26 Ekim 2017 Perşembe

Ölüm


“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).

“Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz” (Ankebût 57). Ayrıca; Âl-i İmran 185 ve Enbiyâ 35.

Ölüm.. Doğum gibi hayâtın kesin gerçeği. Yaşanmadığında ne olduğu kesin olarak bilinemeyecek olan şey. Zîrâ ölümün denemesi yapılamıyor. Aslında doğum nasıl doğal ve normâl bir durumsa, ölüm de doğal ve normâl bir durumdur. Zâten Dünyâ’ya ölerek geldik. Rahimde ölüp, Dünyâ’ya doğduk. Hattâ tüm varlık sürekli olarak, her an ölümü yaşamakta. Yâni bir ölüm, bir hayat oluyor. Kâlp bir atar bir durur. Kâlbimiz “ölüm-hayat, ölüm-hayat” diye atıyor sanki. Hayâtın diğer adı da ölümdür. Fakat insan, anlamlandırma yeteneğine sâhip, hatırlayabilen, çok duygulu, özleyen, ayrılmayı sevmeyen ve hattâ ayrılıktan nefret eden bir varlıktır. Öyle ki; bırakın, sevdiği bir insanı yada hayvanı, cansız denilen varlıklardan bile kolayca ayrılamıyor. Bir elbisesinden yada eşyâsından bile ayrılamıyor. Uzun zaman yaşadığı evinden ayrılmakta zorlanıyor meselâ. Hâlbuki hayvanlar için bu sorun bile değildir. Diğer yıl başka bir yuva yapar. Demek ki insan çok çabuk ve güçlü “alışabilen” bir varlıktır. Tabi alışkanlık aslında bir-nevî sıradanlaşma da demek oluyor. İnsanın alıştığına gösterdiği ilgi zamanla azalır. Alışılan şey henüz kaybedilmediğinde genelde böyledir. Kaybedildiğinde ise o kişiye yada şeye ne kadar alışmış olduğu hemen fark-edilir ve artık onun olmayacağı düşüncesi insanı çok üzer. Hele ki kaybedilen kişi ruhsal bağla bağlı olunan sevdiği yada yakınları olursa o zaman üzüntü kedere döner.  

Fakat iyi ki de ölümle her-şey bitmiyor. Ölüm-ötesi inancı ve bir-gün tekrar buluşabilme olanağı insanı rahatlatır ve de sabır verir. Bu nedenle de âhiret bilincine-inancına sâhip olanlar için ölüme katlanmak daha kolay olur. Çok-çok sevdiği ve kaybetmekten çok korktuğu birini bir-gün kaybeden ve âhiret yâni ölüm-ötesi inancı olmayan kişilerin bu durumu kolay-kolay kabûllenememesinden dolayı fiziksel ve psikolojik olarak çeşitli sorunlar yaşadığı görülmekte ve bilinmektedir. Düşünsenize; ölünce toprağa karışıp gidiyorsunuz ve bir daha da bir hayâtınız olmuyor. O hâlde kendi ölümünüz yada sevdiklerinizin ölümü, yaşanacak en büyük fâciâdır. Bu nedenle bu fâciâyı olabildiğince geciktirebilmek(!) ne kadar önemlidir bu kişiler için. Çok güçlü bir gard alınmıştır ölüme karşı. Bu nedenle ölüm-ötesi inancı olmayanların gerçek anlamda mutlu ve huzurlu olabileceklerini pek sanmıyorum doğrusu. Her ne kadar âhireti dilleriyle inkâr etseler ve âhiret için bir hazırlıkta bulunmasalar da, bu kişiler ölümden sonra da bir hayatlarının olmasını içten-içe istemezler mi gerçekten?. Bence içten-içe öyle bir ihtimâlin olduğuna seviniyorlardır. Ateistlerin bile âhiretin olmasından memnun olduklarına inanıyorum. Bir arkadaşımın anlattığına göre; ateist olan ortak bir tanıdığımız, ölen dedesini gömerlerken, “eğer orada birileri varsa ona iyi bakın” demiş ve ölüm-ötesi ihtimâli düşüncesini açığa vurmuştu. 

Modern toplumda “uygarlık” kavramı aracılığıyla kendini alabildiğince yücelten insan, yok olmayı bir türlü içine sindirememektedir. Bunun sonucu olarak ölümü ya aklîleştirmekte yada görmezden gelerek yok saymaktadır.

Modern insan ölümden çok korktuğu için ona ölümü hatırlatan her-şeyden uzaklaşmak istiyor. Yüzünde ihtiyarlığa ve dolayısı ile ölüme yaklaşıldığının ilk sinyâlleri olan bir kırışıklığı gördüğünde hemen kozmetik ürünlerle o kırışıklığı yok etmeğe çalışıyor yada estetik operasyonlarla bu durumu bertarâf etmek istiyor. Tabi bu, alttan-alta yaşlılığın geldiğini ve ölüme yaklaşıldığını gerçek anlamda önlemiş olmuyor. Ölümden çok korkan modern insan “ölüm” kelimesini kullanmaktan ve duymaktan hoşlanmıyor, ölümü hatırlatan “rûh” ve “cin” gibi kelimeleri “üç harfliler” olarak telaffuz ediyor. Yine, ölüm gerçeğini insanın âdetâ gözünün içine-içine sokan mezarlıkları yerleşim yerlerinin epey bir uzağına, hattâ dağların arkasına yapıyor. İnananlara hayâtın merkezinde ölümün olduğunu hatırlatıp duran mezarlıklar; bir zamanlar şehrin ve yerleşim yerlerinin tam ortasında olan mezarlıklar, uzaklaştırıla-uzaklaştırıla ıssız yerlere kadar taşınmıştır fakat yine de tam bir rahatlama yaşayamamaktadır. Ölümden düşüncesinden ve ölülerden kurtulmak isteyen modern insanın bu gidişle, yakında ölen insanları uzaya fırlatacaklarını ve böylece ölümü de -en azından psikolojik olarak- uzaklaştırmak isteyeceklerini düşünüyorum. Yeter ki ölüler ve ölüm düşüncesi gözlerden ve zihinlerden uzak olsun. Bülent Akyürek:

“Mezarlıklar şehir dışına atıldı, kefenimiz olan sarık yok artık, ampûller karanlığı engelledi, ölüm râbıtası yapamıyoruz, bahçelerimizde çam ağaçları var, dört mevsim yeşil kalan bu ağaçlara bakıp ölümü unutuyoruz. Ben “Öğlen Namazına Nasıl Kalkılır?” kitabımda şöyle bir teklif yaptım: “Şehirlerimizde boş ambulans ve cenâze araçları gezsin ki insanlar onlara bakınca ölümü hatırlasın”. Çünkü artık hiç kimse saçlarındaki beyazı görüp ölümü hatırlatmıyor. Bizler çok az “müslüman”ı görünce ölümü hatırlatıyoruz. Oysa bir müslüman dışarıdayken, ölüm kaldırımda yürümeli” der.

Ölüm bir trajedi olarak görüldüğü için çoğu insan ölümü aklına getirmek istemiyor, zîrâ psikolojisi bozuluyor. Oysa İslâm’a göre ölüm hayâtın doğal bir aşamasıdır. Aynen doğumda olduğu gibi. Doğarsınız, yaşarsınız ve ölürsünüz. Normâl olan budur.

Yine teknoloji; ölen kişilerin, yakınlarıyla sürekli konuşmalarını sağlayacak îcatlar peşinde. İnsanların ölen yakınlarıyla ve sevdikleriyle sürekli iletişim hâlinde olabilmesi için çalışmalar yapıyor. Bilgisayar programları kullanılarak, ölen kişinin videolarıyla ve konuşmalarıyla bir birleştirme yapılacak ve geride bıraktıkları yakınları onunla karşılıklı konuşabilecekmiş. Böylece istenildiğinde ölen kişiyle iletişim hâlinde olunacak ve yakınları onun yokluğundan acı duymayacakmış. Tabi bu gerçek anlamda bir hayat değildir ve ölen kişinin öldüğü gerçeğini değiştirmez.

Ölümden kaçış imkânsızdır ve zâten şimdiye kadar ölmeyen bir canlı da olmamıştır:

“Her nerede olursanız (olun), ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…” (Nîsâ 78).

“De ki: Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşâhede edilebileni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir” (Cum’a 8).

“De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında yararlandırılmazsınız” (Ahzâb 16).

Evet; Ölüm, “yaşanmadıkça ne olduğu kesin olarak bilinemeyen şey”dir. Ölüm-korkusu ise ölümden bin beterdir.

İnsanın, sevdiklerinin gözlerinin önünde yavaş-yavaş eriyerek ölmesi de çok acıdır fakat en azından buna alışılmış olacağından, bir-anda yaşanan ölümlere göre daha az acı verir. Şok gelen ölümler insanları daha fazla üzer hâliyle. Zîrâ hepimiz ölüme hazırlıklı değilizdir yada ölen yakınlarımızın yaşarken gönlünü almamışızdır. Bir zamanlar onlara karşı ettiğimiz yanlış sözler ve yaptığımız fiillere kahroluruz. Zâten en çok da bu üzer ya insanı. Ona iyi bakmadık mı?, yeterince ilgilenmedik mi?, şunu da mı yapsaydık vs. diye tüm pişmanlıklar ve olasılıklar hatırımıza geliverir ve bizi tutsak eder. Oysa “kesin ecel” denilen o “son an” gelmiş ve olan olmuş, ölen de ölmüştür. İnsan geçmiş için bir şey yapamaz, mevcut zaman ve gelecek için ise bir şeyler yapabilir ve bu, “yapılması gereken o şeyleri sürekli yapma hâlinde olmak” demektir.

Modernizm, ölmekten çok korktuğu için yaşamaya da haddinden fazla değer veriyor. Hayâtını riske edecek her-şeyden kaçıyor. 80 yaşından önce ölenleri “yaşamamış” sayıyorlar. Kapitâlizm, genç ölümlerini bir trajedi gibi gösteriyor. Ne de olsa “iyi tüketen” bir müşterisini kaybetmiştir. Genç ölümlere üzülüyor ağlıyor ama yaşlı ölümlere çok da üzülmüyor. İyi de kardeşim, ölünmesin mi?. Fakat ölünmemesi için doğulmaması da gerekiyor. “Her başlangıcın mecbûren bir sonu da vardır yasasını göz-ardı edemeyiz” ki!.   

Modernizm, tüketimi tam da liberâl kapitâlizmin istediği şekilde yap(a)mayanları, bir çeşit “ölü” olarak görüyor. Yeterli tüketemeyen insanları kentlerdeki evlerine, yaşlıları ise köylerine hapsediyorlar. “Bizim istediğimiz kadar tüketemeyenlerin kentlerde yeri yok” demeye getiriyorlar. Liberâl kapitâlist modele göre yaşamayanlar “ölü” muâmelesi görüyor. Kapitâlizme göre ölü, “tüketemeyen” demektir. Modernizm, ölümü bir suç gibi görüyor.

İslâm’a göre ölüm bir son değildir ve bir geçittir sâdece, tadılıp geçilir. Âhirete geçmek için tadılması gereken bir şey. Zîrâ âhiret hayâtına ölmeden geçilemiyor. Ölüm bir anlık bir şeydir. O andan önce ve sonra ölüm yoktur. Zâten eğer ölmüşseniz yaşamıyorsunuz, yaşıyorsanız ölmemişsiniz demektir, ortası olmaz. Bir tadımlık durumdur. Bir andır. Ölmüşseniz zâten mesele yok. Ama yaşıyorsanız daha ölmemişsinizdir. Epikür: “Ölüm bizi korkutamaz, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de artık biz yokuz” der. Yâni hayat ile ölüm aynı-anda olmuyor, ya yaşıyorsunuz yada ölmüşsünüzdür. Nurettin Topçu:

“Ölüm bizim için realite hâlinde vâr olan, fakat hakîkat olarak yok olan bir şeydir’’ der.

Mü’minin ölmekten ziyâde yaşamayı düşünmesi gerekir. İslâm-merkezli bir yaşam, ölümü de hak ve doğal gösterir. Âhiretin varlığı, eğer İslâm-merkezli bir hayat yaşanmışsa ne iyidir. Zîrâ ebedî hayâta taşır insanı. O hâlde “gerçek anlamda bir yaşam”dır önemli olan ki bu da ancak İslâm-merkezli olunca olur. Mel Gibson, Braveheart (Cesur Yürek) filminde öyle diyordu ya; “herkes ölür ama herkes gerçekten yaşamaz”. Buna göre insanlar ölmekten korkuyorlar ama “hakkıyla yaşayamamaktan” korkmuyorlar. Haz içinde yaşamak hedefleri olmuş. Fakat haz içinde yaşamak insanı ölüm düşüncesinden ve korkusundan kurtarmaz ki!. İnsan her an haz içinde yaşayamaz. Zîrâ haz içinde yaşamanın Dünyâ’da karşılığı yoktur. Hâlbuki bir dava uğruna olursa, meselâ Allah yolunda (şehâdet) ölmek Kur’ân’ın müjdesidir. Allah yolunda ölenlere (şehit) “ölü” demez Kur’ân. Zîrâ onlar “gerçekten yaşamış”lardır. Allah yolunda ölmek demek, “Allah yolunda yaşamak” demektir. Bâzen de Allah için ölümü göze almaktır. Şehitler, ölüm korkusunu yenmiş ve ölüme tâlip olabilen insanlardır. Allah’tan başkasından korkmayanları ölüm dâhil hiç-bir şey korkutamaz. Bu tür ölme düşüncesi artık çok azaldı ve nerdeyse kaybolmaya yüz tuttu. Ölüm, “temiz kalabilmiş insanlar” için kötü de değildir.

Ölüm-meleği olarak bilinen Azrâil ismi Kur’ân’da geçmez. Çünkü aslında öldüren Azrâil değildir. Öldüren, “hayâtı veren”dir:

“Doğrusu, öldüren ve dirilten O’dur” (Necm 44).

Kanımca Azrâil olarak isimlendirilen melekler-elçiler, Allah’ın öldürdüğünün yâni hayatlarına son verdiklerinin canlarını-ruhlarını alanlardır. Fakat bu aynı-anda olan bir şeydir. Zîrâ canı Kim verdiyse, O alır:

“Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak; ‘yakıcı azâbı tadın’ diye o inkâr edenlerin canlarını alırken görmelisin” (Enfâl 50).

“Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir” (Vâkıa 60).

İnsanlar “sıralı ölüm” ister. Tabi bu sıra kendilerinin istediği sıradır. Hâlbuki ilâhi sıra değişmez ve her ölüm ilâhi bir sıraya göre olur. Bu nedenle de insanların düşündüğü “sıralı ölüm” hiç-bir zaman gerçekleşmez. Ölüm sıralı olmayınca tüm plânları alt-üst eder, bâzen de acıları giderir. Yeni başlangıçlar başlatır.

Hesiodos: “Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı” der. Uykuya dalar gibi ölmek istenilen bir şeydir. Fakat kimileri için ölüm acı olabilir. Yavaş-yavaş ölmek kişiye ölümün adım-adım geldiğini kavratır:

“Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, ‘son müdâhaleyi yapacak kim’ denir. Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Ölüm korkusundan) ayaklar birbirine dolaştığında” (Kıyâme 26-29).

Neye “ölüm” dendiği de tartışma konusudur. Kimisi;, “dolaşım, sindirim ve sinir-sisteminin durması”; diğeri, “beyin ölümü gerçekleştiğinde” diyor ama son araştırmalarda “beyin ölümü” gerçekleştikten sonra beynin 10-15 dakîka kadar daha çalıştığı söyleniyor. Materyâlist düşünüşe göre ise ölüm; “maddenin elementlerine-atomlarına ayrılmasıdır”. Böylece ölüm maddîleşir. Bruno: “Bu evren içinde ölüm de yoktur; ancak öz’ün dış görünüşlerinin biçim değiştirmeleri vardır” der.

 Aslında ölüm salt bedenle alâkalı olan bir şey olsaydı çok geciktirilebilirdi. Ama bedenden çıkıp giden ve ölüme neden olan bir “şey” olsa gerektir. Yoksa bedeni çeşitli cihazlarla “canlı” tutmakla ölüm ertelenmiş olmaz.

50 yaşında ölen kişiler de, 100 yaşında ölen kişiler de ölmeden kısa bir zaman önce geriye baktıklarında hayatlarında sâdece bir ânı hatırlar. Yâni ölen kişi için sâdece ölmeden önceki “son an” vardır. O hâlde 50 yıl yaşamakla 100 yıl yaşamak aynı şeydir ve bu, ölüm anında belli olur. Ölmek üzere olanlar için yaşları kaç olursa-olsun sâdece ölüm anları vardır. Kıyâmette sorulan; “Dünyâ’da ne kadar kaldınız” sorusuna tüm insanlar aynı cevâbı verirler:

“Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?. Dediler ki: Bir gün yada bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor” (Mü’minûn 112-113).

Ölümü ve hayâtı yaratan Allah’tır ve ölüm de “yaratılan” bir şeydir. Tek Yaratıcı Allah olduğu için ölüm de Allah’tan gelir. Ne bir an öne alınabilir ne de ertelenebilir. Eğer ölünmediyse “ecel” gelmemiş demektir.

Korkunun da ecele-ölüme faydası yoktur. Ölümden korkmak ölümü geciktirmez fakat her gün öldürür. Ölüm korkusu ölümden daha beterdir. Ölüm korkusunun panzehiri “âhiret bilinci ve  korkusu”dur. Âhiret bilinci ve inancı ölüm korkusunu azaltır. Çünkü ölümün bir son olmadığı bilinir ve buna îman edilir. Eğer ölümden sonra yaşam olmasaydı, yaşamakla ölmek çok farklı olurdu ve ölüm gerçekten de bir trajedi ve insanın kâbusu olurdu.

Tasavvuftaki “ölmeden önce ölün” sözü de anlamsızdır ve İslâm’a uygun değildir. Kur’ân; “ölmeden önce ölün” değil; “ölmeden önce İslâm’a göre yaşayın” der. Mü’mince yaşamadan ölmenin bir faydası yoktur. Zîrâ bu, bebeğin doğduğu gün ölmesine benzer.

Seneca: “Uzun değil, “yettiği kadar” yaşamağa çalışmalıyızdır. Uzun zaman yaşamak için kaderin lütfüna bağlıyız; “yettiği kadar yaşamak” ise bizim elimizde” der. Zâten iki çeşit ecel vardır: “Ecel-i müsemmâ” ve “tabî ecel”. Tabî ecel, “vücûdun yaratılıştan dayanma süresi”; ecel-i müsemmâ ise; “kişinin yaşadığı süre”dir. Bunu Allah belirlemiştir:

“Allah’ın izni olmaksızın hiç-bir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır…” (Âl-i İmran 145).

Ölümden “Allah’ın istediği gibi yaşanırsa” korkulmaz. Aksi-hâlde ölüm, günahkâr, müşrik ve kâfir için bir felâkettir. Bu kişiler ölümü takmıyor gibi görünse de, aslında ölüm onları korkutmaktadır. Epikür; “Ölümden bana ne” dese de ölüm göz-ardı edilebilecek bir şey değildir. Çünkü ölümle muhâtap olmamış hiç-bir varlık yoktur ve olmayacaktır ve herkes ölümü tadacaktır.

Marcus Aurelius: “Yaşadığın şu zaman ânını doğaya uygun olarak yaşa, sonra ondan üzüntüsüz ayrıl, tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca yere düşer, kendisini yaratmış olan toprağa ve ağaca minnet duyguları duyarak” der. Fakat hem doğaya hem de İslâm’a uygun yaşamak insanın ideâli olmalıdır. “Sâdece doğaya uygun yaşama”nın öldükten sonrası için bir faydası olmaz.

Ölüm “kesin gerçekleşecek olan şey”dir. Gerçekleşeceği kesin olan bir şeyden çok fazla korkmak da normâl değildir. Hayâtı ve ölümü birlikte düşünmek gerekir. Zîrâ aslında ikisi de “garip” bir duygudur. Cem Karaca, “hayat çok garip” derken; Ahmet Kaya ise, “ölmek ne garip” der. Hayâtın ve ölümün net bir açıklamasını yapamaz insan.

İnsanlar artık evlerinde doğmadıkları gibi evlerinde ölmüyorlar da. Bir hasta-hânede hayâta açtıkları gözlerini, yine bir hata-hânede kapatıyorlar genelde. Bu çok doğal ve normâl bir şey değildir. Hayat ve ölüm düşüncesini olumsuz yönde etkiliyor. İnsanlar hayâtın nasıl başladığını ilk andan îtibâren göremedikleri gibi, son ânını da göremiyorlar. Bu da, ölüm düşüncesinin ötelenmesi adına yapılan bir şeydir.

Tabi bir de bir düğmeye basarak binlerce mâsumun ölmesi durumu da var ki; bunu sözle açıklamak çok da olanaklı değildir. Zîrâ bu, lafı edilecek bir durum değil, “karşı eylemi” yapılacak bir durumdur.

Ağaçtan düşen bir yaprak gibi, sessizce olan bir ölüm, en güzsel ölüm şeklidir. Nice ölümler vardır ki, insanı rahatsız edecek kadar gürültülü olur.

Dünyâ hayâtının “süreli” ve “sınırlı” olduğunu kabûl etmek ne kadar da zor. Üstelik de hayâtın en kesin ve her an yaşanan şeyi. Kaldı ki bizim “kalan ömrümüz” diye bir şey de yoktur. “Geçmişimiz ve yaşadığımız an” vardır sâdece. Her zaman ânı yaşarız. En son yaşayacağımız an ise, “ölüm ânı”dır. İşte bu nedenle bir mü’min her an Allah için yaşamalıdır:

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162).

Bir-anlık süresi olan ölüm hayatla o kadar iç-içedir ki, onun hakkında söylenecek sözlerin bile sonu gelmiyor.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder