“Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru
yola yöneltip-iletir. Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası (medeniyet) vardır.
Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin
halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır” (Yûnus 25-26).
Lûgatta medeniyet: “Adâletseverlik,
insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde,
ilim, fenn ve san’atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. İslâmiyetin emirlerine
göre, usûlü dâiresinde yaşayış” şeklinde tanımlanır.
Medeniyet ile Uygarlık kelimelerini ayırmak gerekir.
“m.d.n.” “din” kökünden gelmektedir, dolayısı ile; din-Medîne-medeniyet olarak
ortaya çıkarken, temelde belli bir yaşama biçimine vurgu yapmaktadır. Dînin
mekânsal tezâhürü Medîne’dir, bu nedenle de kavram dîne âittir. Medeniyet
din-merkezlilik anlamına gelirken, uygarlık ise din-dışılık anlamına gelir.
Abdurrahman Arslan:
“Arapçadaki m.d.n. ‘şehre gelmek; bir
yerde iskân etmek’ anlamına geldiğinden, bu yol izlenerek Medîne’den medeniyet
türetilmiştir. Türetilen kavram tümüyle dîne âit bir kavram özelliğine
sâhiptir” der.
Modernite bir “insan-altı
uygarlık”tır. Modernitede merkeze alınan şeyler, insandan aşağı olan şeylerdir.
İslâm ise, insan-üstü medeniyettir. İslâm medeniyetinin kaynağı Allah’tır.
Medeniyet (uygarlık değil), ille de dış-dünyânın değil, “dış-dünyâ ile birlikte
iç-dünyânın da dengeye ve huzûra kavuşması” demektir.
Modernite, beşerî seviyeye indirgenemeyen akıl-üstü
ve insan-üstü bir kaynağa bağlı (medeniyet) olan ve prensiplerini “ilâhî
olan”dan alan hiç-bir hayat ve devlet-şekline yaşam-hakkı tanımamaktadır.
Uygarlık ve Medeniyet
kelimelerinin aynı anlama geldiği söylenir. Hâlbuki aralarında çok fark vardır
ve hattâ birbirlerinden farklı şeylerdir. Bu fark özetle; “dînî olan” ve “dînî
olmayan” şeklindedir. Uygarlıkta uygarlığın “dînî” olması şart değildir. Uygar
bir toplumda bilim-sanâyi-teknoloji-mîmâri-müzik-kültür-sanat vs. görece
gelişmiş ve belirli bir düzeye gelmiş olabilir. Fakat uygarlıkta bunlar
hak/din-merkezli değildir. Bu nitelikler ya bâtıl ve şirk-merkezlidir yada din
ile hiç alâkası olmayan, insan-merkezli, ilâhi olana değil de insana ve akla
dayanan niteliklerdir. Fakat sünnetullah gereğince ilâhi olana dayanmayan
her-şey, yakın-uzak vâdede mutlaka zarar vermeye ve zulmetmeye başlayacağı için
illâki yıkılır gider. Bu nedenle de insanlığa “gerçek bir yarar” sunamaz.
Medeniyet ise, adından anlaşıldığı gibi, “dînî olan” demektir. “Medenî”, “dînî
olan Dünyâ” anlamındadır. Mehmet Âkif Ersoy:
“Avrupa
medeniyeti, bir medeniyet-i fâzıla, bir medeniyet-i hakîkiye-i insâniye
değildir. Batı medeniyeti (daha doğrusu uygarlığı) Allah ve insan merkezli bir
medeniyet değildir, rûhu sağır, kâlbi hissizdir. Batı medeniyeti ikiyüzlüdür.
Gerçekte kahpe ve yüzsüz, hayâsız ve sefildir. Bu medeniyetin mensupları
güvenilmez, alçak, sömürgeci ve İslâm milletlerine düşmandır ve batı’ya dâima
temkinli yaklaşılmalıdır” der.
Medeniyet, baştan
tasarlanacak ve plânlanacak bir şey değildir. Fakat onu kâlplerinizde
taşırsınız. Vahiy-merkezli olan ideâl uygulamalar, işler, adâlet vs. “medeniyet”
ile sonuçlanır. O hâlde medeniyet bir “sonuç”tur.
Medeniyet İslâm ile alâkalıdır
ve medeniyet “İslâm medeniyeti”dir. İslâm medeniyetine uzunca bir süreçten
sonra ulaşılır. Bilgi-bilinç-eylem-devlet süreçlerinden sonra medeniyet açığa
çıkar ve artık İslâm’a uygun bir dünyâ-hayâtı başlar ki, İslâm’a uygunluğu
cennete bir köprünün kurulması demektir.
Ahmed Doğan İlbey,
medeniyeti hakkında şunları söyler:
“Kur’ânî
mânâda tek medeniyet İslâm medeniyetidir. İslâm-dışı sosyâl organizasyonlara,
batı’dan mülhem seküler ve teknik gelişmelere medeniyet denemez. “Kur’ân ve
sünnete tâbi olmakla meydana gelmiş toplum yâhut milletin Dünyâ’yı İslâmca
şekillendirmesi”dir medeniyet. İslâm medeniyetinin varlığı ancak müslüman
toplumun varlığı ile kâimdir. Dolayısıyla bir beldede müslüman bir toplum
ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa medeniyet oluşmaz. Ahkâmı yürümeyen
müslümanların varlığı medeniyet oluşumu için yeterli değildir. Bundandır ki
Mekke’de müslümanların varlığı medeniyet meydana getirmemiştir. Medeniyet,
İslâm ahkâmını yaşamak için Medîne’ye hicret eden müslümanlarca
oluşturulmuştur”.
Medeniyet; tevhid, adâlet,
hak-hakîkat, huzur, bilgi-bilinç, paylaşmak, haddini bilmek vs. anlamına
gelmekle berâber, aynı-zamanda kültür, sanat ve zanaat demektir. Medeniyette
sanat ve zanaat gerçek anlamını bulur ve uygarlıktaki gibi amacı salt “çıkar”
olmadığından, rûhun tüm incelikleri ancak medeniyet olduğunda yansır ve ortaya
muazzam ahenkli eserler çıkar. Târih bunun şâhididir. Medeniyetin meyvesi olan sanat
ve zanaat, kişide bir sorumluluk duygusu geliştirdiği gibi bir incelik duygusu
da geliştirir. Sanat, kaba-insanı inceltir ve rûh ve duygu dolu biri hâline
getirir. Bu nedenle İslâm medeniyeti içinde yaşayan insanlar kaba-saba
olmamalıdır. İslâm medeniyeti toplumlarının fertleri, birer huzur iklimidirler.
Sanata değer vermeyen
toplumlar medeniyete tam anlamıyla ulaşmazlar. Medeni toplumlarda insanlar
(okuma-yazma bilmeme anlamında) “câhil” olsalar bile o medeniyetin kazandırmış
olduğu ahlâk, incelik, nezâket gibi insana has özelliklere sâhip olurlar. Medeniyet
bunu zorlar çünkü. Medenî bir ortamın kazandırmış olduğu bir bilgelik vardır
medenÎ toplumlarda.
Uygarlığın sanatı ile medeniyetin
sanatını ayırmak gerekir. Medeniyetin sanatçısı haddini bilir ve en büyük
sanatının karşısında kibre kapılmaz ve kibir eseri ürünler ortaya koy(a)maz.
Çünkü her-şeyde olduğu gibi sanatında ve zanaatında de bir sınır vardır ve o
sınır, medeniyetin sanatını ve inceliğini daha da bir hoş ve anlamlı kılar.
Uygarlığın eserleri gözü
yorar ve bıkkınlık kazandırır. Zîrâ büyük oranda rûhun aktarımı eksik
kalmıştır. Oysa İslâm’da sanat ve zanaat buram-buram rûh kokar ve rûh tüter.
İslâm mîmârisine baktığımızda, üzerinden onca zaman geçmiş olmasına rağmen o rûh
canlılığını korumaktadır. İşte o rûhtur insana gerçek huzûru veren şey. Oysa
modern uygarlığın yapmış olduğu mîmâride bir huzursuzluk vardır. Zîrâ çıkar
amaçlıdır, doğayı, insanı, tabiatı hesâba katmadan yapılmıştır ve bu nedenle çok
çabuk bıkılır. Alexis Carrel:
“Çağdaş uygarlık kendini zor bir durumda bulmaktadır.
Çünkü o ilmî keşif hayâlleri, insanların aşırı arzuları, vehimleri, görüşleri,
eğilimleri altında doğmuş olduğu ve bu medeniyet, yaratılış karakterimizin
gerçek yönlerinden habersiz olarak kurulduğu için bizim bünyemize uymuyor. O,
bizim zoraki gayretlerimizle ortaya çıkarılmasına rağmen bizim bünyemize ve
şeklimize uygun değildir” der.
İslâm medeniyetinde sanat ve
zanaatın bir taslak üzerine olması da şart değildir. El yatkınlığı ve incelik
zevki sanatı ve zanaatı ortaya çıkarabilir. “Weber, İslâm mîmârisi diye bir-şey
kabul etmez ve kriteri formülasyonu yok der. Versailles Sarayı ile Topkapı
Sarayı’nı karşılaştırdığınızda veya Türk bahçesiyle Fransız bahçesini
kıyasladığınızda gâyet net olarak görebileceğiniz bir şeydir bu. Çünkü İslâm
medeniyetinden ilhâm alan İslâm mimârisi, özgündür. Bizde güzel, aynı zamanda “iş
görür” ve “faydalı” olandır. Zâten faydasız ilimden Allah’a sığınılır”
(Eraslan).
Sanat “sanat” için değildir.
Böyle ahmakça bir laf mı olur?. Sanat toplum içindir. Toplumun estetik zevkini
karşılamak içindir. Zâten toplumun takdiridir biraz da sanatı ve zanaatı
geliştiren. Sanat ve zanaat gelişince medeniyet de böylece gelişir. Medeniyet
ve sanat birbirlerini besler.
İslâm medeniyetinin kökleri
Endülüs üzerinden Avrupa’ya taşınmıştır. Fakat ne kadar üzücüdür ki, bugünün müslümanı
batı uygarlığına (medeniyet değil) hayranlık duymaktadırlar. Oysa batı’nın
temsil ettiği “tahrif olmuş” hristiyan uygarlığında “medenî” bir uygulama
bulmak zordur. Amin Maalouf:
“Bir İslâm uygarlığına bir de Hristiyan uygarlığına
bakalım. Hangisinin farklı kimlik ve farklı etnik yapılarla yaşama sicili daha
düzgün?. Hristiyanların kutsal kitabı İncil’de, farklı inançlarla bir-arada
yaşamalarına dâir hiç-bir ibâre yoktur. Hepimiz Ortaçağ’da, Hristiyanlığın
karanlık dönemlerinde farklı inanç mensuplarına yönelik engizisyonları
hatırlıyoruz” der.
Buna rağmen müslümanların,
uygarlıkların her-şeylerine özenmesi ve tutku ile bağlanması anlaşılmazdır.
Medeniyet köreldiğinde uygarlığın ortaya koydukları muhteşem gibi görünür. Bu,
“koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi derler” sözünün tezâhür
etmesidir. Cafer Keklikçi:
“İleri medeniyetler seviyesi denilen medeniyet kendi
medeniyetimizi ortadan kaldıranların medeniyetiyken, hâlen onun esas alınıyor
olması ne kadar geride kaldığımızı kanıtlıyor. Medeniyetlerin kökeninde her
zaman din vardır. Batı medeniyeti tahrif edilmiş hristiyanlığa dayandığı için müslüman
milletlere verebileceği herhangi bir medeniyet seviyesi yoktur. Refahını
sömürüye dayandıran bir medeniyetle (aslında
uygarlık H.G.), refahını adâlete dayandıran bir medeniyet aynı olamaz. Batı
medeniyeti sömürüye dayanan bir medeniyetken, İslâm medeniyeti adâlete dayanan
bir medeniyettir” der.
İşte bu nedenle İslâm
medeniyeti Dünyâ’ya uzun yıllar huzur getirebilmiş ve adâlet dağıtabilmişken,
batı uygarlığı ise yıkımdan ve zulümden başka bir şey getirmemiştir.
Medeniyet, müslümanların
içine kapanması demek değildir. Tam-aksine, tüm Dünyâ ile sıkı bir ilişkide
olmayı mecbur kılar. Atasoy Müftüoğlu:
“Hiç-bir medeniyet kendi başına vâr olamaz.
Müslümanlar karşılaştıkları toplumlarda kendilerine uygun olanı aldılar, o
topluma faydalı olacak şeyleri verdiler. Ne zaman ki kendi içine kapandılar, o
zaman çökme başladı. İslâm medeniyeti, İslâm imparatorluklarının bünyesinde
barındırdığı bütün halkların çok-yönlü katkılarıyla gerçekleşti. Bu halkların
bugün birbirlerinden uzaklaşmaları, medeniyet fikrine, düşüncesine, rûhuna,
tasavvuruna yabancılaşmalarıyla da ilgilidir” der.
Bir yazıda şöyle denir:
“Medeniyetler teknolojiyle, ticâretle, şiddetle değil,
sevgi ve merhâmetle inşâ edilir. Aksi-takdirde robot ve hayvan medeniyetleri de
olurdu. Ticâret ve şiddeti kullanarak bilgi toplumları, endüstriyel kentler
ihdâs edebilirsiniz, hattâ Varşova Paktı, Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş
Milletler gibi menfaat klüpleri kurabilirsiniz ama medeniyet kuramazsınız.
Her-şeyin fiyatını bilen ama hiç-bir şeyin değerini bilmeyenlerle yola
çıkarsanız bu noktadan daha ileri gidemezsiniz”.
Sorunumuz yeni bir medeniyet
kurmak değildir. Medeniyeti yeniden diriltmektir. O sürece girmektir. Zîrâ
şu-anda Dünyâ bir medeniyetten mahrumdur. Çünkü İslâm’dan mahrumdur. Bülent
Akyürek:
“Bizim medeniyetimiz var, batı’nınki ise medeniyet
değil teknoloji. Bize; “sizin kişi-başına düşen buzdolabı sayınız şu kadar,
bilgisayarınız bu kadar. Siz üçüncü dünyâ ülkesi vatandaşsınız” dediler. Bir
sabah uyandık ve psikolojik olarak karatahtada yenildik. Ben de diyorum ki;
müslümana göre bu böyle değil. Bize göre âilemizden biri hastalandığında bir
saat içinde refâkatçi olmak için hastâne bahçesinde toplanan kişi sayısıdır
medeniyet. Güç de, medeniyet de budur. Âilenizden biri vefât ettiğinde bir saat
içinde bir ölü başına düşen diri miktârıdır. Biz kendi değerlerimizde
diretebilirsek bu terâzi bunu tartamayacak. Onlar tank, top diyecek, biz
refâkatçi diyeceğiz. O zaman da oturup tekrar medeniyeti tartışacağız. Ortada 2
medeniyet yok, bir tâne var; o da İslâm Medeniyeti” der.
Faruk Çakır:
“İnsanlığı ve insâniyeti dışlayan bir medeniyet ancak
‘mim’siz medeniyet olur ki o da ‘deniyet’dir, “alçaklık” anlamına gelir.
Medeniyet değilse de ‘mimsiz medeniyet’in yâni ‘deniyet’in çökmesi haktır.
İnsanlığa ‘deniyet’ değil, ‘medeniyet’ lâzım” der.
Sezai Karakoç:
“İslâm
Medeniyeti, ölü toprağın üzerinden atıldığı, diriliş destânının yazıldığı bir
medeniyettir. Nice büyük ilimlerin doğuşuna ev-sâhipliği yapan, muazzam
eserlerin sâhibi, insanlığa adâlet duygusunu soyut ve somut olarak yaşatan,
zulmün ayaklar altına alınıp hâk ile yeksân edildiği, diriliş manzûmesini
nakış-nakış işleyen medeniyet ‘İslâm Medeniyeti’dir” der.
İslâm’ın “muâsır medeniyet”e
ulaşma hedefi yoktur, olamaz. Zîrâ İslâm medeniyeti tüm zamanların muâsır
medeniyetidir. O hâlde müslümanların da “muâsır uygarlık”a (medeniyet değil)
ulaşmaya çalışması İslâm’dan kopmadan olmaz. Zâten “muâsır medeniyet” denilen
uygarlıklar, İslâm’a karşı çıkarılmış “modern barbarlıklar”dır. İnsanlık, İslâm
medeniyetinin ne olduğunun bilgisi ve bilincine sâhip olmadığı için, zamânın
barbarlıklarını medeniyet zannediyor.
Medeniyet günümüzde ütopya
gibi görülse ve medeniyetten çok bahsetmek yersiz görülse de, medeniyet bilinci
ve özleminin diri tutulması gerekir. Bir medeniyet tasavvurumuz her dâim canlı
olmalıdır. O hâlde müslümanlara düşen şey; kültür, sanat ve zanaat anlamında
tüm yaptıklarını ve yapacaklarını medeniyet tasavvuru ve hedefi içinde
yapmalarıdır. Zîrâ bu, yapılan şeyi anlamlandıracak ve kültür, sanat ve zanaat
bu minvâlde gelişecektir. Bu bir “hedef” olarak belirlenmelidir. Bu hedef
doğrultusunda gayretli çalışmalar yapıldığında kitlesel bir medeniyet tasavvuru
ortaya çıkacaktır. Artık ne yapılıyorsa, o hedefe ulaşma yolunda bir sinerji ile
birlikte yol alınacaktır.
O hâlde, bu tasavvurla
müslümanlar baştan-savma kaba-saba bir şekilde kültür, sanat ve zanaat ortaya
koymamalıdırlar. İşin hakkını vermelidirler. Bu zihniyetle yola çıktıklarında taklit
etmekten de kurtulacaklarından, kendi potansiyellerini açığa
çıkarabileceklerdir. Böylece daha iyi düşünecek, okuyacak, yazacak, sanat ve
zanaat ortaya koyabileceklerdir. Bu yöntem bilgi-bilinç-eylem-devlet sürecinden
sonra medeniyete çıkacaktır. O medeniyet İslâm medeniyeti olacaktır.
Evet; medeniyetin göstergesi,
kültür, sanat ve zanaat başta olmak üzere her-şeyin hakkıyla en iyi şekilde yapılmasıdır.
Göklerdeki medeniyetin izdüşümü ancak bu sâyede Dünyâ’ya da yansıyabilecektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder