri karşılamaya yetmemeye
başlar. Sonuçta fakirler yok olurken, zenginler ise bütün harcamalarını lükse
yöneltirler. Bu da kendilerinden sonraki
nesillerde de artarak devâm eder ve artık
harcamalarının tamâmı bile lükslerini ve
alışkanlıklarını karşılamaya yetmez. Hükümdarları zamânı geldiğinde ihtiyaç duyup varlıklı kesimden savaşlar için
harcama yapmalarını istediğinde bunun için ellerinde hiç-bir şey bulamaz ve müsrifliklerinden dolayı onları
türlü cezâlara çarptırır.
Çoğu zenginin ellerindeki malları alır, kendi oğullarına veyâ devletin hizmetinde
bulunanlara verir. Böylece onları durumlarını düzeltemeyecekleri kadar
zayıf bir hâlde bırakır ve aslında varlıklı sınıfın
zayıf düşmesiyle hükümdarlar da zayıf düşer.
Aynı-şekilde,
devlet içinde israf arttığında, devletin verdiği maaşlar ihtiyaçları ve
harcamaları karşılamadığında, hükümdar onların açıklarını kapatmak için
maaşlarını artırır. Oysa vergilerin miktarı bellidir ve bunlar ne azalır, ne de
artar. Yeni vergiler konulsa bile, bununla sağlanacak artış da sınırlı
olacaktır. Toplanan vergiler maaş olarak dağıtıldığında, bu artış her birinin
lüksünü ve harcamalarını artırır; ancak buna karşılık devleti koruyanların
(ordunun) sayısı da maaşların artışından önceki sayısının altına iner.
Sonra lüks ve isrâfın artışına bağlı olarak maaşlar
yeniden artırılır ve aynı-şekilde ordunun sayısı da
düşer. Bu durum askerlerin sayısı en az orana inene kadar defâlarca
tekrâr eder. Böylece devletin korunması zayıflar,
yönetim kuvvetten düşer ve bu durum komşu devletlerin veyâ kendi
yönetimi altındaki kabîlelerin ve
asabiyetlerin cesâretini artırır. Sonuçta
Allah’ın, bütün mahlûklar için takdir etmiş olduğu
yok olmak kaderi onun için de gerçekleşir. Yine şehirleşme konusunda
bahsedileceği gibi, lüks, insanlarda meydana
getirdiği pek-çok kötü alışkanlıklarla
insanların ahlâkını bozar. Evet, lüks, devletin
(devlete ulaşmanın) alâmeti olan iyi
özellikleri insanlardan götürür ve onları Allah’ın ‘yıkılışın ve çöküşün alâmetleri’ kıldığı kötü özellikler ile donatır. Böylece kötülükleri
esas alan devlet günden-güne zayıflar,
yaşlılık döneminde görülen müzmin hastalıklara yakalanır ve nihâyet ortadan kalkar.
Başlangıçta devlet bedevî özelliklere sâhip olduğu
için, halka karşı şefkatli, harcamalarda ölçülü, haksız yere halkın malını
yemekten uzak, çok vergi toplama amacı gütmeyen, tâcirlerin her alış-verişinden vergi almaktan kaçınan ve vergi mêmurlarından ayrıntılı hesaplar istemekten uzak bir
yapıdadır. Dolayısıyla bu dönemde, harcamalarda aşırıya gitmeyi gerektirecek sebepler ve buna bağlı olarak çok fazla
paraya da ihtiyaç duyulmaz. Sonra devlet güçlenir, sınırları büyür, hükümdarlık
özelliklerine bürünür, idâreciler lüks ve sefahate
yönelirler ve böylece harcamalar artar. Hükümdârın, devlet-adamlarının ve hattâ
şehirde yaşayanların giderleri genel olarak çoğalır. Bu durum askerlerin ve devlet-adamlarının maaşlarının yükseltilmesini gerektirir.
Sonra lüks ve isrâfın artmasıyla harcamalar daha da
çoğalır ve bu durum halk arasında da yaygınlaşır. Çünkü insanlar yöneticilerin
dîni ve alışkanlıkları üzere yaşarlar”.
Müslümanların, zamânı da boşa geçirecek bir lüksü olamaz. Boşa
geçirecek zamanları yoktur zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret merkezli
bir yaşama ayırdıkları yada ayırmaları gerektiği için, tâğûti hiç-bir iş için
boş vakitleri olmaz. Zâten zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve
dolayısıyla bir boşluk olmadığı için şeytan araya girecek bir fırsat dâhi
yakalayamaz ve onları lüks ile oyalayamaz.
Lüks demek, “kast sistemi” demektir. Kast sistemi, “birileri
ulaşabilirken diğerlerinin ulaşamaması ve ulaştırılmaması” demektir. Kast sistemi,
modern şekilde hâlen sürmektedir. Birileri kolayca ve mebzûl miktarda
ulaşabilirken, diğerleri yanından bile geçememektedir.
Kur’ân çalışmaları da lüksleşti. 7 yıldızlı otellerde yapılan “lüks
ribatlar” (ki onlara “ribat” denmesi mümkün değildir), lüksün bir göstergesidir
ve müslümanların da artık lükse meftûn olduklarının bir delilidir.
Klimalı-konforlu-lüks mekânlarda “anlama” denilen “özürlü çalışmaları” yapmakla
hiç-bir şey değişmez. İsterse anlatılmak istenen şey en iyi ifâdelerle
söylenilmiş olsun. Oradan çıkacak olanlar idrak değildir, “kuru mâlûmatlar”dır
sâdece ve bir-zaman sonra tekrar hatırlatılmaya ihtiyaç hissettirir. Bu nedenle
“harekete geçirici” değildir.
Yine hasta-hâneler de lüksleşti ama hastalıklar hızla ilerliyor ve
hastalıklara bir derman bulunamıyor. Bu açık da hasta-hânelerin lüks ile
donatılmasıyla kapatılmaya çalışılıyor. Değişik ve gelişmiş(!) tıbbi cihazlarla
hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar.
Tıbbın çok geliştiğinden bahsedilerek insanlar kandırılıyor. Aslında gelişen
şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz teknolojisi”dir. Lüks cihazlardır. Tabi
bu gelişme, hastaları tedâvi etme aşamasında pek de işe yaramaz. O “süper
cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır. Sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir
modern tıp anlayışında. Oysa hastalığı belirlemek demek, “tedâvi etmek” demek
değildir. Hastalığı tedâvi edecek ilacınız yoksa bu lüks cihazların olmasıyla
olmaması arasında fark yoktur.
Bir de, servet, zenginler söz-konusu olunca ihtiyaç, fakir söz-konusu
olunca “lüks” oluyor. İslâm hukûkunda ihtiyaç, genel olsun-özel olsun, zarûret
sayılır. Zâten fıkıhta “ihtiyaçta zarûret” denen bir anlayış vardır. Atasoy
Müftüoğlu:
“Hayâtın
her alanını, kimliksizliği, kişiliksizliği, içeriksizliği, yüzeyselliği, anlık
ve günlük ilgileri, gösteriyi ve gösterişçiliği temsil eden, sonradan görmeliği
temsil eden modalar işgâl etmiştir. Giyim-kuşamda, düşüncede, entelektüel
alanda, kültürde, moda tercihlerde, bugün önemli olan yarın tamâmen
önemsizleşiyor, unutuluyor, değersizleşiyor. Hangi alanda olursa-olsun, moda
tercihler, kararsız, sorunlu, konjonktürel
kimlikler üretiyor. Moda tercihlerle bireyler, kendilerini dış görünüşleri,
maddî varlıkları ve simgesel araçlarla belirsiz ve anlamsız ifâde biçimleriyle
ifâde ediyor. Bireyler gerçek kimliklerini aslâ yansıtmayan, koşullara göre
belirlenen imajlara göre vârolmaya çalışıyor.
Konformist bir kültür/toplum, her durumda
hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak
soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks
tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için de statü tezâhürü hâline
gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu olmaktan çok bir patoloji
konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir hayat-tarzı, “servete tapmak”
demektir” der.
Kur’ân’da, servetin eşitsiz dağılımı kınanır ve yasaklanır:
“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından
Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı
olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu [lüks] mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir
devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın,
sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah
cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır”
(Haşr 7).
Lüks mal haramdır, çünkü lüks, bölücüdür. Lüks kime göre lükstür?.
Tabî ki sâdece birilerine göre. Herkese göre değil. Zâten o zaman lüks olmaz.
Bir şeyin lüks olması için birinde olması, binlerce kişide ise olmaması
gerekir. Lüks isteyen kişi, o lüksün sâdece kendisinde yada kendi gibi bir
kesim insanın elinde olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip
olmamasını, böylece ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın
böyle bir şeyi kabûl etmesi düşünülemez.
“Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre, büyüyen
lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805
milyon aç insanın yıllık gıdâ masrafı 30 milyar dolardır. Her 4 sâniyede bir
kişi açlıktan ölmektedir. Bain Company tarafından açıklanan “Küresel Lüks
Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre, 2014 yılını %3 büyüyerek 250 milyar
dolar ile kapatan küresel lüks tüketim-malları pazarının, sonraki yıllarda %2
ilâ %4 oranında büyümesi bekleniyor. Dünyâ’nın bir yılda savaşa harcadığı para
ise 14,3 trilyon dolar. Birleşmiş Milletler’e bağlı Gıdâ ve Tarım Örgütü’nün
Dünyâ gıdâ gününde açıkladığı rapora göre ise yer-yüzünde 805 milyon insan
açlık çekiyor. Yâni her 9 insandan biri aç ve her 4 sâniyede bir kişi açlıktan
ölüyor. Dünyâ üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona
çıktı. Rapora göre Dünyâ’da açlıktan ölen insan sayısı, hastalıklar yüzünden
ölen insan sayısından daha fazla. Dünyâ’nın 37 ülkesinde gıdâ krizi yaşandığını
belirten FAO, Dünyâ’da 750 milyar dolarlık gıdanın da çöpe gittiğini
belirtiyor.
Moda: “Değişiklik ihtiyâcı veya süslenme özentisiyle toplum
yaşamına giren geçici yenilik. Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı
gösterilen aşırı düşkünlük. Geçici olarak yeniliğe ve toplumsal beğeniye uygun olan” (TDK)
anlamlarındadır. Dikkat edilirse öne çıkan anlam “geçicilik”tir.
Moda: “Modern olan, hemen, şimdi olan, yeni olan, geçici olan. Aynı
modayı, aynı şekli-tarzı, moda-mod sürekli tâkip etmek, modaya uymak”
anlamındadır. Modern olmak, “aynı tarzda olmak” demektir. “Herkesle aynı modda
kalmaktır” moda. Modernizmin başarılı insan anlayışı şudur: “En başarılı insan,
modayı en iyi tâkip edebilen insandır”. Celaleddin
Vatandaş moda hakkında şunları söyler:
“Yaygın bir
tanımlamayla, belirli bir grup insan tarafından,
belirli zaman ve mekânda kullanılan ve kabûl edilen ‘egemen giyim tarzı’ olarak anlam kazanmaktadır. Moda, bir istatistik terimi olan ‘mod’dan gelmektedir. Mod belirli bir sayısal dizide en çok tekrarlanan sayıyı ifâde etmektedir. Dolayısıyla moda
da en çok tekrarlanan şeyle, yaygın olan şeyle ilişkilidir. Bir toplumda
bir veyâ bir-kaç
kişinin yaptığı bir iş tuhaf karşılanırken, çoğu
kimse tarafından yapıldığında kabûl edilen bir
değere dönüşebilmektedir ve bu moda olarak açığa
çıkmaktadır. İşçilerin giyindikleri yırtık blucin moda değildi ama sosyo-ekonomik
statüsü görece yüksek kesimlerin ve özellikle de
gençlerin yaygın giyinmesiyle yırtık blucin
moda olmuştur. Moda ile yaygınlık arasında
güçlü bir ilişki olduğu içindir ki Le Petit Robert
sözlüğü modayı ‘belirli bir toplumda uygun
görülen ortak zevkler, geçici yaşama ve
hissetme biçimleri’ olarak tanımlamıştır. Moda’nın kökeni ile ilgili görüşlerden bir diğeri de
moda’nın (mode),
Latince oluşmayan sınır anlamındaki ‘modus’tan
geldiği biçimindedir. Moda, sâbitesi olmayan,
sürekli değişen bir şeydir. Ancak eğer sâbite olarak ifâde etmek gerekirse bunun da değişkenliği olduğu
söylenebilecek bir şeydir. Modanın İngilizce karşılığı ‘fashion’dır ve adâlet,
usûl, biçim, şekil, tarz, üslûp, davranış,
kibar sınıf hayâtı, üst tabaka, yüksek zümre gibi bir-çok anlama karşılıktır.
Moda insanın kişilik özelliklerini değersizleştirilerek veyâ
ihmâl ederek, sâdece dış görünümü değerli hâle getirmektedir. Bireyin kişilik özelliklerine, derinlikli niteliğine değil de görünenine ilişkin olduğu
içindir ki modanın felsefesini inşâ edenlerden
Oscar Wilde modayı şöyle tanımlamıştır: ‘Dış görünüşe göre karar vermeyenler, olsa-olsa sığ
insanlardır. Dünyâ’nın gerçek gizemi, görünmeyende
değil, görünür olandadır’.
Bireysel açıdan moda:
‘İnsanların birbirlerine benzeyerek
farklılaştıkları bir oyun’dur. Cinsellik
açısından; görünüşün yenilenmesi yoluyla, erotik çekicilik aracıdır moda. Ekonomik açıdan; gereksiz şeyler tüketiminde
bir değişiklik, servetin gösteriş amacıyla tüketilmesinin düzenlenmesidir. Hiyerarşik açıdan; moda insanın kendi toplumsal konumunu saptama, böylece
de belirli bir toplumsal sınıfın üyesi olduğunu gösterme aracıdır; modayı izlemek pahalı
bir şeydir çünkü”.
Moda,
henüz eskimemiş olan bir eşyânın, modanın sürekli ve hızlı değişimi ile
“kullanışsız” hâle getirilmesi ve yenisini üretip satmak-almak için ortaya
çıkarılmış kapitâlist bir projedir. Moda bir kandırmacadır ve bu kandırmacada en
çok şu motto kullanılır: “Sen her-şeyin en iyisine lâyıksın”.
Moda bir din hâline gelmiştir ve artık modayla ilgilenmeyen kimse
kalmamıştır. Moda artık her yerde konuşulur ve belirlenir olmuştur. Okullar
sigara, içki ve uyuşturucu maddelerinin başlama yeri olmaktan başka, modanın tâkip-merkezleri
hâline gelmiştir. Gençler birbirlerine bakarak modayı bir şekilde tâkip etmek
arzusunadırlar. Derslerini tâkip edeceklerine, sıkı-sıkıya modayı tâkip etmektedirler.
Artık müslümanlar da modayı moda-mod tâkip ediyorlar. Allah’ın bir
emri (tavsiyesi değil) olan başörtüsü de modanın ifsâdına
uğramıştır-uğramaktadır. Moda, “dikkat çekici olan” demektir. Oysa başörtüsü, “dikkat
çekici” olamaz. Zâten tesettür, “dikkat çekmeyi önlemek için” vardır.
Peygamberimiz, kendisine sorulan “nasıl giyinelim” sorusuna, “kendinize
baktırmayın, dikkat çekmeyin” diye cevap vermiştir. Oysa moda bunun tam tersini
yapmakta ve o şey ne kadar çok dikkat çekiyorsa, en popüler yâni moda olan o olmaktadır.
Moda, eşyâyı, âit olduğu yerinden ederek ona zulmediyor yada başkalaştırarak
ifsâda uğratıyor. Ramazan Kayan:
“Tesettür de modalaşmakta gecikmedi.
Tesettürden teşhire geçişte insanımız zorlanmadı. Kadının zînetini örtmek
amacına yönelik olan tesettür, bu-gün kendisi zînetleşti. Vücûdu örtmesi
beklenirken, tesettür üzerinden vücut gösterisi teşvik görüyor. Tesettürün
felsefesi zedelendi. Amacı unutuldu. Hikmeti kayboldu. İsrâfı teşvik eden,
hazları yücelten, arzuları kışkırtan, tüketimi tahrik eden bir seyirlik ve
reklâmlık öğeye dönüştü örtü. Kadını vitrine taşıyan modernizm, bizâtihi
kadının varlığına kastetti. Örtü, “dürtü vesîlesi” oldu” der.
Modern
insan bir-birlerine çok benziyor. Bakınca herkes birbirinin aynısı olmuş. Bunun
nedeni modadır. Moda, zengin-fakir arasındaki “modayı önce-sonra tâkip etme
devarânı”dır. Moda, geçmişle bağı koparma ve sürekli kopuk tutma ameliyesidir.
Zâten “moda”nın “mod”uyla, “modern”in “mod”u aynı köktendir. Atasoy Müftüoğlu moda hakkında şunları söyler:
“Târih boyunca hiç-bir
moda-akımının bireylerin ve toplumların kültürel hayâtına bir
nitelik kazandırdığı görülmemiştir. Moda-akımlar
büyük bir anlam, nitelik ve düzey yoksunluğu içerisindedir. Moda-akımlar kopya ve sahte bir kültürle, bilgiye ve kültüre
dayalı bulunmayan medya sisteminin de yardımıyla kültürel
paranoyayı büyütüyor. Modaların ve
moda-akımların diktatörlüğü, değer-sistemlerinin
yıkılmasına, hayâtın her alanının ticârileştirilmesine,
bayağılaşmasının somutlaşmasına neden oluyor,
düşünsel ve kültürel hayatta niteliğin,
kalitenin, beğeninin, estetiğin çöküşünü hazırlıyor”.
Modaya
uymak, asalak olmayı da yanında getirir. Zîrâ “son moda” ürünleri giyenler
herhangi bir iş yapamaz ve sâdece gösteriş yaparlar. O hâlde moda bir
kompleksin sonucudur. Kendisini insanlığıyla, rûhuyla ve kaliteli eylemleriyle
gösteremeyenler, moda ürünlerini üstlerine giyerek kendilerini göstermek ve
kabûl ettirmek istiyorlar ki aslında bu, “rûha yapılmış bir yama”dır. Evet;
“moda bir yama”dır.
Moda, “o anda popüler olan şey”dir. Fakat bir süre sonra tüm moda
olanlar “de-mode” olacaktır. O hâlde modayı tâkip edenler, aynı-zamanda
de-modeyi de tâkip ediyorlar demektir.
Geleneksel
toplumlarda moda olmaz. Çünkü toplumlar arasında bâriz farklar yoktur ve herkes
birbirini bilir. Bu nedenle moda, modern-seküler kentlerde çıkmak zorundadır.
Fakat ilginçtir, moda hiç-bir zaman sorgulanmaz ve eleştirilmez. Zîrâ “modern”
demek “yeni olan” demektir. Yeni olanı eleştirmek “moderni eleştirmek” demek
olacağı ve moderni eleştirmek de kişiyi gerici ve ilkel göstereceği için
eleştiri konusu edilmez. Moda da dâima “modern” olduğu için hiç-bir eleştiri
yapılmaz modaya.
Moda “tepeden
inme” bir şeydir. Üstten aşağıya doğru yayılır. Bu “tepeden inme” sürekli
olarak devâm eder. Moda bir tüketim kültürüdür, gösterişe dayanır. Moda,
ihtiyaçtan ihtirasa geçişin adıdır. Moda bir “zihniyet değişimi projesi ve
kandırmacası”dır. Moda, “insanın inandığı gibi yaşamayı bırakıp yaşadığı gibi
inanmaya başlaması”nın startıdır.
Moda
“toplum hayâtına giren geçici yenilik”tir. Sürekli tekrâr eder ve hayâtiyetini
bu tekrardan sağlar. Seçkinler(!) modayı üretir, garibanlar taklit eder tüketir.
Moda, herkes tarafından kullanılmaya başlanınca yeni bir moda, seçkinler
tarafından üretilir. Bu böyle sürer gider.
Moda,
sağlam bir ürünün sûnî olarak eski gösterilmesi ve değiştirilmesi, dolayısı ile
isrâf edilmesine dayanır. İsrâfa düşmeden modaya uyulamaz. Moda mecbûren, insanları
bir-örnekleştirir. Aynı şeylerin alınıp kullanılmasını dayatır. Çünkü modaya
uymayanlar gerici, ilkel ve bağnaz olarak görülürler.
Moda,
teşhirciliği normâlleştiren şeydir. Teşhir içeren bir eşyâ moda olmadan önce kullanıldığında
absürd olarak görülürken, “moda” olarak belirlendikten sonra absürd olarak
görülmez ve kıskanılacak bir şey olur. Çünkü moda, şeytanın en güçlü
araçlarından biridir ve şeytan, insanları moda ile oyalamaktadır.
Modernite
ve modernler için “güzel kadın”, “modaya uyan kadın”dır. İsterse o kadın yüzüne
bakılmayacak kadar itici olsun yine de fark etmez. Moda onu bir şekilde
ışıldatmakta ve gündem etmektedir. Böylece artık herkes onu “güzel kadın” olarak
tanır ve kabûl eder. Moda, aslında güzel olmasa da, modanın ürünlerini
kullandığında ışıldayan kadınları gündeme taşır ve onlara yollar açar.
Şeytan
ülkemizi moda ile de vurmaya başladığı zamanlarda eleştirel yazarlar şöyle
diyordu:
“Moda… ne garip
kelime!. Her-şeye şâmil olur, her-şeye hükmeder. Bu moda nerden çıkıyor?, kim
çıkarıyor?, niçin çıkarıyor?. Kimse bilmez. ‘moda böyle imiş’ denilince kimse
îtiraz edemez. Moda nedir?; ‘süste ifrat’ değil midir?. Süste ifrat hangi
millette görülmüşse o millet fakr-u zarûrete dûçar olmuştur.
Modanın têsiri yalnız
giyinişimize têsir etmekle kalmaz, o şeytan gibi her işimizin içine burnunu
sokar ve hükmünü icrâ eder, têsiri altında kalanların mantıkla alâkasını keser,
giydiğimiz elbiseden, oturup kalkmamıza, lakırdı söyleme ve yazı yazma
tarzımıza, zevklerimize, duygumuza kadar bizi parmağının ucunda çevirip durur.
Bir kıyâfet yada anlayış moda olmadan önce ahlâkî değer-yargılarıyla bir
denetime tâbi tutulurken, moda olduktan sonra bu denetim ortadan kalkmaktadır”.
Modanın
olması için toplumun “üst-kesim” “alt-kesim” diye bâriz bir şekilde ayrılması
gerekir. Çünkü moda, alt kesimin en azından belli bir süreliğine üst-kesimin
kullandığı şeylere ulaşamamasıyla ortaya çıkar. Yoksa bir değeri olmazdı. Çünkü
moda, üst-kesimin, alt-kesimden ayrılmakla ulaştığı nefs tatminidir. Bu nedenle
moda ve modern, alt-üst kesim farklılığı olmaması nedeniyle eskiye ve bir-öncekine
düşmandır. Belki de moda bu yüzden modern kentlerin belli bir bölgesinde ortaya
çıkar ve yaygınlaşır. Fakat bir süre önce moda olan bir şey, onu alt-kesim de
kullanmaya başlayınca moda olmaktan çıkar de-mode olur ve öyle kabûl edilir.
Artık onu kullanmak yeni modaya sâhip olanlar tarafından “eziklik”
göstergesidir. Fatma Barbarosoğlu moda için şunları söyler:
“Fransız Devrimi’nden
îtibâren moda geleneksel bir giyimin alt-tabakalar tarafından taklidinden
doğmaktadır. Artık moda, ‘yeni olan’dır, ‘bütün alışkanlıkları alt-üst
eden’dir, ‘insanı modernleştiren’dir. Modanın tanımında ‘yüksek kültüre âit’
olduğu mânâsı hâkimdir. Moda ‘değişiklik ve değişme’ esprisine dayanırken,
kutsal olanın değişmez özelliğiyle bir çatışma içine girmektedir. Çünkü dinler
insanlara ne tip kıyâfetler giyecekleri yolunda bir-takım müeyyideler
koymuşlardır ve müeyyideler, cinsî câzibe oluşturma prensibine ters düşmekte,
moda değişmez olanın (kutsal) yaptırımlarıyla çatışma hâline girmektedir.
Modayı sunan
önderlerin de din-adamları gibi dokunulmazlıkları vardır. Sunulan kıyâfetin
ahlâk ve estetik açıdan tartışılması modanın tabulaştırılmış alanına işâret
etmektedir. Moda niçin hiç sorgulanmamaktadır?. Modayı tâkip eden kişi ‘niçin
bu işkenceye katlanıyorum’ sorusunu sormaz. Çünkü bu soru kişinin nazarında
cevâbı sâdece ‘moda olduğu için’dir.
İş yada okula
gidiş-gelişlerde vitrinlerin önünden daha fazla geçen çalışan kadınlar ve
öğrenciler üzerinde modanın hâkimiyeti daha belirgindir. Her-gün yeni moda
kıyâfetleri gören kişi kendi kıyâfetleriyle çoğunluktan ayrı düştüğünü sanmakta
ve bir-an önce kitleden biri olabilmek için kendisine sunulmuş olan kıyâfetleri
elde etmeyi hedeflemektedir.
Başka bir açıdan
değerlendirildiğinde moda, özel kimliklere tekâbül etmeyen beynel-minel
havasıyla Cumhûriyet rejiminin aradığı bir güç olmuştur. Modaya uymak, ‘asrî
milletler seviyesine çıkmak’la bir tutulmuştur”.
Moda
bir-örnek giyinmektir. Kişinin istediği gibi rahat bir şekilde giyinmesini
engeller. Tesettür ise modayı baltalar. Dolayısı ile moderni baltalar. O hâlde
mü’minler modayı ve modern olanı eleştirmeli ve îtirâz etmelidir. İslâm’ın emr
ve tavsiye ettiği “hımar”, kara çarşaf ve peçeyi gerektirmez ama “moderne
aykırı olması nedeniyle kara çarşaf ve peçe belli ölçüde savunulabilir.
Modanın
reklâmının yapıldığı yerler olan defîleler, bir âyin havasında gerçekleştirilir
ve birileri yeni modayı izlerken kendinden geçer. Onu bir ibâdet neşvesiyle
tâkip eder. O hâlde moda şirk de içerir.
Moda
bir “ye kürküm ye” oyunudur. Nasreddin Hoca bunu anlatmak istemiştir. Kürk değişiyor
ama içindeki kişi aynıdır. Dış değişince kişi farklı olarak görülüyor ve kabûl
ediliyor.
Moda,
isrâf kelimesinden nefret eder. Zîrâ moda, isrâf etmeden hayâtiyetini
sürdüremez. Moda bir isrâf mekanizmasıdır.
Moda
bir sınıf ve kast da oluşturmaktadır. Öyle ki üst-sınıf ve kasttakiler alt-sınıf
ve kasttakileri neredeyse insan olarak bire görmemektedirler. Kendileri gibi
tüketmeyenleri insan olarak bile görmezler. Modernite, güyâ insanları
aynılaştırmış gibi söylenmesine rağmen aslında modern anlamda özellikle
ekonomik anlamda aşırı şekilde farklılaştırmıştır ve moda ile
farklılaştırmaktadır.
Modanın
ürünleri ahlâka ve de akla aykırı absürd şeylerdir. Bu absürd şeyler sâdece
“moda” olduğu yada “moda olduğu söylendiği için” kullanılır. Üstelik bu absürd
ürünler çok pahalıdır. Çünkü bir gösteriş budalalılığı olan moda, kötü bir
alışkanlıktır. Tüm kötü alışkanlıklar pahalıdır. Bu bağlamda moda tam bir
tuzaktır.
İnsanı
zincirleyen ve ürettiklerine mahkûm eden moda, insanın aklını başından alan bir
şeytâniliktir. Üstelik yetimin-öksüzün hakkı (buna müslümanlar da dâhildir) modaya
verilmektedir. Moda doymak bilmez bir kör kuyudur. Böyle olunca moda için
söylenecek söz, haram ve günah olduğudur. Moda, seküler-lâik rejimlerin en
önemli araçlarından biridir.
Jean-Jacques Rousseau: “Tanrı-hikmetinin
bize uygun gördüğü bilgisizlikten kurtulmak için harcadığımız boş
çabaların cezâsı her zaman lükse, ahlâksızlığa ve köleliğe düşmek olmuştur” der.
Müslümanlar
için izzet ve şeref, İslâm’da, yâni Kur’ân ve Sünnet’tedir, modada değil.
Modayı tâkip etmek, şeytanı tâkip etmektir.
Moda ifsâd edicidir ve ifsâda uğratmadığı bir şey neredeyse
kalmamıştır. Yavuz Bahadıroğlu: “Görücüye çıkmaya utanan ninelerin torunları,
eşlerini ekranlarda arıyor. “BBG Evleri”, “Gardrop Savaşları” ve “Moda
Yarışları” âile mahremiyetini zir-u zeber ediyor” der. Bu insanoğlu “göstermeye”
ne kadar da meraklıymış..
Modernizm zamânın en büyük modasıdır. Moda, modernizm ile eş
anlamlıdır. Bir şeyin moda olması için modernizme uygun olması şarttır. Modern
zamanlarda modern insanlar modaya aşırı bir şekilde kapılmış gitmektedir.
Şunu da söyleyeyim ki, hem
moderniteyi savunmak hem de lüksü kötülemek yada “lüksü severken aynı-zamanda moderniteye
düşman olmak” bâriz bir cehâlettir. Zîrâ modernlik zâten “lüks” demektir.
Modernite “lüks” ile ayakta durur ve hayâtiyetini sürdürür.
Lüks ve moda birbirlerinin ikiz kardeşleridir ve insanları oyalamak
için şeytan tarafından tâğutlara fısıldanan güçlü silahlardan biridir.
Lüks ve moda, ihtiyâca dönük değil, ihtirâsa dönüktür. Fakat unutmayalım
ki, ihtiraslarımız ihtiyaçlarımız değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder