“Binâsının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu
üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binâsının temelini göçecek bir yarın
kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse
mi?. Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez. Onların kâlbleri
parçalanmadıkça, kurdukları binâ kâlblerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir.
Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 109-110).
Bilindiği gibi; 2. Dünyâ
Savaşı’ndan sonra küresel kapitâlist-liberâl politikalar ve ekonomik sistemler
nedeniyle halk, yaşadığı köy, kasaba ve ilçelerden, kent-merkezlerine göçmek
zorunda kalmıştır. Bu durum tüm Dünyâ’da böyledir. 1980’den sonra bu durum
Türkiye’de de fazlalaşmıştır ve hâlâ da sürmektedir. Çok yoğun bir kentleşme
vardır. Küresel tarım-ekonomi politikaları ile işsiz ve aç kalan (daha doğrusu
aç bırakılan) halkın büyük çoğunluğu mecbûren; bir kısmı ise “kentin ışıltısı”
nedeniyle yada hırsıyla kentlere göçmüşlerdir. Bu durum kentin yapısını olumsuz
anlamda çok değiştirmiş, gece-kondu, kaçak ve düzensiz yapılar, yüksek katlı
apartmanlar vs. şehri, “modern kent” görüntüsüne dönüştürmüştür. Bu durum en
nihâyet, “kentsel dönüşüm” gibi kapitâlist projelerle apartman-merkezli
post-modern kentleri ortaya çıkarmıştır. Bu kent yapısı, -çok düzenli olsa da-
insana huzûr veren insanın rahat edeceği yerler değildir. Bir kere fıtrata
aykırıdır bu apartman-merkezli kent şekilleri. Hâlbuki bundan 30-40 yıl kadar
önce bahçeli ve bir-kaç katlı evlerden oluşan sokak ve mahalleler, başta komşuluk
ilişkileri, sessizlik, huzûr ve güven açısından çok daha iyi idi.
Apartman bir “rant mîmârisi”dir. Eskiden gecekondu üzerinden
yapılan rant, şimdi de apartman üzerinden sağlanıyor. Değişen bir şey yok,
şehirler (pardon kentler) yine keşmekeş durumda. Çin’lilerin bir zamanlar
yaptıkları Çin Seddi gibi, şimdi de onların minyatürleri sokak boyunca uzanıp
gidiyor. Yapılan şeyler evden çok surlara benziyor. İnsanlar târih boyunca
bir-çok kale ve sur yapmıştır. Bu herhâlde insanların genlerine işlemiş olacak
ki, yaptıkları yan-yana binâlar da “sur” şeklinde uzayıp gitmektedir. Anlaşılan
insanlar, sur yapmaktan hiç-bir zaman vazgeçmeyecekler.
İnsanlar doğal ve normâl
olanın üstüne binâ dikmeye çok meraklıdır. Bu eskiden de özel yerler için yapılırdı
yada yapılmak istenirdi:
“Böylece, Allah’ın vaâdinin hak olduğunu ve gerçekten
kıyâmetin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve
sonraki insanlara) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) kendi aralarında
durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: ‘Onların üstüne bir binâ inşâ
edin, Rableri onları daha iyi bilir’. Onların işine gâlip gelen (sözleri
geçen)ler ise: ‘Üstlerine mutlakâ bir mescid yapmalıyız’ dediler” (Kehf 21).
Hâlbuki küçük bir mağarada
300 yıl boyunca rahat bir uyku çeken insanlar, mağaranın üstüne dikilen
gösterişli binâda rahat edememişlerdir. Aynen, rahatça yaşadıkları tek yada iki
katlı bahçeli evlerini kentsel dönüşüm ile apartmana çevirip rahat edemeyenler
gibi.
Binâ dikmek târih boyunca bir
gösterişin de ürünü olmuştur. Çünkü yapı işi, “şeytanın çok karıştığı” işlerdendir:
“Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da”
(Sâd 37).
İdeâl olan evler, tek yada en
fazla iki katlı olan evlerdir ve ebedî mutluluk diyârı olan cennette bile
övülen evler bir yada iki katlı olan “yüksekçe köşk” şeklindeki evlerdir. Yâni cennette çok-katlı
binâ (apartman) yoktur:
“Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlara
yüksek köşkler vardır, onların üstünde-ötesinde de yüksek köşkler binâ
edilmiştir. Onların altından ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah’ın vaâdidir.
Allah, vaâdinden dönmez” (Zümer 20).
Eskiden insanlar evlerini câmiden
daha yüksek yapmazlardı. Evlerinin pencereleri de câminin pencerelerinden büyük
olmazdı. Zâten sonsuza kadar yaşayacakmış gibi evler de yapmazlardı. Bir evin
sâkinleri öldüğünde, bir-süre sonra yaşadıkları ev de yıkılıp giderdi.
Şimdi ise modernler, sanki
kıyâmete kadar yıkılmayacak evler ve yapılar yapmak istiyorlar. Bunun için
çeşitli projeler geliştiriyorlar ve inşaat malzemeleri üretiyorlar. Hâlbuki
hiç-bir yapı zamâna ve doğal şartlara dayanamaz ve zamânı geldiğinde yıkılıp
gider:
“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız
bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?. Ölümsüz kılınmak umûduyla sanat
yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuârâ
128-129).
Böyle bir hedefle yapılan apartmanlar
ise, -maazallah- depremi çağırır ve hattâ depreme meydan okur gibidir. Depreme
meydan okumak, -hâşâ- Allah’a meydan okumak anlamına gelir. Bu büyük bir
aldanıştır. Allah’ın koruması olmadıkça hiç-bir yapı sağlam kalamaz.
Osmanlı’da ilk apartman, Kraliçe
İzabel’in İspanya’dan kovduğu yahudilerin yerleştiği İstanbul Balat’ta
yahudiler tarafından yapılmıştır. İnsanlar o zaman bu evlere “yahudi-hâne
derlermiş.
Apartmanda yaşayanlar ölümden çok
korkarlar. Zîrâ toprağa çok uzaktırlar
ve hep uzakta kalmak istemektedirler. “Toprakla bir olmak” demek olan ölümden
bu nedenle nefret ederler.
Küçük müstakil evler
“secde”ye benzer. Bu evler Allah karşısında “haddini bilmenin” bir
göstergesidir. Apartmanlar ise sanki Allah’a karşı kıyâm ediyor gibidir. Sanki
O’na ulaşıvermek için yapılmıştır da çıktıkları zirvede Allah’ı bulamadıkları
için kendilerini ilah gibi görmeye başlarlar. Allah’a ulaşmanın yolu yüksek
kulelerle sâhip olmak değildir:
“Firavun (alayla) dedi ki: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir
kule binâ et; belki o yollara ulaşabilirim” (Mü’min 36).
Sadettin
Ökten: “Müslüman apartmanda yaşamaz, çünkü apartmanı oluşturan değerler sistemi
bir başka sisteme âit değerler sistemidir” der.
İslâm’da “saf sistemi” vardır
ve “piramit sistemi” yoktur. Yâni yukarıya doğru bir sıralama yoktur İslâm’da.
İslâm’ın sıralama şekli “saf” şeklindedir ve ilk saf uzar gider. Zâten piramidik
yapıda bir estetik de yoktur ve estetik daha çok, “köşeli” olanda değil, “yatay
ve eğik” olanlarda olur. Apartman şekli ise böyle yumuşak kıvrımlı ve ovâl
yapılara müsâit değildir. Karşıdan bakında görünen şey, dev bir kibrit
kutusunun boyanmış hâli gibidir. “Apartman gelişmişlik değil gerilik sembôlüdür”
diyen Halil İbrahim Düzenli apartman için şöyle der:
“Apartmanı biz modernleşme ve zenginleşme sembôlü
olarak görmüşüz ama Dünyâ’nın en zengin ülkelerine baktığımızda durum çok
farklı. Amerika’da insanların yüzde 89’u müstakil bahçeli evlerde oturuyor.
Düşünün Amerika’nın nüfûsu bizim yaklaşık dört katımız. İngiltere kezâ öyle.
Avrupa’nın değişik şehirlerine gidin, oradaki yükselme ve apartmanlaşma bizimki
kadar olmaz. Bizde bir anomali hâli var, apartman bizde hâlâ bir zenginlik
göstergesi. Fransa’da savaş sonrası bir anket yapılıyor, insanların yüzde 60’ı
müstakil bahçeli ev istiyor ve Fransa’nın bütün konut plânlaması müstakil
bahçeli ev yapmak üzere değişiyor. Bizde oran yüzde 94 iken biz buna kulak
asmamışız. Apartman bu açılardan baktığımızda bir gerilik sembôlü aslında.
Şöyle bir araştırma var; apartmanlar dört katın
üzerine çıktıktan sonra o sosyâlleşme denilen şey aksi bir duruma eviriliyor.
Üçüncü kat yedinci katı tanımıyor meselâ. Artık en fazla maksimum dört kat
üzerinde sağlıklı ilişki kurulabiliyor. Bu batı’da yapılmış bir araştırmanın
sonucuydu. 3’üncü kattasınız, 17’nci katla ne işiniz olur?. Bir ihtiyâcınız
olsa en fazla 4’üncü kattaki komşuya gidersiniz. Dolayısıyla apartman bu
anlamda hakîkaten insânî bir yapı değil. Apartman dediğiniz bir kutu. İçerisine
çocuklarınızı tıkın, ondan sonra sosyâlleşme projeleri geliştirin. Çocukları
bilgisayardan uzak tutmak, tabiatla buluşturmak gibi şeyler sürekli masraf”.
İnsanlar apartmanda kendilerini
sanki “geçici” gibi hissediyorlar. Bu nedenle de çok da sâhip çıkmıyorlar
yaşadıkları binâya. Kirâcı gibi yada tâtil için gelinen otel odası gibi bir
hava veriyor apartman dâireleri. İnsana “yabancı” duygusu veriyor. Bir türlü o
müstakil evler gibi sâhiplenemiyor insan bu yerleri ve sanki daha dün gelmiş
kadar yabancıdır apartmana ve dâiresine. İşte bunun nedeni, apartman ve
apartman dâirelerinin (ev değil) fıtrata uygun olmamasındandır.
Apartmanlarda yarı-komünâl bir sistem vardır. Bir şey,bir-çok
kişiye birden âit olunca, onun sorumluluğunu kimse almaya yanaşmaz. Her-şey
herkesin olursa, kimse bir şeye kendi malıymış gibi bakmaz. Bir şeyin sâhibi ne
kadar çoksa, o şey o kadar az bakım görür. Herkes önce kendi çıkarını düşünür,
diğerlerinin çıkarını düşündüğü pek seyrektir. Üstelik, birlikte yaşamak,
herkesin aynı şeye sâhip olması, özellikle de ortak mülkiyet, sayısız sorun
çıkarır ortaya.
Kentsel
Dönüşüm ile birlikte evler, apartman şeklinde, yüksek katlı oldu sâdece. Peki
böyle yüksek katlı binâlar dikmenin psikolojisi nedir?.
Şöyle
bir soru soralım: Siz hiç bayan müteahhit gördünüz mü? Hayır!, yada çok-çok az.
Peki neden?. Çünkü kadınların yapacağı yapılar modern kentlere uygun olmaz.
Zîrâ kadınlar “yatay” düşünürler. Erkekler ise “dikey”. Bunun temelinde
cinsellik yatar. Kadınlar “yatay cinsellik”e sâhip oldukları için yüksek katlı
binâlar kurmayı düşünmezler ve istemezler. Yatay ve daha köşesiz yapılar hayâl
ederler ve projelerini ona göre yaparlar. Amaç, yapıların görüntüsünün daha
ince ve zarif olmasıdır onlar için. Çünkü onların fıtratı ve fizîki yapıları bu
şekildedir. Cinsel yapıları bu şekildedir. Zâten onları çekici kılan yön de
budur. Erkekler ise; daha, küçük yaşlarından îtibâren hem çok fazla ince ve
zarif düşün(e)mediklerinden, hem de daha “net fikir”leri olduklarından dolayı,
binâların sınırlarını daha net ve keskin görülecek şekilde kare ve dikdörtgen
olarak yaparlar. Daha küçük yaşlardan îtibâren, yarıştırdıkları cinsel
organlarından dolayı sürekli daha uzun ve dikey yapılar kurmak isterler. Çünkü
onların da cinsel yapıları ve de düşünceleri buna uygundur. Tabi bu durum, mânevi
yönü çok zayıflamış ve maddeye kilitlenmiş toplumlarda bu şekildedir.
Modern
kentlerin müteahhitleri hep erkektir. Çünkü binâlar çok katlı ve dikeydir
modern kentlerde. Küçüklüğünde cinsel organını yarıştıran erkekler, büyüyüp
iş-sâhibi olduklarında ve müteahhitliği seçtiklerinde, bu sefer de yaptıkları
işleri yarıştırırlar. Biri 8 katlı binâ yapınca, öbürü 10 katlı binâ yapmaya
çalışır. Bunu gören öteki 15, diğeri 20, 25, 30, 50, 100 vs. uzayıp gider.
Alttan-alta şöyle demiş olurlar: “Benimki seninkinden daha büyük”.
Küçükken cinsel organlarının boyunu yarıştıranlar, yetişkinliklerinde de
yaptıkları binâların boyunu yarıştırırlar. Kentler “boy-yarışı” yapılan
yerlerdir. Maddî gücün yarıştırıldığı yerler. Bu nedenle modern kent mîmârisi,
pornografik bir mîmâridir. Lütfi Bergen bu konuda şöyle der:
“Erkeğin
sapması gökdelen dikmesidir. Erkeğin asıl uryanlığı gökdelenlerin semâya uzanan
pornografisindedir. Gücün teşhiridir. Kentler bir erkek pornografisi ve kölelik
arenasıdır. Debdebe-güç bir teşhir biçimidir. Erkek gücü teşhir eder,
gücü-mülkiyeti-oğulları-serveti pornografikleştirir”.
Hele
bir de; elektronik cihazlarla desteklenmiş, duvarlarla çevrilen ve güvenlik
görevlileri ile korunan yüksek katlı 3-5 apartmandan müteşekkil siteler yok
mu?. Kendilerini halkın bir kısmından tecrit ediyorlar ve ayırıyorlar. Bu tarz
bir mîmârileşme (buna mîmâri=îmar denemez) halkın büyük çoğunluğuna karşı yapılan
bir hakârettir. Böyle bir ayrışma olamaz.
Apartmanlar
rantın, fâizin ve kirânın da merkezleridir. Birilerinin sığınacak bir dört
duvarı bile yokken, diğer birilerinin apartmanlarda onlarca dâiresi olması ve
bu dâireleri birilerine kirâya vererek bir çeşit mahkûmiyet (kirâ mahkûmiyeti)
oluşturmaları tam bir isyân sebebidir. Lüfti Bergen bu konuda da şunları söyler:
“Günümüzdeki
güvenlikli siteler gibi yapılaşmalar Osmanlı-İslâm şehir tasavvurunda kabûl
edilemez sayılmaktaydı ve belli mahâllelerde oturanların diğer mahâlleleri
kendilerinden tecrit edecek, ‘taşra kılacak’ şekilde ayırmalarına mahkeme izin
vermemekteydi. Mahkemenin bu tür uygulamayı ‘zulm’ olarak değerlendirmesi
de işin mekân-taşınmaz hakkı dışında görüldüğüne dâir bir işâret olarak kabûl
edilmelidir. İslâm şehri sınıf esâsına dayanmaz. İslâm şehrinde mekânın
üzerindeki mülkiyet hakkı mahalle sâkinine kirâ edinme imtiyâzı tanımamış, en
azından uzun süre buna imkân vermemişti”.
Allah
insanlardan yeryüzünü “îmar” etmelerini ister fakat istenen bu îmar-şekli, “apartman”
şeklindeki mevcut modern mîmârinin yaptığı şekilde değildir.
Peygamberimizin binâ ve
yapılaşma için söylediği sözler vardır:
“Şu üç şey Âdemoğlunun
saadetindendir; sâliha bir hanım, geniş ev, rahat binek” (Müsned, 1/168).
“Nafaka için harcananın
hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, binâ için harcanan müstesnâ, bunda hayır
yoktur” (Tirmizî, Kıyâmet 41, (2484).
Peygamberimiz, inşaat için “gereğinden
fazla” harcama yapılmasını hoş görmemiştir:
“Kays İbnu Ebi Hazım anlatıyor:
“Habbab’ı kendine âit bir duvarı inşâ ederken görmüştük de Resûlullah şöyle
buyurmuştu: “Müslüman harcadığı her-şey için sevâba erer, ancak şu inşaat işi
hariç” (Buhari, Marda 19, Da’avat 30, Rikak 7, Temenni 6; Müslim, zikr 12,
(2681); Nesai, Cenaiz 2, (4, 3-4).
Apartmanlar, sanki evleri
bir-araya getirerek daha samîmi ve sıcak bir ortam oluşturacak gibi duruyor
fakat çok ilginçtir, tam tersi oluyor. Kırk yıllık komşular apartmanlara
taşınınca anlaşamamaya başlıyor. 10 dâirelik apartmanlarda bile insanlar anlaşamıyor
ve birlik olamıyorlar. Çeşitli nedenlerle (âidat, park sorunu, temizlik,
tâdilat vs.) anlaşamayarak kavga ediyorlar ve küs olarak yaşıyorlar. Apartman
âidâtını bankalardan ödeyenler bile var. İcrâlık olanları zâten hiç
konuşmuyorum. 5-10 dâirelik apartmanlarda bile anlaşamayan insanlara bakınca;
“tüm müslümanların birleşmesi nasıl olacak” sorusu bir karamsarlığın oluşmasına
fazlasıyla yetiyor.
Apartmanlar insanları
birbirinden koparıyor. Eskiden 3-5 sokak ileride oturanlar bile “komşu” olarak
görülürken, şimdi aynı kattaki yan dâirede oturanlarla bir komşuluk ve
tanışıklık yok. Zâten pek de karşılaşılmıyor. Uzun yıllar aynı katta oturup da
birbirlerini tanımayanlar var. Bir keresinde sokağımızdaki hemen yanı-başımızdaki
bir apartmandan bir cenâze çıkmıştı da, mahallenin eski sâkinleri kimin
öldüğünü anlayamamıştı. Uzaktan “Allah rahmet etsin” deyip girdik evlerimize
(pardon dâirelerimize).
İnsanlar standart yükseklikteki apartmanlar
nedeniyle birbirinden beton duvarlarla
ayrılmış bulunuyorlar ve bu duvarlar insanlar arasındaki sevgi cereyânına
mâni oluyor.
Apartmanlaştıkça insanlar birbirinden uzaklaşıyor; kardeşinden, ana-babasından
ve çocuklarından. Apartman, insanı boğduğu gibi tabiatı da boğuyor. Tüm bunlar
“kalkınma” adına yapılıyor.
Apartman
hayâtı, mahremiyetin kalktığı yaşam-biçimidir. Zâten modern mîmâri daha ilk başta mahremiyeti alt-üst etti-ediyor.
Apartman denen modern-hapis-hâneler ise mahremiyeti apaçık hâle getiriyor.
Eskiden evler “bahçe tesettürü” ile gizlenirdi. Bahçe evin mahremiydi. Şimdi
her-şey meydanda. Herkes herkesi biliyor. “Yavaş komşular duymasın” sözü antika
oldu. Kimin ne yediği, ne içtiği, ne kadar yediği-içtiği bile belli. Alt kattakinin
içtiği sigaranın kokusunu çekmek zorunda kalmak, apartmanlara lânet okumak için
fazlasıyla yetiyor.
Boşanma oranları da apartmanlara
rağbeti arttırıyor. Boşanan eşler, kendilerine mini dâirelerin olduğu apartmanları
arıyor ve buluyor. 1+0 ev mi olur kardeşim!?.
Böyle dâirelerde tek kişilik hayatlar kuruyorlar. Apartmanların
neredeyse 1/3’ünü boşanmış dul insanlar oluşturuyor. Öyle ki bu insanların oranının
fazla olduğu apartmanlara “dullar apartmanı” denmeye başlanıyor. Apartmanın tek
kişilik sâkinlerinin çoğunu kadınlar oluşturuyor. Bu şekilde yaşamak hoşlarına
gidiyor ve alışıyorlar. Gönüllerince yaşıyorlar ya..
Apartman
denilen modern sözde evlerde kadını tutmak imkânsızdır. Ya işe gitmeyi
düşünmeye başlıyor, yada sürekli dışarıya çıkmak istiyor. Zîrâ apartman
dâireleri insanları boğuyor. Huzur vermiyor çünkü. Ruhtan yoksun apartman
dâireleri, insanların huzurla yaşadıkları “yuva”lar olamıyor. Apartman
dâireleri hem “ev” değildir, hem de “yuva” değildir.
Bizi modern kentlere
hapsettiler. Üstelik ilginçtir ki, kapı açık olmasına rağmen yine de o
hapishâneden çıkıp gidemiyoruz, gitmek istemiyoruz ve hattâ gitmeyi
düşünmüyoruz bile. Çünkü hapishânemizden çok memnunuz.
Apartman dâireleri, yapısal
olarak sağlam yapılsa da, mânevî anlamda dayanıksız yapılardır. İnsanların
mâneviyatlarını yıkıveriyor. Bu bağlamda aynen dişi örümceğin evine benziyorlar.
Evlerin en dayanıksızı örümceğin evi olduğu gibi, en soğuk ve verimsiz evler de
apartmanlardır:
“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu,
kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise
şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi! (Ankebût 41).
Binâlar yükseldikçe insanlık
alçalır. İnsanlık alçalınca medeniyet (uygarlık değil) alçalır. Turgut Cansever’in
dediği gibi: “Apartmanda yaşamayı ‘medeniyet’ diye yutturdular. Fenâ aldandık”.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder