“Biz
sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar
Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık.
Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabt-etmiştik; (Krala
karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin
Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini)
söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Bunlar, bizim kavmimiz;
O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri
gerekmez miydi?. Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ edenden daha zâlim
kimdir?” (Kehf 13-16).
Eleştiri, îtirâz, isyân.. Modern insanın
ve müslümanın unuttuğu yada unutmak istediği ve artık bunları yapanları “şiddet
yanlısı” veyâ “terörist” olarak gördüğü ve kabûl ettiği zamanlardayız. Çünkü
modern insan, hem; modern ideolojiler, teknoloji, medya, son moda ürünler ve
düşüncelerle; hem de bu ideoloji, teknoloji ve son moda ürünleri ve düşünceleri
sunan kişiler tarafından sindirilmiş, pısırıklaştırılmış ve eşekleştirilmiştir
(istihmar). Artık modern insanın ve müslümanın ne eleştiri, îtirâz ve isyân
edecek mecâli vardır, ne de bunu düşünebilecek bir idrâki. Zâten amel-eylem
şeklinde bir girişimde bulunması zinhar söz-konusu bile değildir. Zîrâ böyle
bir cesârete sâhip değildir. Oysa Allah’ın tüm insanlık târihi boyunca
indirdiği vahiyler ve gönderdiği peygamberlerin örnekliği apaçık ortadır.
Allah; her kavmin, toplumun, ülkenin vs. ürettiğe merhâmetsizliğe,
vicdansızlığa, haksızlığa, adâletsizliğe, eşitsizliğe ve en önemlisi de şirke
isyân ederek ve yine; bu mevcut çirkefliklerden rahatsız olup nefret eden
“süper ahlâka sâhip” olan birilerini seçerek “peygamber” yapmış ve onlara
vahyederek, eleştiri, îtirâz ve isyânını ortaya koymuştur. Seçilen o elçiler
de; eleştiri, îtirâz ve en nihâyetinde de isyân ederek ve bir inkılâp ve
ihtilâl süreciyle büyük bir devrim yapmışlar ve adâletsizliği, eşitsizliği,
zulmü ve şirki def edip, aynen göklerde olan düzen gibi bir düzeni yeryüzünde
de kurmuşlar yada böyle bir düzen kurma yolunda olmuşlar ve bunun için de üstün
gayretler göstermişlerdir. Peygamberimiz bir hadisinde şöyle demiştir:
“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlakâ ümmetinden
havârileri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler,
emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi
kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de
yapmışlardır. Kim bu güruhla eliyle mücâhede ederse mü’mindir. Kim onunla
diliyle mücâhede ederse o da mü’mindir. Kim de onlarla kâlbiyle mücâhede ederse
o da mü’mindir. Bunun gerisinde, artık zerre miktar îman yoktur” (Müslim, Îman 80, Enfâl, 8/25).
Hadisin kısa bir
şekli ise şöyledir:
“Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer
gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yap(a)mazsa,
hiç olmazsa kâlbiyle buğz etsin. Fakat bu, îmânın en zayıf mertebesidir” (Tirmizi,
Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salât, 242).
İşte el ile, dil ile ve kâlp ile yâni
buğz ile düzeltmenin paralel yöntemleri, eleştiri, îtirâz ve isyân etmekle
oluyor. Şöyle demeye geliyor: “Bir zulüm ve kötülük gördüğünüzde o duruma isyân
edin. O zulme ve kötülüğe isyân edemiyorsanız, bâri îtirâz edin. Eğer îtirâz da
edemiyorsanız, en azından bir eleştiride bulunun. Fakat onu da yapamıyorsanız…
bırakın gitsin!. Çünkü artık sizin ne olduğunuz belli olmuştur.
Şimdi eleştiri îtirâz ve isyân konularını
ayrı-ayrı kısaca ele alalım..
Eleştiri:
Günümüzde müslümanın öncelikli
eleştirisi, “modernizm eleştirisi” olmalıdır. Çünkü günümüzde şirk ve dolayısı
ile zulüm, modernizm üzerinden sürdürülüyor. Bu nedenle modernizm ve
post-modernizm şiddetli bir şekilde eleştirilmelidir. Zâten modernizmi
eleştirmeyenler, İslâm’ı eleştirmeye başlarlar-başlıyorlar. İnsanlar, ama
özellikle müslümanlar modernizmi ve modern hayâtı niçin eleştir(e)miyorlar?. Çünkü
modernizmin ekmeğini (daha doğrusu pastasını) yiyorlar. Modernizmin -görece-
nîmet(!)lerinden faydalanıyorlar ve bundan vazgeçmek istemiyorlar. Böyle olunca
eleştirilerini modernizme karşı değil, tam-aksine İslâm’a yapıyorlar ve bu
eleştiriyi de, “sünneti göz-ardı ederek” ve “vahyi aşırı yoruma tâbi tutarak”
yapıyorlar. Sünnet göz-ardı edildiğinde ve vahiy de sünnetin yokluğunda aşırı
yoruma tâbi tutulduğunda, modernizm ile birebir uygun yorumlar ortaya çıkıyor
ve sanki -hâşâ- Allah da modernizmden hoşnutmuş gibi bir durum çıkıyor ortaya.
Böyle olunca da artık modernizme karşı en ufak bir laf bile edilemiyor. İslâm
(vahiy-sünnet) merkezli bir hayâta tüm zamanlarda yapılan ortak eleştiri ve korku:
“İslâm’a göre yaşarsak aç kalırız” korkusudur. Varılan yeri görüyor musunuz?;
Modernizme göre yaşadıklarında aç kalmayacaklar ama İslâm’a göre yaşadıklarında
aç kalabileceklerdir. Yâni “modernizmin rızık garantisi”, “Allah’ın rızık
garantisi”nden daha üstün tutulmuş oluyor.
Kur’ân, zulmün en büyük eleştirisidir.
Esâsen Kur’ân baştan-sona bir eleştiri kitabıdır. Mevcut Dünyâ’ya ve tüm
zamanlardaki yanlış tutumlara ve zulümlere yapılmış en büyük eleştiridir. Kur’ân’ı
okuyup durduğu hâlde Dünyâ’nın mevcut kötü durumuna, bir eleştiri, îtiraz,
isyân ve muhâlefette bulunmayanlarda, bir anlayış sorunu yoksa, bir “kişilik
bozukluğu var” demektir. Atasoy Müftüoğlu:
“Eleştirel akla sâhip olmayanlar, kendilerini nesneleştiren,
sürüleştiren süreçlere kendileri katkıda bulunuyor. Eleştirel dikkat, eleştirel
akıl olmayınca insanlar, halklar sürekli olarak avutulabiliyor,
aldatılabiliyor, yanlış ve gerçek-dışı beklentilere sevk-edilebiliyor.
Eleştirel bilinç ve eleştirel akla sâhip olmadığımız için, müslümanlar olarak
maalesef sınırsız bir edilginlik içerisinde bulunuyoruz” der.
Batı’ya ve bâtıla meftûn olmuş çağımız
müslümanı, doğrulardan rahatsız oluyor. Bu nedenle tabî ki doğru eleştirilerden
de çok rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı
eleştirmek için “doğru” bir söz söylenince hemen yüzünün rengi atıyor. Zâten
eleştiriyi sevmeyeler, “kendisine doğrular söylendiği için” eleştiriyi
sevmezler. Meselâ saçları beyazlaşmaya başlamış ve bu duruma sinir olan birine
muhabbet esnâsında: “saçların iyice beyazladı” desen, karşındayken söylemese
bile ayrıldıktan sonra arkandan konuşur ve “sen kendine bak” gibi bir şeyler
söyleyebilir. Fakat o kişiyle alâkası olmayan bir şey söylesen, hiç takmaz
bile. Zâten o eleştiri değil, iftirâ olur. Eğer o şey şaka-yollu söylenmediyse,
kişiye yapılmış çirkin bir hakâret olur ki hem günah hem suç hem de ayıptır.
Modern insan, eleştiri yapmadığı gibi,
eleştirilmeyi sevmiyor ve hattâ eleştirilmekten nefret ediyor. Modern insana:
“şu yaptığın yanlış” şeklinde bir eleştiri yaptığın anda (o kişi o yaptığı şeyi
doğru görüyorsa ve o şeyden keyif alıyorsa) hemen bozuluyor. Aslında
bozulmasının nedeni, “eleştiren kişinin eleştirisinin doğru olması”dır. Aslında
eleştiri, eleştirilen kişinin dikkate alındığının ve adam yerine konulduğunun
bir göstergesi de olabilir.
Eleştirmekten ve eleştirilmekten nefret
edenler, övülmeyi çok sevenlerdir. Hayat (yada Kur’ân) tarafından eleştiriye
uğramamış olanlar, hiç-bir eleştiriye katlanamazlar. Bu nedenle eleştiri
sözünden bile ürkerler.
Tabî ki aşırı eleştiri, yanında
haksızlığı da taşır. Bu nedenle sürekli eleştirmek de faklı bir kişilik
bozukluğu olabilir. Fakat zulmün bayrağını taşıyan modernizmi eleştirmemek de
farklı bir bozukluğun göstergesidir.
Îtirâz
İnsan aynı-zamanda îtirâz
eden bir varlıktır ve onun ayırıcı özelliği, îtirâzı bilinçli yapmasıdır. Yoksa
hayvanlar ve hattâ bitkiler de, güdülerinin ve yaratılıştan gelen
özelliklerinin yönlendirmesiyle kendilerine has bir îtirazda bulunurlar. Biz
burada, “bilinçli yapılan yâni insanın yaptığı ve yapması gereken îtirazlardan
bahsediyoruz.
Îtiraz “kötü” olarak görülüyor
ve gösteriliyor fakat îtirâz etmek, kişinin îrâdesinin işlediğini gösterir. Hem
zamânında melekler bile îtirâz etmişlerdi ve demişlerdi ki:
“Hani
Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ demişti.
Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada
bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi vâr edeceksin?’ dediler.
(Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi” (Bakara 30).
Meleklerin bu îtirâzı,
Allah’a değil, Âdem’in, “kan dökme potansiyeli”ne idi. Zîrâ Allah’ın bahsettiği
Âdem’in, kan dökebilecek bir varlık olduğunu hemen idrâk etmişlerdi.
Modern insan, “seküler sistem”
ne dediyse yapıyor ve hiç îtirâz etmiyor. Bu, “sisteme köle olmak” demektir. Allah’a
kul-köle olmaktan gocunan insanlar, sisteme hiç îtirâz etmeden kul-köle
olabiliyor ve hattâ bununla övünüyor. Köleler her-şeye “evet” derler ve hiç-bir îtirazları olmaz. Fakat
bu durum onların “ben”lerine karşı da yapmış oldukları bir ihânettir. Zîrâ
öz-benlikleri “hayır”, “lâ” diye haykırmaktadır. Bu bir ihânettir, zîrâ Allah
tarafından kendilerine verilmiş irâdeyi kullanmayarak köreltmektedirler.
Sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde
kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek, çok da samîmi bir şey
olmasa gerek. Zâten bir işe de yaramaz-yaramıyor. “Dostlar alış-verişte
görsünler” türünden işlerdir bunlar. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde
kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi
şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle
“hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir. O hâlde eleştiri ve
îtirâz, seküler sistem içinde müslümanca ve insanca yaşanamayacağın bir
göstergesidir. Zâten tâğutları da rahatsız eden şey budur.
Tabi her-şeye îtirâz edenler ve hiç-bir
şeye îtirâz etmeyip de her-şeyi kabûl ediverenler, çok açıktır bir dengesizlik
hâlindedirler ve bunu düzeltmeleri gerekmektedir. Zîrâ her-şeye îtirâz etmekle,
hiç-bir şeye îtirâz etmeyip de her-şeyi kabûl etmek aynı şeydir.
Bâzıları da hiç îtirâz etmeyen ve
eleştirmeyen ve dolayısı isyân etmeyen kişiler ararlar ve kolayca da bulurlar.
Zâten bu kişilere bağlananlar da, onları âdetâ melek gibi görürler ve
kendilerine zinhar en ufak bir îtirazları olmaz. Zîrâ bu kişiler artık
sürüleşmiş ve koyun gibi olmuşlardır. O bağlandıkları çobanları onları nereye
isterse kolayca yönlendirebilir ve sürebilir.
İsyân
Müslümanlar Kur’ân-İslâm ile
îtiraz-eleştiri-isyân edeceklerine, Kur’ân’ı ve dîni, tâğutların düzenini
onaylamakta kullanıyorlar. Bu tavra sâhip olanlar, zulme ve adâletsizliğe karşı
“Lâ”, “Kellâ” demeyi geciktiriyor. Böylece zulmün yerleşmesine ses çıkarmayarak
tâğutlara alan açmış oluyorlar. Bir-türlü isyân edemiyorlar. Bu nedenle
bir-türlü kafalarını çevirip hayâtın gerçeğine bakamıyorlar. Zâten bir-süre
sonra baksalar da göremiyorlar. Demek ki, eleştiri, îtirâz ve isyân yokluğu, kişileri
körleştiriyor ve donuklaştırıyor. Bu nedenle de zulmün yanından umursamazlıkla
geçip gidebiliyorlar. Normâl olmayan bir şeyi bir süre sonra normâl görmeye
başlıyorlar. Yaşamayı/hayâtı erteliyor ve bir-süre sonra dînin hayatta
görünür/yaşanır olma isteğine karşı çıkar hâle geliyorlar. Çünkü tâğutlara
taşeronluk yapıyorlar. İşte bu nedenle de isyankâr oluyorlar. Fakat “olumsuz
anlamda” olan, “Allah’a karşı bir isyân”dır bu.
Îman, isyân ve itaat ile başlar: “Lâ
ilahe” diyerek isyân; “illallah” diyerek itaat ederek İslâm’a adım atılır.
Allah’a itaat ile ve O’ndan başka sahte ilahlara isyân ile isyân etmek, dinin
ilk şartıdır. Allah’tan başkasını ilahlaştırmaya karşı yapılan bir isyândır bu.
Allah’tan başka sözde ilahlara isyân etmeyenler gerçek îmâna eremezler. Dîne
giriş bir isyânın dile getirilişi iledir: “LÂilâhe, illallah”. “İlah yok
Allah’tan başka!. Tüm sahte ilahlara “lâ”, hattâ “kellâ” diyerek müslüman
olunur ve bu yolda bu bilinçle yol alınarak îmâna erilir ve mü’min ulaşılır. Bu
bağlamda isyân etmek, verilen sözü yerine getirmek demektir. Bâzen bu söz,
malı-mülkü bu yolda sarf etmeyi ve bâzen de canı bu uğurda fedâ etmeyi
(şehâdet) gerektirebilir.
İnsanın ne zaman tepki
vermeye başladığı, ne olduğunda ve ne olunca isyân edip harekete geçtiği, onun
dînini-inancını ortaya çıkarır. Neyi ilahlaştırıp taptığını belli eder. Ses
çıkarmak, hayatta olunduğunun kanıtıdır. Hayâtı dibine kadar yaşamak ise, zulme
isyân etmekle (ses çıkarmak) olur. Zâten tâğuta isyân etmeyenler, Allah’a isyân
etmeye başlarlar:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
İslâm Fıkhı’nın olmadığı
yerde, “isyân fıkhı” olmalıdır. İsyân da, bir ahlâkın sonucudur. Bu, vahyin kazandırmış olduğu
“kerîm bir öfke”nin dışa-vurumudur.
“Hâfıza-i
beşer nisyan ile mâlüldür” denir.
Yâni, “insan hâfızasının
eksikliği unutkanlığıdır ve unutkanlık insan hâlidir” anlamında. Fakat insanın en büyük nisyânı yâni
unutkanlığı, “isyân etmeyi unutmak”tır.
Yine tekrâr edelim: Kur’ân’ı okuyup
durduğu hâlde Dünyâ’nın mevcut kötü durumuna, bir eleştiri, îtiraz, isyân ve
muhâlefette bulunmayanlarda, bir anlayış sorunu yoksa, bir “kişilik bozukluğu
var” demektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder