26 Ekim 2017 Perşembe

Modern Hapishâne: Apartman


“Binâsının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binâsının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi?. Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez. Onların kâlbleri parçalanmadıkça, kurdukları binâ kâlblerinde bir şüphe olarak sürüp-gidecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 109-110).

 

Bilindiği gibi; 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra küresel kapitâlist-liberâl politikalar ve ekonomik sistemler nedeniyle halk, yaşadığı köy, kasaba ve ilçelerden, kent-merkezlerine göçmek zorunda kalmıştır. Bu durum tüm Dünyâ’da böyledir. 1980’den sonra bu durum Türkiye’de de fazlalaşmıştır ve hâlâ da sürmektedir. Çok yoğun bir kentleşme vardır. Küresel tarım-ekonomi politikaları ile işsiz ve aç kalan (daha doğrusu aç bırakılan) halkın büyük çoğunluğu mecbûren; bir kısmı ise “kentin ışıltısı” nedeniyle yada hırsıyla kentlere göçmüşlerdir. Bu durum kentin yapısını olumsuz anlamda çok değiştirmiş, gece-kondu, kaçak ve düzensiz yapılar, yüksek katlı apartmanlar vs. şehri, “modern kent” görüntüsüne dönüştürmüştür. Bu durum en nihâyet, “kentsel dönüşüm” gibi kapitâlist projelerle apartman-merkezli post-modern kentleri ortaya çıkarmıştır. Bu kent yapısı, -çok düzenli olsa da- insana huzûr veren insanın rahat edeceği yerler değildir. Bir kere fıtrata aykırıdır bu apartman-merkezli kent şekilleri. Hâlbuki bundan 30-40 yıl kadar önce bahçeli ve bir-kaç katlı evlerden oluşan sokak ve mahalleler, başta komşuluk ilişkileri, sessizlik, huzûr ve güven açısından çok daha iyi idi.

 

Apartman bir “rant mîmârisi”dir. Eskiden gecekondu üzerinden yapılan rant, şimdi de apartman üzerinden sağlanıyor. Değişen bir şey yok, şehirler (pardon kentler) yine keşmekeş durumda. Çin’lilerin bir zamanlar yaptıkları Çin Seddi gibi, şimdi de onların minyatürleri sokak boyunca uzanıp gidiyor. Yapılan şeyler evden çok surlara benziyor. İnsanlar târih boyunca bir-çok kale ve sur yapmıştır. Bu herhâlde insanların genlerine işlemiş olacak ki, yaptıkları yan-yana binâlar da “sur” şeklinde uzayıp gitmektedir. Anlaşılan insanlar, sur yapmaktan hiç-bir zaman vazgeçmeyecekler.

 

İnsanlar doğal ve normâl olanın üstüne binâ dikmeye çok meraklıdır. Bu eskiden de özel yerler için yapılırdı yada yapılmak istenirdi:

 

“Böylece, Allah’ın vaâdinin hak olduğunu ve gerçekten kıyâmetin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonraki insanlara) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: ‘Onların üstüne bir binâ inşâ edin, Rableri onları daha iyi bilir’. Onların işine gâlip gelen (sözleri geçen)ler ise: ‘Üstlerine mutlakâ bir mescid yapmalıyız’ dediler” (Kehf 21).

 

Hâlbuki küçük bir mağarada 300 yıl boyunca rahat bir uyku çeken insanlar, mağaranın üstüne dikilen gösterişli binâda rahat edememişlerdir. Aynen, rahatça yaşadıkları tek yada iki katlı bahçeli evlerini kentsel dönüşüm ile apartmana çevirip rahat edemeyenler gibi.

 

Binâ dikmek târih boyunca bir gösterişin de ürünü olmuştur. Çünkü yapı işi, “şeytanın çok karıştığı” işlerdendir: “Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da” (Sâd 37).

 

İdeâl olan evler, tek yada en fazla iki katlı olan evlerdir ve ebedî mutluluk diyârı olan cennette bile övülen evler bir yada iki katlı olan “yüksekçe köşk” şeklindeki evlerdir. Yâni cennette çok-katlı binâ (apartman) yoktur:

 

“Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde-ötesinde de yüksek köşkler binâ edilmiştir. Onların altından ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah’ın vaâdidir. Allah, vaâdinden dönmez” (Zümer 20).

 

Eskiden insanlar evlerini câmiden daha yüksek yapmazlardı. Evlerinin pencereleri de câminin pencerelerinden büyük olmazdı. Zâten sonsuza kadar yaşayacakmış gibi evler de yapmazlardı. Bir evin sâkinleri öldüğünde, bir-süre sonra yaşadıkları ev de yıkılıp giderdi.

 

Şimdi ise modernler, sanki kıyâmete kadar yıkılmayacak evler ve yapılar yapmak istiyorlar. Bunun için çeşitli projeler geliştiriyorlar ve inşaat malzemeleri üretiyorlar. Hâlbuki hiç-bir yapı zamâna ve doğal şartlara dayanamaz ve zamânı geldiğinde yıkılıp gider:

 

“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?. Ölümsüz kılınmak umûduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuârâ 128-129).

 

Böyle bir hedefle yapılan apartmanlar ise, -maazallah- depremi çağırır ve hattâ depreme meydan okur gibidir. Depreme meydan okumak, -hâşâ- Allah’a meydan okumak anlamına gelir. Bu büyük bir aldanıştır. Allah’ın koruması olmadıkça hiç-bir yapı sağlam kalamaz.   

 

Osmanlı’da ilk apartman, Kraliçe İzabel’in İspanya’dan kovduğu yahudilerin yerleştiği İstanbul Balat’ta yahudiler tarafından yapılmıştır. İnsanlar o zaman bu evlere “yahudi-hâne derlermiş.

 

Apartmanda yaşayanlar ölümden çok korkarlar. Zîrâ toprağa çok uzaktırlar ve hep uzakta kalmak istemektedirler. “Toprakla bir olmak” demek olan ölümden bu nedenle nefret ederler.

 

Küçük müstakil evler “secde”ye benzer. Bu evler Allah karşısında “haddini bilmenin” bir göstergesidir. Apartmanlar ise sanki Allah’a karşı kıyâm ediyor gibidir. Sanki O’na ulaşıvermek için yapılmıştır da çıktıkları zirvede Allah’ı bulamadıkları için kendilerini ilah gibi görmeye başlarlar. Allah’a ulaşmanın yolu yüksek kulelerle sâhip olmak değildir:

 

“Firavun (alayla) dedi ki: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir kule binâ et; belki o yollara ulaşabilirim” (Mü’min 36).

 

Sadettin Ökten: “Müslüman apartmanda yaşamaz, çünkü apartmanı oluşturan değerler sistemi bir başka sisteme âit değerler sistemidir” der.

 

İslâm’da “saf sistemi” vardır ve “piramit sistemi” yoktur. Yâni yukarıya doğru bir sıralama yoktur İslâm’da. İslâm’ın sıralama şekli “saf” şeklindedir ve ilk saf uzar gider. Zâten piramidik yapıda bir estetik de yoktur ve estetik daha çok, “köşeli” olanda değil, “yatay ve eğik” olanlarda olur. Apartman şekli ise böyle yumuşak kıvrımlı ve ovâl yapılara müsâit değildir. Karşıdan bakında görünen şey, dev bir kibrit kutusunun boyanmış hâli gibidir. “Apartman gelişmişlik değil gerilik sembôlüdür” diyen Halil İbrahim Düzenli apartman için şöyle der:  

 

“Apartmanı biz modernleşme ve zenginleşme sembôlü olarak görmüşüz ama Dünyâ’nın en zengin ülkelerine baktığımızda durum çok farklı. Amerika’da insanların yüzde 89’u müstakil bahçeli evlerde oturuyor. Düşünün Amerika’nın nüfûsu bizim yaklaşık dört katımız. İngiltere kezâ öyle. Avrupa’nın değişik şehirlerine gidin, oradaki yükselme ve apartmanlaşma bizimki kadar olmaz. Bizde bir anomali hâli var, apartman bizde hâlâ bir zenginlik göstergesi. Fransa’da savaş sonrası bir anket yapılıyor, insanların yüzde 60’ı müstakil bahçeli ev istiyor ve Fransa’nın bütün konut plânlaması müstakil bahçeli ev yapmak üzere değişiyor. Bizde oran yüzde 94 iken biz buna kulak asmamışız. Apartman bu açılardan baktığımızda bir gerilik sembôlü aslında.

 

Şöyle bir araştırma var; apartmanlar dört katın üzerine çıktıktan sonra o sosyâlleşme denilen şey aksi bir duruma eviriliyor. Üçüncü kat yedinci katı tanımıyor meselâ. Artık en fazla maksimum dört kat üzerinde sağlıklı ilişki kurulabiliyor. Bu batı’da yapılmış bir araştırmanın sonucuydu. 3’üncü kattasınız, 17’nci katla ne işiniz olur?. Bir ihtiyâcınız olsa en fazla 4’üncü kattaki komşuya gidersiniz. Dolayısıyla apartman bu anlamda hakîkaten insânî bir yapı değil. Apartman dediğiniz bir kutu. İçerisine çocuklarınızı tıkın, ondan sonra sosyâlleşme projeleri geliştirin. Çocukları bilgisayardan uzak tutmak, tabiatla buluşturmak gibi şeyler sürekli masraf”.

 

İnsanlar apartmanda kendilerini sanki “geçici” gibi hissediyorlar. Bu nedenle de çok da sâhip çıkmıyorlar yaşadıkları binâya. Kirâcı gibi yada tâtil için gelinen otel odası gibi bir hava veriyor apartman dâireleri. İnsana “yabancı” duygusu veriyor. Bir türlü o müstakil evler gibi sâhiplenemiyor insan bu yerleri ve sanki daha dün gelmiş kadar yabancıdır apartmana ve dâiresine. İşte bunun nedeni, apartman ve apartman dâirelerinin (ev değil) fıtrata uygun olmamasındandır.

 

Apartmanlarda yarı-komünâl bir sistem vardır. Bir şey,bir-çok kişiye birden âit olunca, onun sorumluluğunu kimse almaya yanaşmaz. Her-şey herkesin olursa, kimse bir şeye kendi malıymış gibi bakmaz. Bir şeyin sâhibi ne kadar çoksa, o şey o kadar az bakım görür. Herkes önce kendi çıkarını düşünür, diğerlerinin çıkarını düşündüğü pek seyrektir. Üstelik, birlikte yaşamak, herkesin aynı şeye sâhip olması, özellikle de ortak mülkiyet, sayısız sorun çıkarır ortaya.

 

Kentsel Dönüşüm ile birlikte evler, apartman şeklinde, yüksek katlı oldu sâdece. Peki böyle yüksek katlı binâlar dikmenin psikolojisi nedir?.

 

Şöyle bir soru soralım: Siz hiç bayan müteahhit gördünüz mü? Hayır!, yada çok-çok az. Peki neden?. Çünkü kadınların yapacağı yapılar modern kentlere uygun olmaz. Zîrâ kadınlar “yatay” düşünürler. Erkekler ise “dikey”. Bunun temelinde cinsellik yatar. Kadınlar “yatay cinsellik”e sâhip oldukları için yüksek katlı binâlar kurmayı düşünmezler ve istemezler. Yatay ve daha köşesiz yapılar hayâl ederler ve projelerini ona göre yaparlar. Amaç, yapıların görüntüsünün daha ince ve zarif olmasıdır onlar için. Çünkü onların fıtratı ve fizîki yapıları bu şekildedir. Cinsel yapıları bu şekildedir. Zâten onları çekici kılan yön de budur. Erkekler ise; daha, küçük yaşlarından îtibâren hem çok fazla ince ve zarif düşün(e)mediklerinden, hem de daha “net fikir”leri olduklarından dolayı, binâların sınırlarını daha net ve keskin görülecek şekilde kare ve dikdörtgen olarak yaparlar. Daha küçük yaşlardan îtibâren, yarıştırdıkları cinsel organlarından dolayı sürekli daha uzun ve dikey yapılar kurmak isterler. Çünkü onların da cinsel yapıları ve de düşünceleri buna uygundur. Tabi bu durum, mânevi yönü çok zayıflamış ve maddeye kilitlenmiş toplumlarda bu şekildedir.

 

Modern kentlerin müteahhitleri hep erkektir. Çünkü binâlar çok katlı ve dikeydir modern kentlerde. Küçüklüğünde cinsel organını yarıştıran erkekler, büyüyüp iş-sâhibi olduklarında ve müteahhitliği seçtiklerinde, bu sefer de yaptıkları işleri yarıştırırlar. Biri 8 katlı binâ yapınca, öbürü 10 katlı binâ yapmaya çalışır. Bunu gören öteki 15, diğeri 20, 25, 30, 50, 100 vs. uzayıp gider. Alttan-alta şöyle demiş olurlar: “Benimki seninkinden daha büyük”. Küçükken cinsel organlarının boyunu yarıştıranlar, yetişkinliklerinde de yaptıkları binâların boyunu yarıştırırlar. Kentler “boy-yarışı” yapılan yerlerdir. Maddî gücün yarıştırıldığı yerler. Bu nedenle modern kent mîmârisi, pornografik bir mîmâridir. Lütfi Bergen bu konuda şöyle der:

 

“Erkeğin sapması gökdelen dikmesidir. Erkeğin asıl uryanlığı gökdelenlerin semâya uzanan pornografisindedir. Gücün teşhiridir. Kentler bir erkek pornografisi ve kölelik arenasıdır. Debdebe-güç bir teşhir biçimidir. Erkek gücü teşhir eder, gücü-mülkiyeti-oğulları-serveti pornografikleştirir”.

 

Hele bir de; elektronik cihazlarla desteklenmiş, duvarlarla çevrilen ve güvenlik görevlileri ile korunan yüksek katlı 3-5 apartmandan müteşekkil siteler yok mu?. Kendilerini halkın bir kısmından tecrit ediyorlar ve ayırıyorlar. Bu tarz bir mîmârileşme (buna mîmâri=îmar denemez) halkın büyük çoğunluğuna karşı yapılan bir hakârettir. Böyle bir ayrışma olamaz.

 

Apartmanlar rantın, fâizin ve kirânın da merkezleridir. Birilerinin sığınacak bir dört duvarı bile yokken, diğer birilerinin apartmanlarda onlarca dâiresi olması ve bu dâireleri birilerine kirâya vererek bir çeşit mahkûmiyet (kirâ mahkûmiyeti) oluşturmaları tam bir isyân sebebidir. Lüfti Bergen bu konuda da şunları söyler:

 

“Günümüzdeki güvenlikli siteler gibi yapılaşmalar Osmanlı-İslâm şehir tasavvurunda kabûl edilemez sayılmaktaydı ve belli mahâllelerde oturanların diğer mahâlleleri kendilerinden tecrit edecek, ‘taşra kılacak’ şekilde ayırmalarına mahkeme izin vermemekteydi. Mahkemenin bu tür uygulamayı ‘zulm’ olarak değerlendirmesi de işin mekân-taşınmaz hakkı dışında görüldüğüne dâir bir işâret olarak kabûl edilmelidir. İslâm şehri sınıf esâsına dayanmaz. İslâm şehrinde mekânın üzerindeki mülkiyet hakkı mahalle sâkinine kirâ edinme imtiyâzı tanımamış, en azından uzun süre buna imkân vermemişti”.

 

Allah insanlardan yeryüzünü “îmar” etmelerini ister fakat istenen bu îmar-şekli, “apartman” şeklindeki mevcut modern mîmârinin yaptığı şekilde değildir.

 

Peygamberimizin binâ ve yapılaşma için söylediği sözler vardır:

 

“Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; sâliha bir hanım, geniş ev, rahat binek” (Müsned, 1/168).

 

“Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, binâ için harcanan müstesnâ, bunda hayır yoktur” (Tirmizî, Kıyâmet 41, (2484).

 

Peygamberimiz, inşaat için “gereğinden fazla” harcama yapılmasını hoş görmemiştir:

 

“Kays İbnu Ebi Hazım anlatıyor: “Habbab’ı kendine âit bir duvarı inşâ ederken görmüştük de Resûlullah şöyle buyurmuştu: “Müslüman harcadığı her-şey için sevâba erer, ancak şu inşaat işi hariç” (Buhari, Marda 19, Da’avat 30, Rikak 7, Temenni 6; Müslim, zikr 12, (2681); Nesai, Cenaiz 2, (4, 3-4).

 

Apartmanlar, sanki evleri bir-araya getirerek daha samîmi ve sıcak bir ortam oluşturacak gibi duruyor fakat çok ilginçtir, tam tersi oluyor. Kırk yıllık komşular apartmanlara taşınınca anlaşamamaya başlıyor. 10 dâirelik apartmanlarda bile insanlar anlaşamıyor ve birlik olamıyorlar. Çeşitli nedenlerle (âidat, park sorunu, temizlik, tâdilat vs.) anlaşamayarak kavga ediyorlar ve küs olarak yaşıyorlar. Apartman âidâtını bankalardan ödeyenler bile var. İcrâlık olanları zâten hiç konuşmuyorum. 5-10 dâirelik apartmanlarda bile anlaşamayan insanlara bakınca; “tüm müslümanların birleşmesi nasıl olacak” sorusu bir karamsarlığın oluşmasına fazlasıyla yetiyor.  

 

Apartmanlar insanları birbirinden koparıyor. Eskiden 3-5 sokak ileride oturanlar bile “komşu” olarak görülürken, şimdi aynı kattaki yan dâirede oturanlarla bir komşuluk ve tanışıklık yok. Zâten pek de karşılaşılmıyor. Uzun yıllar aynı katta oturup da birbirlerini tanımayanlar var. Bir keresinde sokağımızdaki hemen yanı-başımızdaki bir apartmandan bir cenâze çıkmıştı da, mahallenin eski sâkinleri kimin öldüğünü anlayamamıştı. Uzaktan “Allah rahmet etsin” deyip girdik evlerimize (pardon dâirelerimize).  

 

İnsanlar standart yükseklikteki apartmanlar nedeniyle birbirinden beton duvarlarla ayrılmış bulunuyorlar ve bu duvarlar insanlar arasındaki sevgi cereyânına mâni oluyor. Apartmanlaştıkça insanlar birbirinden uzaklaşıyor; kardeşinden, ana-babasından ve çocuklarından. Apartman, insanı boğduğu gibi tabiatı da boğuyor. Tüm bunlar “kalkınma” adına yapılıyor.

 

Apartman hayâtı, mahremiyetin kalktığı yaşam-biçimidir. Zâten modern mîmâri daha ilk başta mahremiyeti alt-üst etti-ediyor. Apartman denen modern-hapis-hâneler ise mahremiyeti apaçık hâle getiriyor. Eskiden evler “bahçe tesettürü” ile gizlenirdi. Bahçe evin mahremiydi. Şimdi her-şey meydanda. Herkes herkesi biliyor. “Yavaş komşular duymasın” sözü antika oldu. Kimin ne yediği, ne içtiği, ne kadar yediği-içtiği bile belli. Alt kattakinin içtiği sigaranın kokusunu çekmek zorunda kalmak, apartmanlara lânet okumak için fazlasıyla yetiyor.

 

Boşanma oranları da apartmanlara rağbeti arttırıyor. Boşanan eşler, kendilerine mini dâirelerin olduğu apartmanları arıyor ve buluyor. 1+0 ev mi olur kardeşim!?.  Böyle dâirelerde tek kişilik hayatlar kuruyorlar. Apartmanların neredeyse 1/3’ünü boşanmış dul insanlar oluşturuyor. Öyle ki bu insanların oranının fazla olduğu apartmanlara “dullar apartmanı” denmeye başlanıyor. Apartmanın tek kişilik sâkinlerinin çoğunu kadınlar oluşturuyor. Bu şekilde yaşamak hoşlarına gidiyor ve alışıyorlar. Gönüllerince yaşıyorlar ya..

 

Apartman denilen modern sözde evlerde kadını tutmak imkânsızdır. Ya işe gitmeyi düşünmeye başlıyor, yada sürekli dışarıya çıkmak istiyor. Zîrâ apartman dâireleri insanları boğuyor. Huzur vermiyor çünkü. Ruhtan yoksun apartman dâireleri, insanların huzurla yaşadıkları “yuva”lar olamıyor. Apartman dâireleri hem “ev” değildir, hem de “yuva” değildir.

 

Bizi modern kentlere hapsettiler. Üstelik ilginçtir ki, kapı açık olmasına rağmen yine de o hapishâneden çıkıp gidemiyoruz, gitmek istemiyoruz ve hattâ gitmeyi düşünmüyoruz bile. Çünkü hapishânemizden çok memnunuz.

 

Apartman dâireleri, yapısal olarak sağlam yapılsa da, mânevî anlamda dayanıksız yapılardır. İnsanların mâneviyatlarını yıkıveriyor. Bu bağlamda aynen dişi örümceğin evine benziyorlar. Evlerin en dayanıksızı örümceğin evi olduğu gibi, en soğuk ve verimsiz evler de apartmanlardır:

 

“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi! (Ankebût 41).

 

Binâlar yükseldikçe insanlık alçalır. İnsanlık alçalınca medeniyet (uygarlık değil) alçalır. Turgut Cansever’in dediği gibi: “Apartmanda yaşamayı ‘medeniyet’ diye yutturdular. Fenâ aldandık”.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder