“Hepiniz
Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine
siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete
erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl- İmran 103).
İslâm âlemi ve gayr-ı müslimlerin mazlumları
özellikle son 150-200 yıldır, insanlık târihinde görülmeyen zulümlere mâruz
kaldılar ve kalıyorlar. Çok zor bir hayatları oldu ve bu zorluk artarak devâm
eden bir zorluktur. “Yeryüzünün lânetlileri” olarak fişlenen Dünyâ’nın bu
mazlum ve mağdur kesimi, zamanla “hayâtın ortası”ndan uzaklaştırılmış ve en kıyısına
kadar konulmuştur. Hayâtın kıyısında yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Hayâtın
kıyısı, bir uçurumun kıyısı gibidir. Üstelik bu uçurum ateşle doludur. Bu nedenle
de sürekli bir korku içinde yaşadıklarından yada yaşamaya mecbûr
bırakıldıklarından, hayâtın ortasında değil de kıyısında yaşamaya râzı
olmaktadırlar. Sürekli zorluk içinde olmak, o zorluğa görece alışmaya neden
oluyor. Aslında bu alışma, körlükten ve cehâletten kaynaklanan bir
alışmadır.
Müslümanları ve mazlumları hayâtın kıyısına itenler,
onların ancak kendi dedikleri gibi yaşayacaklarına söz verdiklerinde ve böyle
yaşamaya başladıklarında o riskli bölgeden daha güvenli(!) bölgeye gelebilmelerine
izin vermektedirler. Aksi-hâlde tüm tâğutlar ve zâlimler el-birlik edip
müslümanları ve mazlumları hayâtın en kıyısında tutmaya devâm etmekte ve hattâ
zamanla da daha kıyıya doğru itmektedirler. Üstelik uçurumun ateşini de her
geçen biraz daha harlamaktadırlar. Tabi bu şekilde sürekli yaşamak mümkün
olmadığı için, birileri o uçuruma düşerek hayâtını kaybetmektedir.
Hapis-hânedekiler, hayâtın kıyısında yaşamaktadırlar.
Hattâ Ebu Gureyb, Guantanamo gibi hapis-hâneler (daha doğrusu işkence-hâneler)
hayâtın en kıyısıdırlar. Buralarda yaşayanlar, eğer oralardan kaçma durumları
yoksa, belki de hayâtın kıyısında, daha doğrusu ateş çukurunun kenarında
yaşamaktadırlar. Tabî buna “yaşamak” denemez. Buralarda perişanlık içinde
yaşayanlar varken, hayâtın biraz ortalarında umarsızca yaşayanlara da “insan”
denemez.
Hayâtın kıyısındakiler için, yeterli beslenme,
yeme-içme-giyme, sağlık ve huzur yoktur. Zâlimlerin, bu insanları hayâtın
kıyısına itmelerinin nedeni, onları zorluk içinde bırakarak, ancak kendi
ideolojilerine, kültürlerine, tarzlarına uyarlarsa kurtulacaklarını daha etkili
olarak telkin etmek içindir. Fakat bunu kabûl etmek, “onların dînine girmek” demektir.
Aslında böyle olunca -görece- “kıyıdan” uzaklaşacaklar, bir nebze rahat edeceklerdir
fakat bu sefer de bedenleri kurtulurken ruhları tutsak olacaktır. Yâni bu sefer
de ruhlar hayâtın kıyısında yaşamak zorunda kalacaktır. O hâlde onların dînini
kabûl edip o dîne girmek, modern bir köleliktir.
Onların dînine girmek demek, onların ideolojilerini
kabûl etmek, onların kültürlerini taklit etmek, ürettiklerini kullanmak demektir.
Onların dînine girmek demek, demokratik düzeni din olarak kabûl etmek,
kapitâlizmi savunmak demektir:
“Sen
onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut
olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana
gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan,
senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
İşte hayâtın kıyısında yaşayanların içinde, bu
şekilde yaşamaya îtirâz edip isyân yükseltenler her zaman olmuştur ve olacaktır.
Zâten ancak böyle bir çıkış yapıldığında hayâtın riskli kıyısından gerçek
anlamda uzaklaşılabilecektir. Şu-an îtibârıyla küresel tâğutlarla savaşlar, hem
hayâtın kıyısında yaşamayı kabûl etmeyen, hem de onların dinlerine girmeyi kabûl
etmeyenler arasında yapılan savaşlardır. Bu müslümanlar ve mazlumlar bu yolla
kıyıda yaşamaktan kurtulmuşlar fakat ağır baskı altındadırlar. Zîrâ hayâtın
kıyısında yaşayanlar ve buna zamanla alışanlar ve durumlarından râzı olanlar onlara
destek vermemektedir. Gerçek sorun budur: Hayâtın kıyısında yaşayan büyük
kitle, kıyıdan kurtulma mücâdelesi verenlere destek olmamaktadır. Çünkü “o
kıyıda bile yaşayamazsak” düşüncesi ve korkusu buna engel olmaktadır. Oysa
mevcut şekilde yaşamak daha kötüdür ve bu, haysiyetsizce ve onursuzca bir
yaşam-şeklidir. Üstelik ölüm bir son değildir ki!. Önemli olan zulme bir
direniş göstermek ve bunu Allah rızâsı ve İslâmî bir hayat için yapmaktır.
Allah insanları böyle rezil bir şekilde hayâtın kıyısında yaşamaları için
yaratmamıştır. Herkes hayâtın tam da ortasında; güvenli, mutlu, huzurlu bir
şekilde yaşamayı hak ediyor. Öyleyse bu rezil durumdan kurtulmak için bir “çaba”
göstermek gerekir. Bu mücâdeleye başlamak ve sürdürmek için de ölmekten ve
zorluklardan korkmamak gerekir:
“Bilin ki, dünyâ-hayâtı
ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur.
Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna
gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir
çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve
bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir
şey değildir” (Hadîd 20).
Bâzıları da kendilerini, uçurumun kenarında olmalarına
rağmen, engin bir denizin tatlı-tatlı esintileri arasında zannediyor. Onlara öyle
söyleniyor. Çok güvendikleri tâğutlar yada tâğutların uşakları onları
kandırmaktadır. Bir-anda düştüklerinde anlıyorlar gerçeği; hayâtın kenarında
yaşamanın, uçurumun kenarında yaşamak olduğunu. Tâğutlar, hayâtın kıyısında
yaşayanları güvende zannettirirler, oysa sürekli tehlikededirler ve bu nedenle
de hayatta hızla yol alamazlar, hâlbuki hayâtı parsellemiş olanlar, hayâtın tam
ortasında hızla yol almaktadırlar.
Bir de kıyıda-köşede yaşamak vardır ki; hayâtın
kıyısında yaşamak istemeyenler, vazgeçerek kıyıda-köşede bir yerde yaşamayı
göze alırlar bir-çok şeyden vazgeçerek. Meselâ modern kentlerde insanların bir-çoğu
kentin kıyısında (varoş) yaşarlar. Oysa bir-çok haktan ve hizmetten
mahrumdurlar. Aslında buralarda yaşayanlar modern kentlerde yaşamamaktadır,
sâdece bulunmaktadırlar. Hem de bu bulunuş şekli çok zor şartlar altındadır. Bu
nedenle bâzıları kentlerden çekilip kıyıda-köşede yaşamayı seçmiştir ki, bu
İslâmî mücâdeleden kaçmak olarak da kabûl edilebilir, modern kentin çirkefliğinden
kaçmak olarak da. Buna “ölü gibi yaşam” da denebilir. Ne de olsa ölüler hayâtın
(kentin) kıyısında yaşayanlardır. Zîrâ mezarlar kent-merkezlerinin yâni hayâtın
en kıyısına yapılmaktadır.
Hayâtın kıyısında yaşayanlar dînin de kıyısında yaşamak
zorunda kalıyorlar ve dînin uydurulmuş olanına yöneliyorlar. Hayâtın kıyısında
yaşayanlar cehâlet içindedirler. Din diye bildikleri şeyler, kıyıdan-köşeden duyup-bildikleri
şeylerdir. Hayâtın kıyısında yaşayanlar dîni de ucundan-kıyısında öğrenirler ve
ucundan-kıyısından îman ederek, ucundan-kıyısından yaşarlar. Zâten hayâtın
kıyısında yaşamak zorunda kalmaları bir cezâdır. Dîni kıyısından-köşesinden
anlayıp yaşayanlar, hayâtın da kıyısında-köşesinde yaşamakla cezâlandırılırlar.
Bu îman “yeterli îman” olmadığı için, kıyıda yaşayanlar hem cehâletten dolayı
kıyıda yaşadıklarını fark edemezler yada buna îtirâz etmezler, hem de kıyıdan
kurtulmak için bir cesâret gösteremedikleri için kıyıdan kurtulamazlar. Zayıf bilgi ve îmanları onları böyle bir mücâdeleye
sevk edemez.
Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve bu imtihan değişik
şekillerde ve zorluklarla da olabilir. Fakat hep aynı imtihana mâruz kalmak da
ahmaklıktır. İşte yapılması gereken şey, bir gayret göstererek imtihan şeklini
değiştirmek ve “kıyıda-köşede yaşama imtihanı”ndan, “kıyıdan kurtulma imtihanı”na
geçmektir. Bu imtihanın da bir bedeli olacaktır tabî ki. İmtihan bunu
gerektirir çünkü:
“Andolsun,
biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara 155).
İslâm Dîni, çeşitli zorlukları içinde taşıyan bir
“hayat dînidir”. Hayattan kopuk değildir ki zorluktan kopuk olsun. Hayâtın
doğal bir zorluğu vardır çünkü. En azından Dünyâ’nın doğal zorluklarıyla
karşılaşacaktır îman edip bu dîne girmiş olan kişi. Zâten Kur’ân’da anlatılan
peygamberlerin yaşadığı zorluklar, mücâhedeler ve gayretler yâni zorluklar
kıssalarda net bir şekilde görülüyor. Hiç-bir peygamber, göbeğini kaşıya-kaşıya
peygamberlik yapmamıştır. Böyle bir tebliğ ve örneklik sergilememişlerdir.
Zâten Kur’ân, Dünyâ’da olan zulüm ve zorbalıklara karşı gönderilmiş bir dindir
ve bir zorbalığın bir zorluğa girmeden ber-tarâf edildiği vâki değildir.
İnsanlık târihinde bir kötülüğün ve zulmün çok kolay bir şekilde sâdece söz
ile, ricâ ile giderildiği ve düzeltildiğinin bir örneği yoktur. (Belki sâdece
Hz. Yûnus’un ikinci görev-yeri için geçerli olabilir bu durum). Çeşitli
zorluklar sonucunda ve büyük gayretler sonucunda ancak bu çirkefliklerden
kurtulunabilir. Zâten âlemlere rahmet Peygamberimiz, o kadar dürüst ve
merhâmetli bir insan olmasına rağmen, dâvâsı uğruna tüm malını-mülkünü bu yolda
fedâ ettiği gibi, 70’e yakın seriye, gazve ve savaş yapmış ve bunların
bâzılarında bizzat baş-komutan olarak bulunmuştur. Bu yolda niceleri canlarını
vermişlerdir. Allah Kur’ân’da insanların-mü’minlerin zorluklara tâlip olmasını
emrediyor:
“Sarp
yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük
vermek)tir” (Beled 12-13).
“Andolsun,
mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici
(sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan
azimdendir” (Âl-i İmran 186).
“Allah’a ve
Resûlüne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz” (Saff 11).
“Hafif ve
ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad
edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” (Tevbe 41).
Bu âyetler, hayâtın kıyısında-köşesinde zorluklar
içinde yaşamaktan kurtulmanın reçeteleridir. Fakat hayâtın kıyısında yaşamaktan
kurtulmak için ilk başta, İslâm’a ucundan-kıyısında îman etmekten vazgeçmek ve
onu hakkıyla idrâk etmek şarttır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder