“Dedi ki: Rabbim,
beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhâmet edenlerin en
merhâmetlisisin” (A’raf 151).
Merhâmet: “Bir kimsenin veya bir başka canlının
karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma”. Zıddı: “Acımasızlık,
vicdansızlık”.
Merhâmet; Allah’ta, insanda, hayvanda, belki biz fark
edemiyoruz ama, bitkilerde ve cansız varlıkların tümünde bulunan bir duygu. Böyle
olunca da, “varlık baştan-başa merhâmetle kaplıdır” denilse yeridir. Kâinat
merhâmetten yaratılmıştır. Her varlık merhâmeti içinde taşır fakat varlıklar
içinde sâdece insan “bilinçli merhâmetsizlik” yapabilir. Merhâmetsizlik
bilinçsizce olmaz. Hayvanların birbirlerine saldırıp birbirlerini öldürmeleri
merhâmetsizliklerinden değil, yaratılıştan kaynaklanan güdülerindendir.
Peki, daha doğduğu anda merhâmete muhtaç olan insan,
ileride neden merhâmetsizlik yapar?. Merhâmet direkt kâlp ile alâkalıyken,
merhâmetsizlik de çıkardan beslenen nefs ile alâkalıdır. O hâlde
merhâmetsizliğin kaynağı çıkar-merkezli hırs, açgözlülük, şehvet, tutku gibi
nefsî güdülerle olan bir şeydir. İnsandaki hayvâni yönün açığa çıkmasıdır. Oysa
merhâmetsizlik gerçek bir duygu değil, “merhâmetin yokluğu hâli”dir ve nefsin
güdüleriyle açığa çıkar. Merhâmetten vazgeçmedikçe merhâmetsizlik olmaz. İnsan
merhâmetten vazgeçince zâlimleşir ve bu onu zamanla daha çok merhâmetsiz yapar.
Hattâ zâlimlerin ortaya çıkması ve mazlûmiyetin doğmasının nedeni de
merhâmetsizliktir.
Merhâmetsizlik maddîdir ve onu madde açığa çıkartır.
Zîrâ insandaki merhâmetsizliği açığa çıkaracak olan etken, maddî olandır. Cennet
ise merhâmetle kuşatılmıştır. Orada merhâmetsizlikten eser yoktur.
Merhâmetsizliğin yeri cehennemdir. Zîrâ orada merhâmetsizlere merhâmetsizce
davranılır. Merhâmet direkt olarak Rahmetle alâkalıdır ve rahmet de
Allah’tandır. Allah Rahmân ve Rahîm olandır ve bu “Bismillâhirrahmânirrahîm”
sözüyle billurlaşır. Allah’ın rahmetini kestiği kişi merhâmetsizleşir ve her
türlü melâneti yapabilir ve cehennemi hak eder. O hâlde Allah’ın rahmetinden
mahrûm kalmak felâketlerin en büyüğüdür. Bu nedenle, o âna kadar ne kadar cürüm
işlemiş olunursa-olunsun, son nefesimize kadar Allah’ın rahmetinden ümit
kesmemeliyiz ve rahmete nâil olmaya çalışmalıyız. Tabi bunun için Allah’ın
emrettiği yola girmemiz, o yolda yürümemiz ve o yoldayken ölmemiz gerekiyor. Allah
Kur’ân’da bunu şöyle emreder:
“De ki: Ey
kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü aşan kullarım. Allah’ın rahmetinden umut
kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir” (Zümer 53).
Merhâmet, merhâmeti hak edene gösterilir. Zâlimlere
merhâmet etmek merhâmetsizliktir. “Zâlime merhâmet, mazluma zulümdür” denir. “Merhâmetten
maraz doğar” sözü, merhâmeti hak edenler için geçerli değildir, olmamalıdır.
Fakat insan nisyan (unutkan) ile mâlûldür ve merhâmete muhtâç olduğu zamanları
çarçabuk unutabilir ve merhâmete aykırı davranabilir. Bu, imtihanın bir
sonucudur.
Çıkar-merkezli merhâmet, merhâmet değildir. Merhâmet
çıkar-merkezli değil, tam-aksine “gider-merkezli”dir. Vazgeçmeyi gerektirir.
Birine merhâmet etmek, onun için “zamânı, parayı, malı, gücü, imkânı paylaşmak”
demektir. Oturulup durulan yerde gösterilen pasif merhâmet şekillerinin bir
faydası yoktur ve merhâmete muhtâç olana bir yarar sağlamaz ve o kişi yine
merhâmete muhtâç olarak kalır. Merhâmet kuru-kuruya üzülmek demek de değildir.
Zâten merhâmet, “gösterilen” bir şeydir ve aktif olarak icrâ edilir. Merhâmet
etmek, “bir şey yapmak”la olur.
Küçük çocuklar diğer küçük varlıklar, merhâmeti en
çok celbeden, merhâmeti en çok tetikleyen varlıklardır. Zîrâ küçük olan
aynı-zamanda güçsüz de olduğundan vicdan hemen devreye girer. Bu nedenle küçük
çocukların olduğu evler merhâmetin açığa çıktığı evlerdir. Ana-babaya ve çocuğa
merhâmet göstermeyenlerde hiç merhâmet yok demektir. Merhâmet bunlara
gösterilmeyecek de neye ve kime gösterilecektir?.
Evlatlar çoğunlukla, anne-babanın yemek yerken
çıkardığı sesleri, onların kokularını, konuşmalarını beğenmezler; fakat bebeklerinin-çocuklarının
altlarını temizlerken, ağızlarını silerken, kötü koktuklarında yada tam
konuşamadıklarında onlara aynı tepkiyi göstermiyorlar. Bunun nedeni, çocuklarına
gösterdikleri sevgi, merhâmet ve özveriyi ana-babalarına göstermemeleri,
onlardan merhâmeti esirgemeleridir. Bunun nedeni, bu duygularını azaltmış-kaybetmiş
olmalarıdır. Hâlbuki ana-babaların, çocuklarına karşı hâlâ aynı derecede sevgi
ve merhâmeti vardır Bu nedenle de onların hiç-bir şeylerinden iğrenmezler, onlara
kızmazlar. Ana-babanın çocuklarına karşı merhâmeti azalmıyor ama çocukların
ana-babalarına karşı merhâmetleri azalıyor ve bâzen de yok oluyor. Oysa Allah
Kur’ân’da:
“Rabbin, O’ndan
başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet
onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara “öf” bile deme ve
onları azarlama!; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük
kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen
de onları esirge” (İsrâ 23-24).
Allah, ana-babaya o kadar çok değer veriyor ki, “Kendisinden
başkasına kulluk etmeme” emrinden sonra ikinci sıraya “ana-babaya iyilik
yapma”yı koyuyor. “Şirke düşürecek sözler-tavsiyeler hâriç, onlara tam itaat
edilmesini emrediyor:
Esma Bintu Ebî Bekr anlatıyor: “Henüz müşrik olan
annem yanıma geldi. (Nasıl davranmam gerekeceği hususunda) Hz. Peygamber’den
sorarak: “Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme
iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, ona gereken hürmeti göster” (Buhârî,
Hibe 28, Edeb 8; Zekat 50 (1003); Ebu Dâvud, Zekât, 34, (1668).
En çok merhâmet gösterilmesi gereken kesimden biri de
hastalardır. Özellikle kronikleşmiş ve hastalığı ağırlaşmış kişilerin durumları
çok zordur. Kronik tâbir edilen hastalara, hekimler ve sağlık çalışanları
tarafından âdeta nâdide bir çiçek gibi muâmele edilmelidir. Çok büyük ihtimâlle
hayatları boyunca mevcut hastalıklarıyla zor bir şekilde yaşayacak olan bu
hastalar, hastalıklarının zorluklarından başka bir de hasta-hâne zorluklarıyla karşılaşmamalıdırlar.
Bu yüzden bu tür hastalar ve engelliler ilk sıraya alınmalı ve tedâvileri-kontrôlleri
hemen yapılıp işleri bitirilmeli ve gerekirse evlerine kadar da bırakılmalıdır.
Hattâ bu kişiler için büyük hasta-hânelerde ayrı doktorlar görevlendirilmelidir.
Bu doktorlar sâdece bu kişilerin rutin kontrôllerini yapmak ve ilaçlarını
sağlamakla görevli olmalıdırlar. Hastalığı ağır olan ve engelli olanlara,
hasta-hâneye gelmiş olan diğer insanlar da öncelik tanımalıdır. Çünkü onlar
için 10 dakika sonrası çok önemli değildir. Fakat günümüzde, ayakta zor duran
ve ağrıdan kıvranan insanlar varken bir-an önce sırayı kapmaya çalışan
insan(!)lar vardır. İşte bu durum, modern-seküler toplumun merhâmetini
yitirdiğinin bir göstergesidir.
“Eyüp de;
hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni
sarıverdi. Sen merhâmetlilerin en merhâmetli olanısın” (Enbiyâ83) âyeti, hastalara merhâmet gösterilmesi
gerektiğinin bir işâretidir.
Tevbe ve af dileme de merhâmeti celbeder. Tevbe
etmek, merhâmet istemek demektir:
“Ne zaman
ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürüldü ve
kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını görünce: Eğer Rabbimiz bize merhâmet
etmez ve bizi bağışlamazsa kesin olarak hüsrâna uğrayanlardan olacağız dediler” (A’raf 149).
İnsanlık târihinde, (İslâm hâriç), mazlum ve
mahrum-merkezli bir anayasa ve kânun hiç yapılmamıştır, hiç-bir zaman da yapıl(a)maz.
Zîrâ hiç kimse Allah gibi merhâmetli değildir, olamaz. Bu nedenle kânunlar-yasalar,
“En Merhâmetli Olan” tarafından yapılmalıdır. Merhâmetsiz-vicdansızların
yaptığı kânunlardan ne hayır gelir ki?. Gelmiyor da zâten. Onlar, merhâmetsiz
yâni çıkarına göre yaşayan kişiler oldukları için, çıkaracakları kânunları da
yine kendi çıkarlarına uygun olarak yapacaklardır.
Mustafa İslamoğlu, merhâmet hakkında şunları söyler:
“Rabbimizin kartvizitinde; “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazar. (Yâni
Rahmân ve Rahîm adıyla). Rabbimiz kendisini gücüyle değil, merhâmetiyle
tanıtıyor. Hakîkat, merhâmet, şefkat, liyâkat, meşveret. Dünyâ’yı bu beş
esas üzerine kurarsak Dünyâ yaşanacak bir yer olur. Şefkat ve merhâmet
toplumunda insanlar birbirlerine adâlet ve merhâmeti tasadduk ederler. Hayvanlara
haddinden fazla merhâmet gösterenler, genelde kendine ve mazlum insanlara merhâmet
göstermezler”.
Peygamberimiz: “İnsanlara merhâmet etmeyene Allah da merhâmet
etmez” (Buhârî, Tevhîd, 2) der. Şöyle duâ ederdi: “Ey Allah’ım!. Günahları
ancak sen bağışlarsın. Mağfiretinle beni bağışla ve bana merhâmet et. Şüphesiz
sen çok bağışlayan ve çok merhâmet edensin” (Tirmizî, Daavât, 96).
Modern dünyâ, çok merhâmetsiz, kâlpsiz, vicdansız ve
ruhsuzdur. Modern-öncesi zamanlarda insanlar hiç bu derece bayağılaşmamıştı ve
hiç bu derece merhâmetsizleşmemişti. Her-an mâsum ve mazlumların ölmesi, perişân
olması neredeyse kimsenin umurunda bile değil. Merhâmetsizlikleri insanları
reel-politiğe ve çıkara kilitlemiş. Bu durum onları daha da
merhâmetsizleştirmekte. Modern-dünyâda merhâmet beş para etmiyor. Vicdan sanki
masallarda kalmış. İnsanların yüzlerine baksanıza bir!; Hiç gülmüyorlar ve
şefkatten eser yok ve ne kadar da acımasız bakıyorlar. Ne kadar âdi yüzler var.
Merhâmetsizlikten ruhları kararmış. Mala-mülke kesmişler, şehvete-şöhrete
kesmişler, siyâsete-servete kesmişler ve (“gibi”si fazla) mal gibi olmuşlar. Dünyâ
kâinâtın en merhâmetsiz gezegeni hâline gelmiş. Dünyâ konum olarak belki
kâinâtın merkezinde değil ama, merhâmetsizlik olarak kesinlikle merkezinde. Merhâmetsizliğin
merkezi Dünyâ’dır. Başta yağmur olmak üzere; dağlar, denizler, ovalar, ağaçlar,
yıldızlar, Ay ve Güneş de olmasa merhâmeti unutup gideceğiz. Neyse ki Allah, -başta
da dediğimiz gibi- tüm varlığı merhâmetle yaratmıştır ve tüm varlık merhâmet
içerir. Yaratılmışlar içinde merhâmetsiz olan tek varlık insandır ve ona
merhâmetsizliği telkin eden şeytandır. Kıyâmet işte bu merhâmetsizlikten dolayı
kopacaktır.
Ey insanlar!; eğer size Dünyâ’da ve âhirette merhâmet
edilmesini istiyorsanız Allah’a ve Elçisi’ne itaat etmeli yâni vahyin yoluna
girmelisiniz. Ki ancak bu şekilde vahiy sizin kâlplerinizi İslâmî yönde
değiştirir ve size merhâmet kazandır:
“Kâfirler
için hazırlanmış olan ateşten sakının. Allah’a ve elçisine itaat edin ki merhâmet
olunasınız” (Âl-i İmran 132).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder