“Asra
andolsun!. Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde
bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka” (Asr 1-3).
Hemen başlangıçta söyleyelim ki, bizim için Kur’ân’ın
“anlaşılmaması” değil, “idrâk edilmemesi” sorundur. İdrâkten kastımız; Kur’ân’ı
“tam kavramak”, “bilincine ermek” ve sonuçta da vahiy-merkezli amelde-eylemde
bulunmaktır. Kur’ân’ın bir “anlama sorunu” olduğunu düşünmüyorum. Zîrâ Kur’ân,
okunduğunda kolayca anlaşılacak olan bir kitaptır. Yâni dikkatli bir okumayla
Kur’ân’ın mesajına ulaşılabilir ve ne dediği anlaşılabilir. Hem okuyup hem de
anlamamak “normâl” insan için söz-konusu olamaz. Fakat Kur’ân’ın mânâ ve
maksadı da vardır ki buna ulaşmaya “anlama” değil, “idrâk” denir ve böyle denmesi
uygundur. Zâten Kur’ân’da “anlama”=”fehim= anlamında -tek bir yer hâriç- bir
ifâde yoktur ve o tek yer de “meselenin anlaşılır oluşuyla” ilgilidir. Fakat
Kur’ân’ı “idrâk etmek” gerekir ki bu da ancak bilginin bilince dönmesi ve sonra
da amelde-eylemde kendini göstermesiyle olur. İdrâk eyleme zorlar. Bu nedenle
amelde-eylemde görünmeyen şey idrâk değildir. Amele-eyleme dönmemişse, Kur’ân henüz
tam kavran(a)mamış demektir. Zîrâ Kur’ân mutlakâ amele-eyleme zorlar. Zâten
aksi-hâlde îtikâdi bir sorun olurdu. Kur’ân zamânın nesnesi değil, öznesi olmak
ister ve bunun için de hayâta hâkim olmalıdır. Değişim ve dönüşüm en nihâyetinde,
İslâm’ın hayâta hâkim olmasıyla gerçekleşir çünkü.
Son kırk yıldır yoğun Kur’ân çalışmaları yapılmaktadır
ve bu konuda epey de bir yol alınmıştır. Fakat gelinen noktada Kur’ân’ın
bir-çok farklı yorumu ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır. Kur’ân-merkezli
çalışmalar yapanlar diğerleriyle farklı noktalara geldikleri için, birbirlerini
beğenmedikleri gibi, çatışmalar da yaşamaktadırlar. Peygamberimiz zamânında
sahabeleri birleştirip kardeş yapan ve onları, “İslâm’ı hayâta hâkim kılma yolu”na
sokan Kur’ân, Türkiye’de sayıları 300’ü bulan meâller olmasına rağmen sahabe
gibi birleşip kardeş olamıyoruz ve onların girdiği yola giremediğimiz gibi, tam-aksine,
zamanla ayrışıp dağılıyoruz. Oysa Kur’ân, Peygamberimizden bêri değişmeden
duran bir kitaptır ve Peygamberimiz ve sahabeleri değiştirip bilinçli bir toplum
yapmış ve devlet kurup medeniyeti başlatmışken, şimdi ise bizi yerimizde oturtuyor
ve mevcudu onaylatıp alkışlatıyor. Hem Kur’ân’ı okumak hem de bu şekilde
davranmak büyük bir çelişkidir. O hâlde suç Kur’ân’da değil, başta onun yolunda
olduğunu söyleyenler olmak üzere tüm müslümanlardadır. Tabî ki buna
dünyâ-müslümanlarının yâni ümmetin tamâmı dâhildir.
Peki müslümanlar Kur’ân’ı niye bu kadar farklı anlıyorlar
ve farklı yollarda gidiyorlar?. Bu en başta, Kur’ân’ın “anlamanın” değil,
“idrâkin” konusu olmasından ve idrâk konusunda zayıf olunmasındandır. Sorun, Kur’ân’ın
denildiği gibi çok farklı yorumlarının olmasından değil, insanların çok farklı
yollarda olmalarından dolayıdır. Bu yazıda bu noktaları ortaya koymaya
çalışacağız..
Bilgi ve
Bilinçsizlik: İnsanların çoğu
bilgisizdir ve bilgi edinmek için bir şey yapmamaktadırlar. Zîrâ bilgi için başta
“zaman” olmak üzere bir şeylerden vazgeçmek gerekiyor fakat modern müslümanlar
o şeylerden ferâgat etmeyi istememektedir. Çünkü Dünya çok renklenmiştir ve tam
da nefse uygun hâle gelmiştir. İnsanlar Dünyâ’yı ıskalamak istememekte,
nefislerinin doğrultusunda gitmekte ve düşünülmesi ve yapılması gerekenleri de
şeyhlere, efendilere, lîderlere vs. bırakmıştır-bırakmaktadır. Böylece tutarlı bir
bilgiye sâhip olamadıkları gibi, İslâmî bilinçten de yoksundurlar. Bu nedenle
Kur’ân’ı ya hiç bilmiyorlar yada mevcut her-şeyin tam da Kur’ân’ın söylediği ve
istediği gibi olduğunu zannediyorlar. Ortada bir sorun yokmuş gibi
davranıyorlar. Zîrâ efendileri ve lîderleri her-şeyin yolunda gittiğini
söyleyip durmaktadır.
Bu durum yâni insanların kafa konforlarını
bozmamaktan hoşlanmaları ve iletişim kanallarından duydukları, -zayıf ve yanlış
bilgilerine göre- aykırı olan şeyleri ve hattâ felâketleri gördüklerinde de,
zayıf bilgileri yada bilgisizlikleri doğrultusunda yorumlar yapıyorlar ve bu
yorumlarına da ilk başta kendileri inanıyorlar. Bu bilgisizlik durumu, daha
doğrusu yanlış bilgileri onları bilinçsiz, şuursuz bırakıyor ve deverân böylece
sürüp gidiyor ve Kur’ân mehcûr kalıyor. Yâni Kur’ân, sürekli olarak elde
olmasına rağmen idrâkten ve hayatta görünür olmaktan uzak kalmış oluyor.
Amel(ibâdet)-Eylem Eksikliği:
Bir bilince erişememiş ve Dünyâ’nın gerçeğini göremeyen müslümanlar, Kur’ân’ın
amele-eyleme sevk eden emirlerini de göremiyorlar, görmek de istemiyorlar.
Kur’ân’ın o emirlerini okusalar bile onları eylem-merkezli değil de
eylemsizlik-merkezli okuduklarından dolayı idrâk edemiyorlar, böyle olunca da
bir türlü amele-eyleme geçemiyorlar ve ne kendilerini değiştiriyorlar, ne de
birilerinin kötü durumlarını değiştirmek için maddî-mânevî bir girişimde
bulunuyorlar. Hattâ tam-aksine, bu tür söylem ve eylemlerde bulunanları, -konjonktürel
söylemlerin etkisinde kalarak- uçuk-kaçık kişiler, şiddet yanlısı ve hattâ
terörist olarak kabûl ediyorlar ve onlardan uzak duruyorlar. Fakat böylelikle
aslında İslâm-merkezli amel-eylemden uzak kalmış oluyorlar ve bundan uzak durunca
da her türlü İslâmî amelden-eylemden de uzak durarak Kur’ân ve İslâm’ın gerçeğini
ıskalamış oluyorlar. Sonuçta da İslâm, salt, “emir-sâhiplerine yâni lîderlere ve
efendilere itaat etmek” olarak anlaşılıyor ve amel-eylem tarafı göz-ardı
edilince bir değişim de gerçekleşmiyor. Bu bir kısır-döngü olarak sürüp gidiyor
ve Kur’ân mehcûr kalmaya ve idrâk edilememeye devâm ediyor.
Zâten daha ilk başta Kur’ân’ın kişisel amel-eylem
şekli olan ibâdetler hafife alınmış ve göz-ardı edilmiştir. Oysa namaz, oruç,
zekât, infâk, hac, okuma-yazma, bir-arada olma (cemaat) vs. Allah’ın emridir. İbâdetler
kişiyi İslâm’ı samîmi ve doğru bir şekilde idrâk edip yaşamaya zorlar. Şimdi ibâdetler
kalitesizleşince ve düzenli-gayretli-disiplinli yapılmayınca, vahyin ortaya
koyduğu idrâke de zorlamıyor ve idrâk de olmuyor. Zîrâ idrâke yönelme ihtiyâcı
duyulmuyor. İdrâksizlik, Kur’ân’ı doğru kavramaktan uzak tuttuğu gibi, tam-aksine
yanlış anlayıp yanlış yorumlanmasına ve de yanlış eylemlerde bulunulmasına yol
açıyor.
Ahlâk: Bu duruma gelen kişilerden ahlâklı davranışlar
beklemek çok zor ve hattâ imkânsız oluyor. Zîrâ ahlâki olmayan davranışlar
sergiliyor ve zamanla bu davranışları ahlâkın ta kendisi zannediyor. Hattâ
kendisi gibi davranmayanları câhil ve hor gördüğü gibi düşman da belliyor.
Ahlâk, Kur’ân’ı idrâk etmek için olmazsa-olmaz şarttır. Çünkü ona ancak temiz
olanlar dokunabilir (Vâkıa 79). “İnsan” olmadan müslüman olunmaz. Müslüman olunmadan
da gerçek anlamda ahlâklı olunmaz ve ahlâk-merkezli olmayan bakış-açısıyla
Kur’ân’ı doğru bir şekilde idrâk etmek imkânsız hâle gelir.
Sabır: Tüm bunların nedeni insanın sabırsız olmasıdır.
Aceleci bir yaratılışa sâhip olan insan, nefsini din ve ilah edinince artık
sabırsız tahammülsüz biri hâline geliyor. Oysa İslâm ve Kur’ân, kendini “sabırlı”
olanlara açar ve ancak ondan sonra kişi vahyi idrâk edebilir. Çünkü sabır
kişide bir erdem ortaya çıkarır. Maddî olanın ardından hızla koşanlar Kur’ân’ı
idrâk etmek için sabır ve tahammül göstermeye yanaşmayınca, fakat
müslümanlıktan da vazgeçmeyince, Kur’ân-merkezli değil de zan-merkezli bir
dindarlığa kapılıyor ve böylece Kur’ân yine idrâkten mahrûm kalıyor. Sonuçta da
hayatta yanlış ve sahte bir dîn türüyor. Üstelik bu durum, Kur’ân’ı gerçekten
idrâk yolunda olanların önüne de taş koyuyor. Böylece Kur’ân’ın idrâk edilmesi
ya gecikiyor yada blôke oluyor.
Cemaat
Olamamak: Kur’ân idrâk edilmediğinde
de yine cemaatler olur fakat bu cemaatler İslâm-merkezli değil de, ya tahrif
olmuş din merkezli yada seküler siyâset merkezli olur ve bu cemaatlerin
müntesipleri de bu doğrultuda toplanır, düşünür, konuşur, yazar-çizer ve
eylemde bulunurlar. Fakat bu etkinliklerin somut ve gerçek faydaları olmaz. Oysa
Kur’ân, cemaat olmanın şeklini ve yöntemini belirlemiştir ve müslümanların
ancak böyle cemaatler kurduklarında interaktif bilgi alış-verişinde
bulunabileceklerini ve gerçek anlamda İslâm’ı-Kur’ân’ı idrâk edebileceklerini
söyler ve ancak böyle toplumlar Dünyâ’ya örnek olabilirler. Allah ancak bu tür
toplumların destekleyip yanında olacağından, Dünyâ’yı ancak Kur’ân-merkezli
cemaatler hakîkat ve adâlet istikâmetinde değiştirip dönüştürme yoluna sokarlar
ve İslâmî yönde değiştirirler. İslâm ve Kur’ân-merkezli değil de tahrif olmuş
zırvalıklar ve seküler dünyevî-merkezli bir-araya gelmiş olan cemaatlerin bir
yaraya merhem olduğu görülmemiştir. Zîrâ bu tür toplumlar-gruplar eyleme dönük
olan vahiy-merkezli olmadıklarından, Kur’ân’ın rûhunu kavrayıp da onu idrâk edememişlerdir.
Böylece kimi târihselci, kimi ise modernist Kur’ân yorumları ile ancak tâğutlara
ve onların uşaklarına alan açılmakta ve Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin artarak
sürmesine yardımcı olunmaktadır. Oysa Allah’ın istediği cemaatler Kur’ân’ın
idrâk edilmesi için ve bu idrâk-merkezli amelde-eylemde bulunmak için bir-araya
gelenlerin oluşturduğu topluluklardır. Zâten ancak bu bilinçle bir-araya gelmiş
olan müslümanlar Kur’ân’ı en doğru şekilde kavrayıp idrâk edebilecekler ve
doğru amelde-eylemde bulunabileceklerdir.
Eleştiri-Îtiraz-İsyân
Eksikliği: İşte ancak bu tür cemaatler
bir değişim-dönüşüm başlatabilirler ve modern dünyâya karşı durarak bir eleştiri,
îtiraz ve isyân yükseltebilirler. Zîrâ Kur’ân’ı çok net olarak kavrayıp idrâk
etmişler ve o doğrultuda amel ve eylemde bulunmaya başlamışlardır. Diğer
cemaatler (ki bunlara cemaat değil de “gruplar” demek daha uygun olur)
İslâm/Kur’ân-merkezli değil de kişi-merkezli bir yolda olduklarından
kendilerini geliştiremezler ve zihinleri dumura uğrar. Bu kimseler bu nedenle
Kur’ân’ı net olarak kavrayıp idrâk edemedikleri için mevcut çirkef ve kötü durumun
mêmurluğunu ve destekçiliğini yapmaya devâm etmektedirler. Üstelik kendilerinin
doğru yolda olduğunu ve Kur’ân’ı idrâk yolunda olanların ise yanlış, bâtıl ve kötü
bir yolda bulunduğunu zannetmektedirler. Suyun başını tutmuş olanlar da
menfaatlerine uygun olarak kendilerine uygun olan bâtıl grupları destekleyip onlara
alan açmış olduklarından, onların sesi daha bir gür çıkmakta ve gerçek
müslümanlar olan mü’minlerin sesi kısıldığından, Kur’ân’ın idrâki toplumun
geneline yayılamamaktadır. Bu durum bir kısır-döngü ile Kur’ân’ın idrâk
edilememesini sürdürmekte ve çoğaltmaktadır.
Ümmetle
İletişimsizlik: Kur’ân’ın idrâk edilememesi
topluma yayılmayınca ümmetle de bir ilişki kurulamamakta ve idrâk ümmetsel
alana yayılamamaktadır. Bu nedenle de ümmetin parça-bölüklüğü devâm etmekte ve zamanla
daha da artmaktadır. Baksanıza; Şii-Sünni çatışmasında bir azalma olmadığı gibi
düşmanlık zamanla daha da artmaktadır. Zîrâ Kur’ân idrâk edilmediği için vahiy-merkezli
değil de mezhep-merkezli bir din anlayışı olunca tefrika artmaktadır. Çünkü mezheplerin
birbirlerine karşı aşılmaz duvarları vardır ve birbirlerini tekfir dâhi edebilmektedirler.
Ümmetin vahiy-merkezli değil de mezhep/meşrep/yol/yöntem-merkezli olması bir-araya
gelememesine ve vahyin net olarak idrâk edilememesine neden olmakta ve arada herhangi
bir yakınlaşma da sağlanamamaktadır. Tabi bu durumun kaymağını da küresel
şeytanlar yemektedirler. Zâten onlar bu tefrikadan beslenmektedir. O hâlde ümmetin
parça-parça olması hem Kur’ân’ın idrâk edilmesini önlüyor, hem de vahyi idrâk
edemeyiş parçalanmayı zamanla daha da arttırıyor. Ümmetle olan iletişimsizlik
ve düşmanlık, idrâkin önündeki en büyük engeldir.
Müslümanlar
Yerine Kâfirleri Dost Edinmek: Ümmet
birbirlerini düşman ve kâfir olarak gördükleri için Kur’ân’ın net emrini
görememekte yada göz-ardı etmektedir. “Müslümanlardan başkasını dost edinmeyin”
diyen Kur’ân’ın emrine uymayan sözde müslüman devletler, şeytan-merkezli
tâğutların yönetimindeki devletler ile iş tutabilmekte ve çeşitli alanlarda iş-birliği
yapabilmektedir. Öyle bir duruma gelmiştir ki müslüman bir ülke gayr-i müslim
bir ülke ile birlik olup da mâsum müslüman çoluk-çocuğun üstüne binlerce metre yüksekten
bombalar atarak onların ölümüne bile neden olabilmektedir. Zîrâ Kur’ân’ı net
olarak kavrayıp da idrâk edememişlerdir ve yaptıklarının ebedî cehennemle sonuçlanacağının
farkında değildirler.
Artık müslümanlar yerine kâfirleri dost edinmek normâlleşmiştir.
Bu durum yine Kur’ân’ı idrâk etmenin önündeki en büyük engellerden biridir ve utanç
kaynağıdır. Hiç utanmadan sıkılmadan zâlim şerefsizlerle iş tutabilen bu sözde müslümanlar,
çıkar-merkezli bir yola girerek kendileri de haysiyetlerini kaybedip şerefsizleşmektedirler.
Kâfirlerle iş-birliğine giren bu devletler, vahyi değil de uyduruk
mezheplerini-meşreplerini-îtikatlarını, ideolojileri, seküler yol ve yöntemlerini
din ve ilah edinmişlerdir ve nice zulmün kaynağı olmuşlardır. Allah kahretsin
onları!.
Şirk: Ümmet böyle olunca ve böyle tavırlarda bulunca müslümanların
çoğu, vahyin-İslâm’ın “sâdece gönüllerde yaşanacak” bir şey olduğunu zannetmeye
ve söylemeye başlamışlardır. Allah’ı kendi işlerine ve uygulamalarına karıştırmayarak
O’nu “sâdece göklerin ilahı” yaptıkları için yeryüzünde istedikleri gibi hükmedebilmektedirler.
Bu durum Kur’ân’ı idrâk edememelerinden dolayıdır. Allah sâdece göklerin ilahı
olunca yeryüzünün ilahı da kendileri olmuş oluyor. Şirk budur, küfür budur ve
şirk ve küfür Kur’ân’ı kavrayıp idrâk edememenin ve tevhidî bir yolda yürüyememenin
baş nedenidir. Kur’ân’ın şirke düşman olduğu oranda, mezhepler ve meşrepler yol
ve yöntemler de şirkin ve küfrün meşrûluğunu ortaya koyan yığınla zırvalıkla
doludur. Şirk, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlinin nedenidir ve bunun panzehiri
Kur’ân’ı idrâk edip o yolda amelde-eylemde bulunmaktan geçer.
Bu bağlamda; Allah’ın hükümleri yerine insanlara
hüküm koyma yetkisi verilen “oy kullanmak” da şirktir ve oy kullanarak “kulluk
görevi” yerine “vatandaşlık görevi”ni üstün tutanlar bunu çok fazla gündeme
taşıyarak din yaparlar. Oy kullananlara, Kur’ân’ın şirkten uzak durulmasını
söyleyen âyetlerini anlatamazsınız ve insanlar bunu idrâk edemezler.
Maddiyat: Tüm bunların nedeni, liberâl kapitâlist ideolojilerin
dayatmalarıyla çığırından çıkan nefsin tatmin bulduğu maddiyattır. Maddiyat tüm
insanların peşinden olanca güçleriyle koşturdukları şeydir ve bu durum onların
vahye yönelmelerine ve Kur’ân’ı kavrayıp da idrâk etmelerine engel olmaktadır.
Oysa vahyin idrâki, maddiyattan vazgeçmeye değil, onu bir düzene koymaya
yönlendirir. Kapitâlist maddiyat son 200 yıldır müslümanları da pençesine aldı
ve kendisine mahkûm etti. Artık bu uğurda haram-helâl bile dinlemiyorlar ve
maddiyatı Kur’ân’a ve sünnete göre düzenleyeceklerine, Kur’ân’ı ve sünneti
maddiyata göre yorumluyorlar ve bu konuda en kısa farklı bir söze bile tahammülleri
yok ve bu konuda çok da acımasızlar. Fertten devlete kadar mevcut dünyâ, çıkara
odaklanmış ve maddiyatı yâni parayı, malı, mülkü en yüce ilah edinmiş durumdadır.
Tabi çokluk (tekâsür) hastalığı insanları bu derece esir alınca paylaşmayı da
unutuyorlar ve paylaşmak çok zorlarına gidiyor. Fakat bu durum zengin-fakir
arasıdaki uçurumu gün geçtikçe büyütüyor ve içinden çıkılmaz bir hâle
dönüştürüyor. Zulmün en büyüğü bu alanda yaşanıyor. Birileri açlıktan-susuzluktan
ölürken, diğerleri de aşırı tokluktan ölüyor. Maddeye kilitlenmiş insanlara ve yeterli
gıdâdan ve temel ihtiyaçlardan mahrûm olanlara vahyin mesajını iletmek zorlaşıp
imkânsızlaşıyor ve Kur’ân’ın idrâki yayılamıyor. Kur’ân’ı idrâk etmesi gerekip
de bundan maddî nedenlerle uzak duranlar yâni çıkarlarını ilkelerinin önüne
geçirenler, vahyin idrâk edilmesi önündeki en önemli engellerdir. Böyle olunca
da Kur’ân mehcûr kalmaya devâm ediyor. Mehcûr kalınca da, İslâmî anlamda bir
amel-eylem ortaya konulamıyor.
Tefrika: Ümmette ve Dünyâ’da insanları birbirlerine düşman
eden en etkili şey aradaki bu maddî uçurumdur. Üstelik bu uçurum gizli-saklı da
değildir artık ve bu fark iletişim kanallarından insanın gözüne-gözüne sokuluyor.
Birileri yerken birileri bakıyor ve “küçük kıyâmetler” kopuyor. Bu kıyâmetler
tefrikayı arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Tefrika ise bir kısır-döngü
olarak yeniden uçurumları derinleştiriyor ve vahiy işâret ettiği orta-yolun bulunması
blôke oluyor. İdrâk edilemeyen Kur’ân, insanları tefrikadan uzaklaştır(a)mamış
oluyor. Tefrika öyle bir seviyeye geldi ki insanlar bunun önüne nasıl geçileceğinin
fikrini bile bulamıyor artık. Tefrika, yanında tekfiri de getiriyor ve çok farklı
dindarlık şekilleri ve inançları çıkıyor ortaya. Parçalanmayan bir şey kalmıyor
ve devlet arasındaki anlaşmazlıklardan tutun da, âile-içi çatışmalar bile bu
nedenle ortaya çıkıyor. Artık âile-içi tefrika da çıkar-merkezli bir yakınlık
oluşturuyor. Merhâmet, vicdan, hoşgörü, sevgi saygı, anlayış, tahammül yerin
dibinde sürünüyor. Bu durum kıyâmeti celbediyor.
Îman: Tüm bunların nedeni îmânın zayıflığı yada
yokluğudur. Îman “sözde îman” olunca ve sâdece “psikolojik” olarak görününce,
üstelik gereği yapılmayıp da sözde kalınca bir etkisi olmuyor. Îman kişinin
vahiy-merkezli yaşamasına ve vahyi-Kur’ân’ı idrâk ederek doğru bir din anlayışı
ile hareket etmesini sağlaması gerekirken, îmânı sâdece kültürel bir alışkanlık
olarak görenler vahyin ne dediğini bilmedikleri gibi onun ne kadar önemli bir
kılavuz olduğunun ve mutlakâ hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu-huzurlu bir
hayâta kavuşmak için idrâk edilip yaşanması gerektiği gerçeğini idrâk
edemiyorlar.
Îman olmayınca üstte saydığımız tüm ârızalar meydana
geliyor ve bu ârızalar zamanla ayyuka çıkıyor. Îman Kur’ân’a, Kur’ân da îmâna
yönlendirir ve ikisi birbirlerini besleyerek idrâki arttırırlar. Kur’ân net bir
şekilde kavranıp idrâk edilince îman artar, îman artınca bilinçlenme olur,
bilinç amele-eyleme yönlendirir ve İslâmî bir eylem her-şeyi değiştirip
dönüştürebilir. Bu durum Allah’ın yardımıyla devlete ve medeniyete kadar gider.
İslâm devleti ve medeniyeti yeryüzündeki zulmü-şirki-küfrü yok eder ve Kur’ân’ın
idrâkini en ücrâ köşeye kadar yaymaya çalışır. Böylece şeytana ve tâğutlara
küfredecekleri bir alan kalmaz. İşte; -Allâhuâlem- Allah’ın istediği ve
emrettiği budur ve Kur’ân idrâkinden yola çıkan bu yürüyüşle müslümanlık ve
insanlık en nihâyetinde ebedî nîmet diyârı olan cennetle sevineceklerdir. İşte
en büyük kurtuluş budur.
Bu bozuklular Kur’ân ile yoğrulduğunda ve sünnet ile düzeltilip
düzenlendiğinde yâni vahiy idrâk edildiğinde sırât-ı müstakim yolunda yürünmeye
başlanacaktır. Peygamberin örnekliği ve asr-ı saadet süreci budur. Peygamberin
varlığının nedeni de budur zâten.
Evet; Değişim ve dönüşüm Kur’ân’ı idrâk etmekle, daha
sonra da sünnet-merkezli hareket etmekle başlayıp devâm edecek ve nihâyete erecektir.
Tabi bu süreç zorlu bir süreçtir ve nice yiğitler ve fedâkârlıklar isteyecektir.
Fakat istenen şey aslında tek kelimeyle “vazgeçmek”tir. Burada yazılanlar “vazgeçmenin
kısa öyküsü”dür.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
“Asra andolsun!. Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3). Hemen başlangıçta söyleyelim ki, bizim için Kur’ân’ın “anlaşılmaması” değil, “idrâk edilmemesi” sorundur. İdrâkten kastımız; Kur’ân’ı “tam kavramak”, “bilincine ermek” ve sonuçta da vahiy-merkezli amelde-eylemde bulunmaktır. Kur’ân’ın bir “anlama sorunu” olduğunu düşünmüyorum. Zîrâ Kur’ân, okunduğunda...
YanıtlaSilhttps://www.youtube.com/watch?v=8aKqD1DtlWE
https://777has444.blogspot.nl/