28 Temmuz 2024 Pazar

Hz Yûsuf'un Mısır’daki Görevi ve Durumu

 

“İbrâhim, ne Yahudi idi, ne hristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi” (Âl-i İmran 67=.

 

“De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in dînine uyun. O, müşriklerden değildi” l-i İmran 95).

 

Âyetlerin açık beyânına göre Hz. İbrâhim müşriklerden değildi ve Allah’ı bir bilen ve sâdece O’na uyan bir muvahhidti. Bu ne demek?. Bu, “Hz. İbrâhim’in, tasavvur, düşünce, söylem ve eylemlerinde Allah’tan başkasına uymaması” demektir. Allah’tan başkasına uymamak, “bâtıl, câhil, şirk, küfür ve zulüm düzenlerine uymamak, onları desteklememek ve sâdece Allah adına iş yaptığı için onlar adına bir iş yapmamak” demektir. Hz. İbrâhim sâdece Allah’ın emirleri, yasakları, tavsiyeleri ve yönlendirmesiyle hareket etmiş ve bundan aslâ şaşmamıştır Öyle ki ateşe atılma hattâ biricik oğlu Hz. İsmâil’i kurbân etme pahasına da olsa bu bağlılıktan ayrılmamıştır. Çünkü o, Allah’ın seçtiği bir peygamberdir.

 

İşte Hz. İbrâhim gibi, Hz. Yûsuf da Allah’ın seçtiği ve ona vahyettiği bir peygamberdir. Bu nedenle Hz. Yûsuf’tan da  bâtıl, câhil, şirk, küfür ve zulüm düzenlerine uyması, onları desteklemesi ve sâdece Allah adına iş yaptığı için onlar adına ve onların sistemine uyarak bir iş yapması beklenemez. Zâten aksi-hâlde “peygamberlere îman etmek” şartı iptâl olurdu. Hz. Yûsuf, Hz. İbrâhim gibi, kâfir ve müşrik bir topluluğun dînini terk ettiğini, ataları İbrâhim’in, İshak’ın ve Yâkub’un dînine uyduğunu söyler ve; “Allah’a hiç-bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir” der. Bu sözünü elbette hayâtının sonuna kadar sürdürmüştür. Mü’minler olarak biz böyle biliriz ve böyle inanırız:     

 

“…Doğrusu ben, Allah’a îman etmeyen, âhireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dînini terk-ettim. Atalarım İbrâhim’in, İshak’ın ve Yâkub’un dînine uydum. Allah’a hiç-bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsânındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler” (Yûsuf 37-38).

 

Hz. Yûsuf, modernist müslümanların meftûn, râm ve hayrân olarak boyun büküp dâhil oldukları lâik, seküler modernizm dînini meşrûlaştırmak için zırvalayıp durdukları “Hz. Yûsuf da seküler sistemin mêmurluğunu yapmıştı” iftirâsına karşı yukarıdaki âyette söylenenler, inatçı olmayanlar için çok nettir. Ne yâni; Hz. Yûsuf hem “hüküm sâdece Allah’ındır” diyecek, hem de Allah’tan başkalarının beşerî-nefsî-şeytânî hükümlerine göre mi hükmedecek?. Bir peygamber böyle bir şey yapabilir mi?. Aslâ ve zinhar yapmaz ve yapamaz. Çünkü peygamberler zâten, Allah’tan başkalarının, şeytana, nefse ve tâğutlara göre çıkardığı kânunları yok etmek ve yerine Allah’ın kânunlarını ikâme etmek ve hâkim kılmak için seçilip gönderilirler. Peki Hz. Yûsuf âyette “aslâ şirk koşmam” demesine rağmen, daha sonraları bâtıl ve câhili sistemin şirk ve küfür-merkezli kânunlarına mı uymaya ve o kânunlara mı hizmet etmeye başlamıştır?. Peki -hâşâ- böyle bir şey olduğunu var saydığımızda, bu durum karşısında Allah ne yapmıştır?. Allah, Peygamberimiz’e “eğer dediğimizi yapmasaydın yada dediğimize aykırı bir şey söyleseydin seni şiddetli şekilde cezâlandırırdık” der:

 

Eğer o, bize karşı bâzı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can-damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı” (Hâkka 44-47).

 

Peygamberimiz’e böyle yapılırdı da Hz. Yûsuf’a da aynısı yada benzeri yapılmaz mıydı?. Elbette yapılırdı. Çünkü bu tehdit tüm peygamberler için geçerlidir. Hz. Yûsuf böyle bir şey yapmadığı için kendisine böyle bir cezâ verilmemiştir. Hz. Yûsuf’un böyle bir tehdit ve cezâ ile karşılaşmaması, kendisinin küfür ve şirk düzenine destek vermediğini ve şirk ile hükmetmediğinin delillerinden biridir. Hz. Yûsuf hüküm konusunda çok net olarak şöyle diyordu:

 

“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).

 

Hz. Yûsuf’un küfür ve şirk sisteminin düzenine uymuş olması için, günümüzdeki politikacılar gibi bâzı prosedürleri uygulamış olması gerekir. Bu prosedürlerin neler olduğu bir yazıda şöyle belirtilir:

 

“Hz. Yûsuf, Melik’in koymuş olduğu ilke ve inkılâplara bağlı kalacağına yemin etmiş olmalıdır. Allah’ın dîninden başka bir dînin kurallarına göre hareket ederek bulunduğu göreve gelmiş olması gerekir. Yûsuf (aleyhisselam’ın görevi esnâsında Allah’ın kendisine vahyettiklerine zerre kadar değer vermeksizin Melik’in koymuş olduğu kânun ve hükümleri icrâ etmesi gerekir. En ufak bir ihtilaf konusunda o ihtilâfın çözümünü Allah’ın vahyinde değil de Melik’in anayasasında aramalıdır. Allah’ın kendisine vahiy yolu ile haram kıldıklarını iptâl ederek Melik’in haram kıldıklarını haram kabûl etmeli, Allah’ın mübah kıldıklarını ise Melik’in yasalarına göre haramlaştırmalıdır. Bütün icraatlarında Melik’in kânunlarına göre hareket etmelidir. Hz. Yûsuf’un da günümüz parlamenterleri gibi Allah’ın dînini bütünüyle hiçe sayan lânetli kânunların hâkim olduğu bir sistemin içine girerek onların dinlerini uygulamış olması, yasamada bulunarak yasa ve hüküm koyması, bunları insanlar üzerine tatbik etmesi gerekirdi. Öncelikle Hz. Yûsuf’un bunları yaptığı ve tüm bu fiillerde bulunduğu hiç-bir şüpheye yer vermeyecek şekilde ispât edilmelidir. Zîrâ onlar Hz. Yûsuf ile günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri iptâl eden, Allah’ın haramlarını helâlleştiren, Allah’ın mübah kıldıklarını ise haram kılan tâğutları kıyaslamaktadırlar.

 

Acaba Yûsuf aleyhisselam iktidâra gelirken Melik’in dîninin kurallarına göre mi hareket etmiştir yoksa atası İbrahim’in yoluna mı uymuştur?. İktidâra sâhip olurken insanların karşısına geçip; ‘egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir’ mi demiştir yoksa en zayıf ve güçsüz olduğu bir dönemde Mısır zindanlarında haykırdığı ‘hüküm ancak Allah’ındır’ temel ilkesine mi bağlı kalmıştır?.  Yûsuf aleyhisselam iktidar sâhibi olurken, îman ettiği esaslardan zerre kadar tâviz vermiş midir?. Hz. Yûsuf iktidar sâhibi olurken, Melik’in hukûkunun üstünlüğünü kabul edip, onun ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağını beyân etmiş midir?. İktidar sâhibi olunca, Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, Melik’in değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyen şirk anayasasına göre kânun ve hükümler îcad etmiş midir?. İktidar sâhibi iken, kâfirleri dost edinip, müslümanlara karşı açıkça bir düşmanlık göstermiş midir?. Şeytanın ameli olan fâizi meşrûlaştırmış, içki, kumar, zinâ ve fuhuş gibi hayâsızlıkları serbest bırakmış mıdır?.

 

Yâsuf aleyhisselam’ın da dîni, menheci ve yolu budur. O tıpkı atası İbrâhim gibi, kâfirlerden beri olmuş, onlara karşı buğz, kin ve düşmanlık beslemiş ve bu akîdesini Mısır’ın zindanlarından haykırmıştır. En güçsüz ve zayıf olduğu bir durumda Mısır zindanlarından bunları haykırdı da, arkasından Allah o’na güç ve imkân verince, dilediği gibi hareket etme salâhiyetine kavuşunca, kâfirlerin boyunduruğu altına girdi, onları dost edindi, onlarla uyum içinde hareket etti, onların küfür kânun ve yasalarına itaat etti öyle mi?. Yûsuf aleyhisselam, en güçsüz ve zayıf gününde ‘hüküm ancak Allah’ındır’ diyerek arkadaşlarına hükmün, tasarrufun, dileme ve hükümranlığın bütünüyle Allah’a âit olduğunu söyledi de arkasından Allah o’na güç ve kuvvet verince, Allah’ın hükmünü bir kenara atıp tâğutların hükmüne tâbi oldu, beşerî anayasalara, şirk ve küfür kânunlarına itaat etti öyle mi?”.

 

Hz. Yûsuf, almış olduğu görevde tam bir yetki sâhibi olduğu açıktır. Çünkü âyette Hz. Yûsuf’un tam bir imtiyaza sâhip olduğu söylenir:

 

“İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı” (Yûsuf 56).

 

Demek ki Hz. Yûsuf, kimsenin kendisiyle boy ölçüşemeyeceği bir makamda ve konumda idi. İstediği her-şeyi yapmaya tek-başına karar verebilecek bir yetkideydi. 

 

“Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin, kendime bağlı kılayım’. Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sâhibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin’. (Yûsuf) dedi ki: ‘Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim’. İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız” (Yûsuf 54-56).

 

Melik, Hz. Yûsuf ile bir konuşma yapıyor. Bu elbette bir-kaç kelimelik bir konuşma değildir. Melik onunla çok üstün bir kişi olduğunu anlayacak kadar konuştuğunda, ona diğer vezir ve bakanlara verdiği görevler gibi bir görev vermek yerine o’nu, Hz. Yûsuf’un da isteği üzerine “ülkenin hazîneleri” üzerine getiriyor. Burada “hazîne” değil de “hazîneler” denilerek çoğul ifâde kullanılması anlamlıdır. Çünkü meselâ siz devletten ekonomi alanında görevi isteseniz “bana ekonomi bakanlığını verin” dersiniz ama “bana ekonomiler bakanlığını verin” demezsiniz. “Ülkenin hazîneleri”, kânun çıkarma yetkisi dâhil her alanda “tam yetki” anlamındadır ve belki de günümüzdeki başbakanlık gibi bir makamdır. Kanımca zâten Hz. Yûsuf da “hazîneler” demekle bunu kastetmiştir. Mevdûdî bu konuda şunları söyler.

 

“Kur’ân’ı kavramada tecrübesi olmayan bâzı kimseler 55. âyette geçen ‘beni ülkenin hazînelerine tâyin et’ ibâresini yanlış anlamışlar, bu yanılgıyla söz-konusu mêmûriyetin, günümüzün mâliye bakanı, hazîne müsteşarı türünden bir mêmûriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında Yûsuf aleyhisselam’ın mêmûriyeti bunlardan hiç-biri değildi. Zîrâ Kur’ân’a ve diğer mukaddes kitaplara göre Hz. Yûsuf’a tüm iktidar tevdî edilmiş, bir yöneticinin tüm imtiyaz hakları verilmiştir ve buna bizzat Allâh-u Tealâ 56. âyet ile tanıklık etmektedir”.

 

İbn-i Abbas’ın; “…Yûsuf tahta oturdu. Bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdârı ise hanımlarının yanına gitti ve Mısır yönetimini Yûsuf’a teslim etti” dediği nakledilmiştir. İmam Kurtubî ise: “Ve işte böylece Yûsuf’u o ülkede yerleştirdik” âyetini, “onu dilediğini gerçekleştirebilme iktidârına sâhip kıldık” şeklinde tefsir etmiştir. Kurtubi, tefsirinde, “beni ülkenin hazînelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” âyetine dâir şöyle demektedir:

 

“Kimi ilim adamları der ki: Bu âyetten, fazîletli bir kimsenin günahkâr bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının câiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısı ile kendisine görev verilen bu kimse o işte dilediği gibi ıslahat yapabilme yetkisine sâhip olmalıdır”.

 

Yâni eğer siz bilmediğiniz bir iş için bir usta çağırdıysanız, ustanın o işi yapıp-yapmadığına bakarsınız ama ustanın o işi nasıl yaptığına karışamazsınız. O işin nasıl yapılacağı ustanın ustalığına kalmıştır. Eğer siz ustaya güvenerek o işi ona verdiyseniz, artık usta o işi kendi ustalık yöntemleriyle istediği gibi yapar. 

 

Şu da var ki Hz. Yûsuf, Melik’in kânunlarına aykırı şekilde de hükmetmiştir ve Melik’in kânununda yasak olan kendi hükmünü icrâ etmiştir:

 

“Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münâdi (şöyle) seslendi: ‘Ey kâfile, sizler gerçekten hırsızsınız’. Onlara doğru yönelerek: ‘Neyi kaybettiniz?’ dediler. Dediler ki: ‘Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim’. ‘Öyleyse’ dediler. ‘Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezâsı nedir?’. ‘Allah adına, hayret’ dediler. ‘Siz de biliyorsunuz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik; biz hırsız değiliz’. ‘Bunun cezâsı“ dediler, “(su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezâlandırırız’. Böylece (Yûsuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yûsuf için böyle bir plân düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dîninde (yürürlükteki kânuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi-sâhibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır” (Yûsuf 70-76).

 

Hz. Yûsuf Melik’in dînine ve kânunlarına göre böyle bir cezâ uygulayamazdı ama uyguladı. Çünkü âyette de söylendiği gibi Hz. Yûsuf’un derecesi çok yüksekti ve bunu yapmaya yetkisi vardı. Çünkü -Allâhuâlem- zâten tâ ilk baştan bunu şart koşmuştu ve hükümlerini, ataları İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dînine yâni İslâm’a göre veriyordu. 

 

“Böylece onun (Yûsuf’un) huzûruna girdikleri zaman, dediler ki: Ey Vezir!; bize ve âilemize şiddetli bir darlık dokundu…” (Yûsuf 88).

 

Kardeşleri Hz. Yûsuf’un yanına girdiklerine o’n a “ey vezir” diye hitâp ettiler ki bu vezirlik elbette baş-vezirlik yâni “sadr-ı âzamlık”tı. Oradaki “aziz” kelimesi “ekselans” gibi en yüksek mevki için kullanılan bir kelimedir.

 

“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…” (Yûsuf 100) âyetindeki taht yâni orijinâl ifâdeyle arş, “en yüksek makam” anlamındadır. 

 

“Rabbim, Sen bana mülk verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, Dünyâ’da ve âhirette benim velîm Sensin. Müslüman olarak benim hayâtıma son ver ve beni sâlihlerin arasına kat” (Yûsuf 101).

 

Hz. Yûsuf “bana mülk verdin” diyor. Kur’ân’da “m-l-k” kökünden gelen “mülk” kelimesini âyetlerde “devlet” anlamında kullanılır; fakat “milk” olarak okunursa “mal” ve “servet” anlamındadır. Türkçe’ye her ikisi de (mal ve devlet) “mülk” olarak geçmiştir. Ama Arapçada “mülk” ve “milk” ayrıdır. Kur’ân’da “mülk”, yâni “devlet” kavramı defâlarca kez geçer. Melik olarak anılan kişi, “mülkü idâre eden kral veyâ devlet başkanı”dır.

 

Âyetin sonunda ise Hz. Yûsuf, “hayâtıma müslim olarak son ver” diyor. “Her zaman müslim idim, müslim olarak da öleyim” diyor. Oysa Hz. Yûsuf, ona iftirâ edenlerin dediği gibi şirk düzeninin mêmurluğunu yaparak -hâşâ- küfre ve şirke düşmüş olsaydı bu sözü boşa çıkar ve anlamsızlaşırdı.

 

Evet; Hz. Yûsuf bir peygamberdir. Onu Allah seçmiştir ve kendisine vahyetmiştir. Hiç-bir peygamber Allah’a âsi olmadığına göre Hz. Yûsuf da âsi olmamıştır ve hayâtının tüm zamanlarında tam da Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmiştir, Allah’ın râzı olacağı şekilde hüküm vermiştir. Hiç-bir zaman da küfür, şirk ve zulüm düzeninin mêmurluğunu yaparak şeytânî sisteme destek vermemiştir. Nefislerinin ve çıkarlarının doğrultusunda şirk, küfür ve zulüm düzenin içinde bulunmasına rağmen müslümanlıktan dem vuranların, kendilerini aklamak için; “Hz. Yûsuf da kâfir bir düzende mêmurluk yaptı” demeleri çok ağır bir iftirâdan başkası değildir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder