“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’
şey mi var?” (Necm 24).
Lüks: “Giyimde,
eşyâda, harcamada aşırı gitme, gösteriş, şatafat. Gösterişli, şatafatlı. Gerekli olanın sınırlarını aşan” (TDK) anlamlarındadır.
Lüks aslında;
“birinde olup da, diğerinde ol(a)mayan mal” anlamındadır. Lüksün “lüks” olması
için, lüks olan şeyin sâdece az bir kesimde bulunması gerekir. Eğer bir mal
herkeste bulunabiliyorsa ve herkes o malı rahatça alabiliyorsa ortada lüks-müks
kalmaz. O hâlde lüks, farklılıkların ve eşitsizliğin en önemli göstergesidir.
Lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-konformist-demokratik-emperyâlist-hazcı-bencil
sistemlerin bir sonucudur lüks eşyâ. Zîrâ seküler sistemler lüksten ve
gösterişten beslenir. Böylece insanlar birbirlerini görerek o lüks mala ulaşmaya
çalışırlar ve onu elde etmek için gereğinden fazla parayı hiç çekinmeden
harcayabilirler. Tabi bu durumdan en çok da o malı üreten sermâyedarlar
kazançlı çıkacaktır. Fakat ilginç bir durum vardır ki, lüks mal, ona herkes
ulaştığında “lüks” olmaktan çıkar ve artık daha lüks mallar üretilmeye başlanır
ve o lüks mala yine sâdece az bir kısım “mutlu azınlık” ulaşabilirken, çoğunluk
yine o lüks malı sonradan tâkip edecek ve ona tam ulaşmışken o lüks mal “lüks”
olmaktan çıkacaktır. Bu deverân, kişinin ölümüne kadar sürecek ve sonra da bu
çark yeni nesillerce döndürülmeye devâm edecektir. Aslında bu büyük bir kısır-döngü
ve kandırmacadır.
Malın sağlam ve
estetik olması önemlidir fakat lüks mal tüm zamanlarda, hak ettiğinden çok-çok
daha fazla bir fiyatla satılmıştır-satılmaktadır. Zâten lüksü lüks yapan şey
de, o malın pahalı satılmasıdır. İnsanlar aslında bile-bile o mala fazla para
verirler. Çünkü nefsleri, “diğerleri”ne göre “ayrıcalıklı” olmayı emreder ve bu
ayrıcalığın görece zevkini tatmak isteyen insanlar da o mala hakkından fazla
parayı vermekten gocunmazlar. Söz-konusu, “garibanın hakkı” olunca üç kuruşun
hesâbını yapan yavşaklar, iş lüks mala ve modaya para vermeye gelince pazarlık
bile yapmazlar. Pazarlık yapmazlar, zîrâ “rezil” olmak istemezler. Lüks malın
pazarlığı mı olur?. Evet; lüksü lüks yapan, malın “iyi mal” olmasından ziyâde,
fiyatının yüksek olması ve onun çok iyi bir mal olduğu yalanının
şişirilmesidir. Demek ki “lüks” demek, “pahalı olan” demektir. Fakat bu
pahalılık sûni bir pahalılıktır. Çünkü ona herkes ulaşmaya başladığında o malın
fiyatı normâl ve doğal sınırına geriler. Buna göre lüks demek, “yeni çıkan” ve
görece “iyi olan” o mala, herkesten önce ulaşabilmek demektir. Zâten moda olan
da, yeni çıkan bu lüks mallardır. Lüks olmayan, moda da olmaz. O hâlde “modayı
tâkip etmek”, “lüksü tâkip etmek” demektir.
İslâm’da ise lüks
mal hem yoktur hem de yasaktır. Bu nedenle de İslâm’da lüks yoktur, olamaz.
Zîrâ İslâm’da eşitsizlik ve aşırı farklılaşma yasaktır. Zâten dînen de haramdır
lüks tüketim. Çünkü bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala
ulaşamıyor, eeee, o zaman o mal kime lükstür ki!?. Garibana mı?. Evet, lüks, “gariban
için lüks”tür. Meselâ Cip (Jip) arabalar, güzel, sağlam ve çok konforlu
arabalardır. Fakat müslümanlar, açlıktan-susuzluktan ölenlerin olduğu, yatacak
yeri olmayanların bulunduğu, üstlerine bombalar yağdığından, gidecek yerleri
olmayanların gün geçtikçe çoğaldığı bir dünyâda cip şeklindeki pahalı arabalara
bin(e)mezler. Bunun nedeni, o arabaların kötü olması değildir, lüks olmasıdır.
Eğer herkes, istediğinde o arabaları alabilecek bir durum olursa, yâni o
arabalara binmek “lüks” olmaktan çıkarsa, artık cip alınıp binilebilir. Demek
istediğimiz şey şudur ki; sorun lüks malın kendisi değildir. Sorun, lüks denen
o malların herkesin alamayacağı bir fiyatta olmasıdır.
Lüks, ancak çok
sayıda insan kümeler hâlinde bir-arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve
ihtişâm, berâberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. İnsanlar arasında
vârolan saf bağlılık, yalınlık ve sâdelik yozlaşmaya başlar. Oysa sâdeliğin müthiş
bir estetiği vardır ve bu estetik huzûr verdiği gibi, hiç kimseyi rahatsız da
etmez. İnsanları rahatsız eden şey, lüksün, gösterişli ve pahalı olmasıdır.
Başkalarının sizdeki bir eşyâya meftun olması aslında rahatsızlık vericidir ama
şeytan bunu tersine çevirir ve lüks mala sâhip olanlar o malla övünüp hava
atmayı ve güyâ ayrıcalıklı olmayı sevmeye başlamışlar ve artık bu durum onların
yaşam-tarzları olmuştur. Peygamberimiz işte bu nedenle “lüks mal” merkezli
dünyâ sevgisini sınırlandırmaya çalışmıştır ve şöyle demiştir:
“Sizin için
korktuğum şeylerden biri, Dünyâ’nın süs ve güzelliklerinin (lüksün) size
açılmasıdır...” (Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât
123; Nesâî, Zekât 81).
Bir yazıda Peygamberimiz’in yaşam-şeklinin, Medîne’de
devlet başkanıyken bile değişmediğinden ve lükse ve ihtişama dönüşmediğinden şu
şekilde bahsedilir:
“Medîne
dönemindeki genişleme ve bir-çok zaferin
ardından da Hz. Muhammed’in sâde yaşamı
değişmedi. Hindistanlı psikolog ve felsefeci
Koneru Ramakrishna Rao, Hz. Muhammed hakkında söyle demiştir: ‘Şartlar değişti ama Allah’ın elçisi değişmedi. Zaferde ve yenilgide, güçlü zamanda ve sıkıntılı
zamanda, zenginlikte ve yoksullukta, aynı kişiydi,
aynı karakteri sergiledi. Allah’ın
bütün âdetleri ve yasaları gibi Allah’ın peygamberleri değişmezdir’. Kazanılan zaferlerin imkânlarıyla kendisine ve
âilesine büyük mâlikâneler, saraylar yaptırmadı. Hasırda uyudu, lüksten debdebeden nefret etti,
odasını süpürdü, câmi inşaatında taş taşıdı,
herkes gibi giyindi, kıyâfetini yamadı, etrâfındaki insanlar ne yiyorsa onu yedi. ‘Ben melik değilim; sâdece
sizden biriyim’ diyerek sıradan yaşamı
benimsedi. Dâvâsını hiç-bir zaman için dünyevî çıkarları elde etmek için
bir araca dönüştürmedi. Çok sıradan yöneticiler bile bir-çok ortamda hemen fark edilirken, kendisinin
peygamber olduğuna inanan
arkadaşlarının yanında o kadar sâde bir hayat-tarzı benimsedi ki, o topluluğa
girip de onu tanımayanlar ‘hanginiz Muhammed’ diye sordular. Öldüğünde ise bir-kaç koyun ve bir kılıç gibi,
yok denecek kadar az bir mal-varlığını mîras olarak
bıraktı. ‘Onlardan bâzı
kesimlere, kendilerini sınamak için dünyâ-hayâtının süsü olarak
verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha
hayırlı ve daha kalıcıdır’ (20-Tâ-hâ Sûresi 131) âyetinin gereği olarak, dünyevî menfaatleri elde etmek hiç-bir
zaman amacı olmadı”.
Müslümanlar lüks hayat-tarzından
uzak durmalılar ve doğal ve normâl bir hayat-tarzı yaşamalıdırlar. Bu, dünyâ-merkezli
değil de, âhiret-merkezli bir yaşam-şeklidir. Zâten Kur’ân da bunu emreder ve
önerir:
“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ hayâtının metaı
ve süsüdür. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de
akıllanmayacak mısınız?”
(Kasas 60).
İnsanlar ihtişâma ne kadar
da âşık. Nasıl da seviyorlar. Oysa mü’minler için bu durum bir felâkettir. Zîrâ
sapmanın başı dünyâ sevgisidir. Allah, ayrıcalıklı ve aşırı gösterişli olana
karşıdır ve bu nedenle de azâbını göndererek böyle yerleri yerle bir eder:
“Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz” (Şuârâ 149).
“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız
bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?. Ölümsüz kılınmak umûduyla sanat
yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuârâ
128-129).
Allah
saraylara-köşklere-kâşânelere vs. gıcıktır. Hiç sevmez ve ara-ara batırır o
yerleri:
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine?.
Yüksek sütunlarla dolu İrem’e?. Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı.
Vâdide kayaları oyan Semûd’a?. Ve kazıklar sâhibi Firavun’a?. Bunlar ülkelerde
azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine
azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her-an gözetlemededir” (Fecr 6-14).
İslâm’a mâl olmuş
bir söz vardır: “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanamaya
başlarsınız”. İnsanlar, ama özellikle de müslümanlar, inandıkları gibi
yaşamadıkları için yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar ve zâten bu kadim bir
sapmadır. Allah Kur’ân’da, inandığınız gibi yaşamayı emrediyor ve zâten “güzel
örnekliğimiz” Peygamberimiz de bunun örnekliğini en güzel şekilde
sergilemiştir. Örneklik apaçık ortadadır. Fakat bu örnekliğe göre yaşamak
müslümanlara zûl geliyor ve şeytan da, “bu şekilde yaşayamazsınız, en iyisi mi
siz yaşadığınız gibi inanın” diye fısıldıyor uşakları olan tâğutlara ve
tâğutlar da Dünyâ’yı bu minvâlde düzenliyorlar. .
Lüks mal, oyalayıcı ve
saptırıcıdır:
“Mûsâ dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve
önde gelen çevresine dünyâ hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişâm) ve lüks
mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?). Rabbimiz,
mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlblerinin üzerini şiddetle bağla;
onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).
Siyon
Protokôlleri’nin 6.sında: “Yahudi olmayanların sanâyisini tamâmen çökertmek
için Yahudi olmayanların arasında geliştirdiğimiz lüksü spekülâsyonun yardımına
getireceğiz. Çünkü lüks için hırslı talep, her-şeyi yutup bitirmektedir” denir.
Demek ki lüks denen şey, bir projedir.
Bir İslâm ülkesinde
israf yoktur, lüks yoktur, ol(a)maz. Meydana gelen ekonomik krizlerin sebebi de
lüks ve modadır zâten. Lüksün ve modanın yasak ve haram olduğu İslâm ülkesinde ekonomik
kriz, enflâsyon, devalüasyon gibi şeytâniler tarafından düzenlenen sûni krizler
olmaz. Tabağı-tencereyi alıp da “açız” diye bağıran, yoksulluktan şikâyet eden,
gelir düzeyindeki uyum sâyesinde oluşamayan isrâfa dayalı gösteriş manyaklığı
gibi saçmalıklar görülmez. Enflasyonu, devalüasyonu, ekonomik krizleri vs. çıkaran
ve hattâ büyük imparatorlukların bile çöküşüne neden olan şey “lüks tüketim”dir.
Lüks mal, piyasayı aşırı yükseltir ve artık aşırı yükselen mallar satılamamaya yada
borç ile alınan malların borcu ödenememeye başlar ve böylece şişen mallar ve
paranın yokluğu çeşitli krizler ortaya çıkarır. İbn-i Hâldun, “toplumların
çöküş ve tükenişinin, yöneticilerin lüks, gösteriş ve yolsuzluklara yönelişinde”
olduğunu söyler.
Lüks ve sefahat
içinde yaşayanlar, tatmine ulaştıkları ve artık bir ideâlleri ve hedefleri
kalmadığı için, “yüce hedefler” için koşturmaktan vazgeçerler. İpek böceğinin
kozasını örmesi ve işin bitirip kozasını kapatınca da merkezde yok olması gibi.
İbni Haldun, devletleri belli bir süre sonra yıkıma uğratan şeyin “lüks tüketim”
olduğunu şu şekilde anlatır:
“Devlet olmak, bolluk ve lüksü gerektirir. Bu durumda
alışkanlıklar ve harcamalar artar ve gelirler giderleri karşılamaya yetmemeye
başlar. Sonuçta fakirler yok olurken, zenginler ise bütün harcamalarını lükse
yöneltirler. Bu da kendilerinden sonraki
nesillerde de artarak devâm eder ve artık
harcamalarının tamâmı bile lükslerini ve
alışkanlıklarını karşılamaya yetmez. Hükümdarları zamânı geldiğinde ihtiyaç duyup varlıklı kesimden savaşlar için
harcama yapmalarını istediğinde bunun için ellerinde hiç-bir şey bulamaz ve müsrifliklerinden dolayı onları
türlü cezâlara çarptırır.
Çoğu zenginin ellerindeki malları alır, kendi oğullarına veyâ devletin hizmetinde
bulunanlara verir. Böylece onları durumlarını düzeltemeyecekleri kadar
zayıf bir hâlde bırakır ve aslında varlıklı sınıfın
zayıf düşmesiyle hükümdarlar da zayıf düşer.
Aynı-şekilde,
devlet içinde israf arttığında, devletin verdiği maaşlar ihtiyaçları ve
harcamaları karşılamadığında, hükümdar onların açıklarını kapatmak için
maaşlarını artırır. Oysa vergilerin miktarı bellidir ve bunlar ne azalır, ne de
artar. Yeni vergiler konulsa bile, bununla sağlanacak artış da sınırlı
olacaktır. Toplanan vergiler maaş olarak dağıtıldığında, bu artış her birinin
lüksünü ve harcamalarını artırır; ancak buna karşılık devleti koruyanların
(ordunun) sayısı da maaşların artışından önceki sayısının altına iner.
Sonra lüks ve isrâfın artışına bağlı olarak maaşlar
yeniden artırılır ve aynı-şekilde ordunun sayısı da
düşer. Bu durum askerlerin sayısı en az orana inene kadar defâlarca tekrâr eder. Böylece devletin korunması zayıflar, yönetim
kuvvetten düşer ve bu durum komşu devletlerin veyâ kendi yönetimi
altındaki kabîlelerin ve asabiyetlerin cesâretini artırır. Sonuçta Allah’ın, bütün mahlûklar için takdir etmiş olduğu yok olmak kaderi onun için de
gerçekleşir. Yine şehirleşme konusunda bahsedileceği gibi, lüks, insanlarda meydana getirdiği pek-çok kötü alışkanlıklarla insanların ahlâkını bozar. Evet, lüks, devletin (devlete ulaşmanın) alâmeti olan iyi özellikleri insanlardan götürür ve
onları Allah’ın ‘yıkılışın ve çöküşün alâmetleri’ kıldığı kötü özellikler ile donatır. Böylece kötülükleri
esas alan devlet günden-güne zayıflar,
yaşlılık döneminde görülen müzmin hastalıklara yakalanır ve nihâyet ortadan kalkar.
Başlangıçta devlet bedevî özelliklere sâhip olduğu
için, halka karşı şefkatli, harcamalarda ölçülü, haksız yere halkın malını
yemekten uzak, çok vergi toplama amacı gütmeyen, tâcirlerin her alış-verişinden vergi almaktan kaçınan ve vergi mêmurlarından ayrıntılı hesaplar istemekten uzak bir
yapıdadır. Dolayısıyla bu dönemde, harcamalarda aşırıya gitmeyi gerektirecek sebepler ve buna bağlı olarak çok fazla
paraya da ihtiyaç duyulmaz. Sonra devlet güçlenir, sınırları büyür, hükümdarlık
özelliklerine bürünür, idâreciler lüks ve sefahate
yönelirler ve böylece harcamalar artar. Hükümdârın, devlet-adamlarının ve hattâ
şehirde yaşayanların giderleri genel olarak çoğalır. Bu durum askerlerin ve devlet-adamlarının maaşlarının yükseltilmesini gerektirir.
Sonra lüks ve isrâfın artmasıyla harcamalar daha da
çoğalır ve bu durum halk arasında da yaygınlaşır. Çünkü insanlar yöneticilerin
dîni ve alışkanlıkları üzere yaşarlar”.
Müslümanların,
zamânı da boşa geçirecek bir lüksü olamaz. Boşa geçirecek zamanları yoktur
zâten. Tüm zamanlarını Allah-Kur’ân-âhiret merkezli bir yaşama ayırdıkları yada
ayırmaları gerektiği için, tâğûti hiç-bir iş için boş vakitleri olmaz. Zâten
zaman en ideâl bir şekilde kullanıldığı ve dolayısıyla bir boşluk olmadığı için
şeytan araya girecek bir fırsat dâhi yakalayamaz ve onları lüks ile oyalayamaz.
Lüks demek, “kast
sistemi” demektir. Kast sistemi, “birileri ulaşabilirken diğerlerinin
ulaşamaması ve ulaştırılmaması” demektir. Kast sistemi, modern şekilde hâlen
sürmektedir. Birileri kolayca ve mebzûl miktarda ulaşabilirken, diğerleri
yanından bile geçememektedir.
Kur’ân çalışmaları
da lüksleşti. 7 yıldızlı otellerde yapılan “lüks ribatlar” (ki onlara “ribat” denmesi
mümkün değildir), lüksün bir göstergesidir ve müslümanların da artık lükse
meftûn olduklarının bir delilidir. Klimalı-konforlu-lüks mekânlarda “anlama”
denilen “özürlü çalışmaları” yapmakla hiç-bir şey değişmez. İsterse anlatılmak
istenen şey en iyi ifâdelerle söylenilmiş olsun. Oradan çıkacak olanlar idrak
değildir, “kuru mâlûmatlar”dır sâdece ve bir-zaman sonra tekrar hatırlatılmaya
ihtiyaç hissettirir. Bu nedenle “harekete geçirici” değildir.
Yine hasta-hâneler
de lüksleşti ama hastalıklar hızla ilerliyor ve hastalıklara bir derman bulunamıyor.
Bu açık da hasta-hânelerin lüks ile donatılmasıyla kapatılmaya çalışılıyor.
Değişik ve gelişmiş(!) tıbbi cihazlarla hastalıklar teşhis ediliyor fakat iş
tedâviye gelince çâresiz kalıyorlar. Tıbbın çok geliştiğinden bahsedilerek
insanlar kandırılıyor. Aslında gelişen şey tıp ve tedâvi değil, “tıbbi cihaz
teknolojisi”dir. Lüks cihazlardır. Tabi bu gelişme, hastaları tedâvi etme
aşamasında pek de işe yaramaz. O “süper cihaz”lar! aslında bir sömürü aracıdır.
Sürekli yapılan şey hastalık belirlemektir modern tıp anlayışında. Oysa
hastalığı belirlemek demek, “tedâvi etmek” demek değildir. Hastalığı tedâvi
edecek ilacınız yoksa bu lüks cihazların olmasıyla olmaması arasında fark
yoktur.
Bir de, servet,
zenginler söz-konusu olunca ihtiyaç, fakir söz-konusu olunca “lüks” oluyor.
İslâm hukûkunda ihtiyaç, genel olsun-özel olsun, zarûret sayılır. Zâten fıkıhta
“ihtiyaçta zarûret” denen bir anlayış vardır. Atasoy Müftüoğlu:
“Hayâtın her alanını, kimliksizliği, kişiliksizliği, içeriksizliği,
yüzeyselliği, anlık ve günlük ilgileri, gösteriyi ve gösterişçiliği temsil
eden, sonradan görmeliği temsil eden modalar işgâl etmiştir. Giyim-kuşamda,
düşüncede, entelektüel alanda, kültürde, moda tercihlerde, bugün önemli olan
yarın tamâmen önemsizleşiyor, unutuluyor, değersizleşiyor. Hangi alanda olursa-olsun,
moda tercihler, kararsız, sorunlu, konjonktürel
kimlikler üretiyor. Moda tercihlerle bireyler, kendilerini dış görünüşleri,
maddî varlıkları ve simgesel araçlarla belirsiz ve anlamsız ifâde biçimleriyle
ifâde ediyor. Bireyler gerçek kimliklerini aslâ yansıtmayan, koşullara göre
belirlenen imajlara göre vârolmaya çalışıyor.
Konformist bir kültür/toplum, her durumda
hiç-bir risk içermeyen yolları seçer. Bunun içindir ki, bu-gün, İslâm’ı ancak
soyut duyarlılıklar biçiminde temsil etmeye çalışıyoruz. Aşırı tüketim, lüks
tüketim, servet biriktirme, müslümanlar için de statü tezâhürü hâline
gelmiştir. Servet biriktirmek, bir statü konusu olmaktan çok bir patoloji
konusudur. Servet biriktirmekten ibâret bir hayat-tarzı, “servete tapmak”
demektir” der.
Kur’ân’da,
servetin eşitsiz dağılımı kınanır ve yasaklanır:
“Allah'ın o
(fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve
Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir.
Öyle ki (bu [lüks] mallar ve servet) sizden zengin olanlar
arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size
ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve
Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).
Lüks mal
haramdır, çünkü lüks, bölücüdür. Lüks kime göre lükstür?. Tabî ki sâdece
birilerine göre. Herkese göre değil. Zâten o zaman lüks olmaz. Bir şeyin lüks
olması için birinde olması, binlerce kişide ise olmaması gerekir. Lüks isteyen
kişi, o lüksün sâdece kendisinde yada kendi gibi bir kesim insanın elinde
olmasını, genel halkın ise öyle lüks bir eşyâya sâhip olmamasını, böylece
ayrıcalığının devâm etmesini/korunmasını ister.. İslâm’ın böyle bir şeyi kabûl
etmesi düşünülemez.
“Küresel Lüks
Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre, büyüyen lüks tüketimi yıllık 250
milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıdâ
masrafı 30 milyar dolardır. Her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölmektedir. Bain Company
tarafından açıklanan “Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu”na göre,
2014 yılını %3 büyüyerek 250 milyar dolar ile kapatan küresel lüks
tüketim-malları pazarının, sonraki yıllarda %2 ilâ %4 oranında büyümesi
bekleniyor. Dünyâ’nın bir yılda savaşa harcadığı para ise 14,3 trilyon dolar.
Birleşmiş Milletler’e bağlı Gıdâ ve Tarım Örgütü’nün Dünyâ gıdâ gününde
açıkladığı rapora göre ise yer-yüzünde 805 milyon insan açlık çekiyor. Yâni her
9 insandan biri aç ve her 4 sâniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Dünyâ üzerindeki
lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıktı. Rapora göre Dünyâ’da
açlıktan ölen insan sayısı, hastalıklar yüzünden ölen insan sayısından daha
fazla. Dünyâ’nın 37 ülkesinde gıdâ krizi yaşandığını belirten FAO, Dünyâ’da 750
milyar dolarlık gıdanın da çöpe gittiğini belirtiyor.
Moda:
“Değişiklik ihtiyâcı veya süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici
yenilik. Belirli bir süre
etkin olan toplumsal beğeni, bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük. Geçici olarak yeniliğe ve toplumsal
beğeniye uygun olan” (TDK) anlamlarındadır. Dikkat edilirse öne çıkan anlam “geçicilik”tir.
Moda: “Modern
olan, hemen, şimdi olan, yeni olan, geçici olan. Aynı modayı, aynı şekli-tarzı,
moda-mod sürekli tâkip etmek, modaya uymak” anlamındadır. Modern olmak, “aynı
tarzda olmak” demektir. “Herkesle aynı modda kalmaktır” moda. Modernizmin
başarılı insan anlayışı şudur: “En başarılı insan, modayı en iyi tâkip edebilen
insandır”. Celaleddin Vatandaş moda
hakkında şunları söyler:
“Yaygın bir
tanımlamayla, belirli bir grup insan tarafından,
belirli zaman ve mekânda kullanılan ve kabûl edilen ‘egemen giyim tarzı’ olarak anlam kazanmaktadır. Moda, bir istatistik terimi olan ‘mod’dan gelmektedir. Mod belirli bir sayısal dizide en çok tekrarlanan sayıyı ifâde etmektedir. Dolayısıyla moda
da en çok tekrarlanan şeyle, yaygın olan şeyle ilişkilidir. Bir toplumda
bir veyâ bir-kaç
kişinin yaptığı bir iş tuhaf karşılanırken, çoğu
kimse tarafından yapıldığında kabûl edilen bir
değere dönüşebilmektedir ve bu moda olarak açığa
çıkmaktadır. İşçilerin giyindikleri yırtık blucin moda değildi ama sosyo-ekonomik
statüsü görece yüksek kesimlerin ve özellikle de
gençlerin yaygın giyinmesiyle yırtık blucin
moda olmuştur. Moda ile yaygınlık arasında
güçlü bir ilişki olduğu içindir ki Le Petit Robert
sözlüğü modayı ‘belirli bir toplumda uygun
görülen ortak zevkler, geçici yaşama ve
hissetme biçimleri’ olarak tanımlamıştır. Moda’nın kökeni ile ilgili görüşlerden bir diğeri de
moda’nın (mode),
Latince oluşmayan sınır anlamındaki ‘modus’tan
geldiği biçimindedir. Moda, sâbitesi olmayan,
sürekli değişen bir şeydir. Ancak eğer sâbite olarak ifâde etmek gerekirse bunun da değişkenliği olduğu
söylenebilecek bir şeydir. Modanın İngilizce karşılığı ‘fashion’dır ve adâlet,
usûl, biçim, şekil, tarz, üslûp, davranış, kibar
sınıf hayâtı, üst tabaka, yüksek zümre gibi bir-çok anlama karşılıktır.
Moda insanın kişilik
özelliklerini değersizleştirilerek veyâ ihmâl ederek, sâdece dış görünümü değerli hâle
getirmektedir. Bireyin kişilik özelliklerine, derinlikli
niteliğine değil de görünenine ilişkin olduğu içindir ki modanın
felsefesini inşâ edenlerden Oscar Wilde modayı
şöyle tanımlamıştır: ‘Dış
görünüşe göre karar vermeyenler, olsa-olsa sığ insanlardır. Dünyâ’nın gerçek gizemi, görünmeyende değil, görünür
olandadır’.
Bireysel açıdan moda: ‘İnsanların birbirlerine benzeyerek farklılaştıkları bir oyun’dur. Cinsellik açısından; görünüşün yenilenmesi yoluyla, erotik çekicilik aracıdır moda. Ekonomik açıdan; gereksiz şeyler tüketiminde
bir değişiklik, servetin gösteriş amacıyla tüketilmesinin düzenlenmesidir. Hiyerarşik açıdan; moda insanın kendi toplumsal konumunu saptama, böylece
de belirli bir toplumsal sınıfın üyesi olduğunu gösterme aracıdır; modayı izlemek pahalı
bir şeydir çünkü”.
Moda, henüz eskimemiş olan
bir eşyânın, modanın sürekli ve hızlı değişimi ile “kullanışsız” hâle
getirilmesi ve yenisini üretip satmak-almak için ortaya çıkarılmış kapitâlist
bir projedir. Moda bir kandırmacadır ve bu kandırmacada en çok şu motto
kullanılır: “Sen her-şeyin en iyisine lâyıksın”.
Moda bir din hâline
gelmiştir ve artık modayla ilgilenmeyen kimse kalmamıştır. Moda artık her yerde
konuşulur ve belirlenir olmuştur. Okullar sigara, içki ve uyuşturucu
maddelerinin başlama yeri olmaktan başka, modanın tâkip-merkezleri hâline
gelmiştir. Gençler birbirlerine bakarak modayı bir şekilde tâkip etmek
arzusunadırlar. Derslerini tâkip edeceklerine, sıkı-sıkıya modayı tâkip etmektedirler.
Artık müslümanlar
da modayı moda-mod tâkip ediyorlar. Allah’ın bir emri (tavsiyesi değil) olan
başörtüsü de modanın ifsâdına uğramıştır-uğramaktadır. Moda, “dikkat çekici
olan” demektir. Oysa başörtüsü, “dikkat çekici” olamaz. Zâten tesettür, “dikkat
çekmeyi önlemek için” vardır. Peygamberimiz, kendisine sorulan “nasıl giyinelim”
sorusuna, “kendinize baktırmayın, dikkat çekmeyin” diye cevap vermiştir. Oysa
moda bunun tam tersini yapmakta ve o şey ne kadar çok dikkat çekiyorsa, en
popüler yâni moda olan o olmaktadır. Moda, eşyâyı, âit olduğu yerinden ederek
ona zulmediyor yada başkalaştırarak ifsâda uğratıyor. Ramazan Kayan:
“Tesettür de modalaşmakta gecikmedi.
Tesettürden teşhire geçişte insanımız zorlanmadı. Kadının zînetini örtmek
amacına yönelik olan tesettür, bu-gün kendisi zînetleşti. Vücûdu örtmesi
beklenirken, tesettür üzerinden vücut gösterisi teşvik görüyor. Tesettürün
felsefesi zedelendi. Amacı unutuldu. Hikmeti kayboldu. İsrâfı teşvik eden,
hazları yücelten, arzuları kışkırtan, tüketimi tahrik eden bir seyirlik ve
reklâmlık öğeye dönüştü örtü. Kadını vitrine taşıyan modernizm, bizâtihi
kadının varlığına kastetti. Örtü, “dürtü vesîlesi” oldu” der.
Modern insan bir-birlerine
çok benziyor. Bakınca herkes birbirinin aynısı olmuş. Bunun nedeni modadır. Moda,
zengin-fakir arasındaki “modayı önce-sonra tâkip etme devarânı”dır. Moda,
geçmişle bağı koparma ve sürekli kopuk tutma ameliyesidir. Zâten “moda”nın
“mod”uyla, “modern”in “mod”u aynı köktendir. Atasoy
Müftüoğlu moda hakkında şunları söyler:
“Târih
boyunca hiç-bir moda-akımının bireylerin ve
toplumların kültürel hayâtına bir nitelik kazandırdığı görülmemiştir. Moda-akımlar büyük bir anlam, nitelik ve düzey yoksunluğu
içerisindedir. Moda-akımlar kopya ve sahte bir
kültürle, bilgiye ve kültüre dayalı bulunmayan
medya sisteminin de yardımıyla kültürel paranoyayı büyütüyor. Modaların ve moda-akımların diktatörlüğü,
değer-sistemlerinin yıkılmasına, hayâtın her
alanının ticârileştirilmesine, bayağılaşmasının
somutlaşmasına neden oluyor, düşünsel ve kültürel
hayatta niteliğin, kalitenin, beğeninin,
estetiğin çöküşünü hazırlıyor”.
Modaya uymak, asalak olmayı
da yanında getirir. Zîrâ “son moda” ürünleri giyenler herhangi bir iş yapamaz
ve sâdece gösteriş yaparlar. O hâlde moda bir kompleksin sonucudur. Kendisini
insanlığıyla, rûhuyla ve kaliteli eylemleriyle gösteremeyenler, moda ürünlerini
üstlerine giyerek kendilerini göstermek ve kabûl ettirmek istiyorlar ki aslında
bu, “rûha yapılmış bir yama”dır. Evet; “moda bir yama”dır.
Moda,
“o anda popüler olan şey”dir. Fakat bir süre sonra tüm moda olanlar “de-mode”
olacaktır. O hâlde modayı tâkip edenler, aynı-zamanda de-modeyi de tâkip
ediyorlar demektir.
Geleneksel toplumlarda moda
olmaz. Çünkü toplumlar arasında bâriz farklar yoktur ve herkes birbirini bilir.
Bu nedenle moda, modern-seküler kentlerde çıkmak zorundadır. Fakat ilginçtir,
moda hiç-bir zaman sorgulanmaz ve eleştirilmez. Zîrâ “modern” demek “yeni olan”
demektir. Yeni olanı eleştirmek “moderni eleştirmek” demek olacağı ve moderni
eleştirmek de kişiyi gerici ve ilkel göstereceği için eleştiri konusu edilmez.
Moda da dâima “modern” olduğu için hiç-bir eleştiri yapılmaz modaya.
Moda “tepeden inme” bir
şeydir. Üstten aşağıya doğru yayılır. Bu “tepeden inme” sürekli olarak devâm
eder. Moda bir tüketim kültürüdür, gösterişe dayanır. Moda, ihtiyaçtan ihtirasa
geçişin adıdır. Moda bir “zihniyet değişimi projesi ve kandırmacası”dır. Moda, “insanın
inandığı gibi yaşamayı bırakıp yaşadığı gibi inanmaya başlaması”nın startıdır.
Moda “toplum hayâtına giren
geçici yenilik”tir. Sürekli tekrâr eder ve hayâtiyetini bu tekrardan sağlar.
Seçkinler(!) modayı üretir, garibanlar taklit eder tüketir. Moda, herkes
tarafından kullanılmaya başlanınca yeni bir moda, seçkinler tarafından
üretilir. Bu böyle sürer gider.
Moda, sağlam bir ürünün sûnî
olarak eski gösterilmesi ve değiştirilmesi, dolayısı ile isrâf edilmesine dayanır.
İsrâfa düşmeden modaya uyulamaz. Moda mecbûren, insanları bir-örnekleştirir. Aynı
şeylerin alınıp kullanılmasını dayatır. Çünkü modaya uymayanlar gerici, ilkel
ve bağnaz olarak görülürler.
Moda, teşhirciliği
normâlleştiren şeydir. Teşhir içeren bir eşyâ moda olmadan önce kullanıldığında
absürd olarak görülürken, “moda” olarak belirlendikten sonra absürd olarak
görülmez ve kıskanılacak bir şey olur. Çünkü moda, şeytanın en güçlü
araçlarından biridir ve şeytan, insanları moda ile oyalamaktadır.
Modernite ve modernler için “güzel
kadın”, “modaya uyan kadın”dır. İsterse o kadın yüzüne bakılmayacak kadar itici
olsun yine de fark etmez. Moda onu bir şekilde ışıldatmakta ve gündem etmektedir.
Böylece artık herkes onu “güzel kadın” olarak tanır ve kabûl eder. Moda,
aslında güzel olmasa da, modanın ürünlerini kullandığında ışıldayan kadınları
gündeme taşır ve onlara yollar açar.
Şeytan ülkemizi moda ile de
vurmaya başladığı zamanlarda eleştirel yazarlar şöyle diyordu:
“Moda… ne
garip kelime!. Her-şeye şâmil olur, her-şeye hükmeder. Bu moda nerden çıkıyor?,
kim çıkarıyor?, niçin çıkarıyor?. Kimse bilmez. ‘moda böyle imiş’ denilince
kimse îtiraz edemez. Moda nedir?; ‘süste ifrat’ değil midir?. Süste ifrat hangi
millette görülmüşse o millet fakr-u zarûrete dûçar olmuştur.
Modanın
têsiri yalnız giyinişimize têsir etmekle kalmaz, o şeytan gibi her işimizin
içine burnunu sokar ve hükmünü icrâ eder, têsiri altında kalanların mantıkla
alâkasını keser, giydiğimiz elbiseden, oturup kalkmamıza, lakırdı söyleme ve
yazı yazma tarzımıza, zevklerimize, duygumuza kadar bizi parmağının ucunda
çevirip durur. Bir kıyâfet yada anlayış moda olmadan önce ahlâkî
değer-yargılarıyla bir denetime tâbi tutulurken, moda olduktan sonra bu denetim
ortadan kalkmaktadır”.
Modanın olması için toplumun
“üst-kesim” “alt-kesim” diye bâriz bir şekilde ayrılması gerekir. Çünkü moda,
alt kesimin en azından belli bir süreliğine üst-kesimin kullandığı şeylere
ulaşamamasıyla ortaya çıkar. Yoksa bir değeri olmazdı. Çünkü moda, üst-kesimin,
alt-kesimden ayrılmakla ulaştığı nefs tatminidir. Bu nedenle moda ve modern,
alt-üst kesim farklılığı olmaması nedeniyle eskiye ve bir-öncekine düşmandır. Belki
de moda bu yüzden modern kentlerin belli bir bölgesinde ortaya çıkar ve yaygınlaşır.
Fakat bir süre önce moda olan bir şey, onu alt-kesim de kullanmaya başlayınca
moda olmaktan çıkar de-mode olur ve öyle kabûl edilir. Artık onu kullanmak yeni
modaya sâhip olanlar tarafından “eziklik” göstergesidir. Fatma Barbarosoğlu
moda için şunları söyler:
“Fransız
Devrimi’nden îtibâren moda geleneksel bir giyimin alt-tabakalar tarafından
taklidinden doğmaktadır. Artık moda, ‘yeni olan’dır, ‘bütün alışkanlıkları
alt-üst eden’dir, ‘insanı modernleştiren’dir. Modanın tanımında ‘yüksek kültüre
âit’ olduğu mânâsı hâkimdir. Moda ‘değişiklik ve değişme’ esprisine dayanırken,
kutsal olanın değişmez özelliğiyle bir çatışma içine girmektedir. Çünkü dinler
insanlara ne tip kıyâfetler giyecekleri yolunda bir-takım müeyyideler
koymuşlardır ve müeyyideler, cinsî câzibe oluşturma prensibine ters düşmekte,
moda değişmez olanın (kutsal) yaptırımlarıyla çatışma hâline girmektedir.
Modayı
sunan önderlerin de din-adamları gibi dokunulmazlıkları vardır. Sunulan
kıyâfetin ahlâk ve estetik açıdan tartışılması modanın tabulaştırılmış alanına
işâret etmektedir. Moda niçin hiç sorgulanmamaktadır?. Modayı tâkip eden kişi
‘niçin bu işkenceye katlanıyorum’ sorusunu sormaz. Çünkü bu soru kişinin
nazarında cevâbı sâdece ‘moda olduğu için’dir.
İş yada
okula gidiş-gelişlerde vitrinlerin önünden daha fazla geçen çalışan kadınlar ve
öğrenciler üzerinde modanın hâkimiyeti daha belirgindir. Her-gün yeni moda
kıyâfetleri gören kişi kendi kıyâfetleriyle çoğunluktan ayrı düştüğünü sanmakta
ve bir-an önce kitleden biri olabilmek için kendisine sunulmuş olan kıyâfetleri
elde etmeyi hedeflemektedir.
Başka bir
açıdan değerlendirildiğinde moda, özel kimliklere tekâbül etmeyen beynel-minel
havasıyla Cumhûriyet rejiminin aradığı bir güç olmuştur. Modaya uymak, ‘asrî
milletler seviyesine çıkmak’la bir tutulmuştur”.
Moda bir-örnek giyinmektir.
Kişinin istediği gibi rahat bir şekilde giyinmesini engeller. Tesettür ise
modayı baltalar. Dolayısı ile moderni baltalar. O hâlde mü’minler modayı ve
modern olanı eleştirmeli ve îtirâz etmelidir. İslâm’ın emr ve tavsiye ettiği “hımar”,
kara çarşaf ve peçeyi gerektirmez ama “moderne aykırı olması nedeniyle kara
çarşaf ve peçe belli ölçüde savunulabilir.
Modanın reklâmının yapıldığı
yerler olan defîleler, bir âyin havasında gerçekleştirilir ve birileri yeni
modayı izlerken kendinden geçer. Onu bir ibâdet neşvesiyle tâkip eder. O hâlde moda şirk de içerir.
Moda bir “ye kürküm ye”
oyunudur. Nasreddin Hoca bunu anlatmak istemiştir. Kürk değişiyor ama içindeki
kişi aynıdır. Dış değişince kişi farklı olarak görülüyor ve kabûl ediliyor.
Moda, isrâf kelimesinden
nefret eder. Zîrâ moda, isrâf etmeden hayâtiyetini sürdüremez. Moda bir isrâf mekanizmasıdır.
Moda bir sınıf ve kast da
oluşturmaktadır. Öyle ki üst-sınıf ve kasttakiler alt-sınıf ve kasttakileri
neredeyse insan olarak bire görmemektedirler. Kendileri gibi tüketmeyenleri
insan olarak bile görmezler. Modernite, güyâ insanları aynılaştırmış gibi
söylenmesine rağmen aslında modern anlamda özellikle ekonomik anlamda aşırı şekilde
farklılaştırmıştır ve moda ile farklılaştırmaktadır.
Modanın ürünleri ahlâka ve
de akla aykırı absürd şeylerdir. Bu absürd şeyler sâdece “moda” olduğu yada
“moda olduğu söylendiği için” kullanılır. Üstelik bu absürd ürünler çok
pahalıdır. Çünkü bir gösteriş budalalılığı olan moda, kötü bir alışkanlıktır. Tüm
kötü alışkanlıklar pahalıdır. Bu bağlamda moda tam bir tuzaktır.
İnsanı zincirleyen ve
ürettiklerine mahkûm eden moda, insanın aklını başından alan bir şeytâniliktir.
Üstelik yetimin-öksüzün hakkı (buna müslümanlar da dâhildir) modaya
verilmektedir. Moda doymak bilmez bir kör kuyudur. Böyle olunca moda için
söylenecek söz, haram ve günah olduğudur. Moda, seküler-lâik rejimlerin en
önemli araçlarından biridir.
Jean-Jacques
Rousseau: “Tanrı-hikmetinin bize uygun
gördüğü bilgisizlikten kurtulmak için harcadığımız boş çabaların cezâsı her zaman lükse, ahlâksızlığa
ve köleliğe düşmek olmuştur” der.
Müslümanlar için izzet ve
şeref, İslâm’da, yâni Kur’ân ve Sünnet’tedir, modada değil. Modayı tâkip etmek,
şeytanı tâkip etmektir.
Moda ifsâd
edicidir ve ifsâda uğratmadığı bir şey neredeyse kalmamıştır. Yavuz
Bahadıroğlu: “Görücüye çıkmaya utanan ninelerin torunları, eşlerini ekranlarda
arıyor. “BBG Evleri”, “Gardrop Savaşları” ve “Moda Yarışları” âile
mahremiyetini zir-u zeber ediyor” der. Bu insanoğlu “göstermeye” ne kadar da
meraklıymış..
Modernizm
zamânın en büyük modasıdır. Moda, modernizm ile eş anlamlıdır. Bir şeyin moda
olması için modernizme uygun olması şarttır. Modern zamanlarda modern insanlar modaya
aşırı bir şekilde kapılmış gitmektedir.
Lüks ve moda
birbirlerinin ikiz kardeşleridir ve insanları oyalamak için şeytan tarafından
tâğutlara fısıldanan güçlü silahlardan biridir.
Lüks ve moda,
ihtiyâca dönük değil, ihtirâsa dönüktür. Fakat unutmayalım ki, ihtiraslarımız
ihtiyaçlarımız değildir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder