19 Temmuz 2024 Cuma

Peygamberimiz’den Sonra…

 

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim” (Mâide 3).

 

İslâm, Hz. Âdem’in “Allah’tan aldığı kelimeler ile başlayan ve Hz. Muhammed’e inen son vahiyle tamamlanmış ilâhî sistemin ve düzenin adıdır. Bu düzen tüm kâinatta şuursuz şekilde hâkim iken, insanlar arasında ise şuurlu şekilde hâkim olması gerektiği için, indirilen vahiyler ve seçilen peygamberler üzerinden ortaya konulmuştur. Allah’ın bu emir, yasak ve direktifleri yaklaşık 1.400 yıl önce, hem vahiy olarak indirilip tamamlanmış, hem de uygulama olarak yâni “güzel örneklik” (Ahzâb 21) şeklinde tamamlanmıştır. Böylece artık dînin esasları belirlenmiş ve “bağlayıcı olmak bakımından” söylenecek ve uygulanacak bir şey kalmamıştır.

 

İnsanlar Kur’ân’a ve Sünnet’e kıyasla yada onlardan ilham alarak bâzı şeyler söyleyebilir ve bâzı uygulama tavsiyelerinde bulunabilirler ama bunlar “bağlayıcı” yâni “din” olmazlar. Peygamberimiz’den sonra, İslâm adına, kim ne konuşmuş ve ne yapmış olursa-olsun “din’den değildir ve din’den olmadığı için “bağlayıcı” da değildir. Bunlar, beğenilen, bir meseleyi idrâk etmek için yardımcı olabilen, uygulamada kolaylıklar sağlayabilen şeyler olabilir elbette ama bunlar din bakımından aslâ ve zinhar bağlayıcı değildir.

 

Siz akıl ve mantık yürüterek ve delil ortaya koyarak birine İslâmî bir şeyi anlatmak için yorumlar yapıp İslâm’ı anlatabilir ve uygulamada Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olmamak ve uygun olmak şartıyla kolaylaştırıcı şeyler önerebilirsiniz, fakat bunlar “bağlayıcı” olmayacaktır ve “din” hâline gelmeyecektir-gelmemelidir. Zîrâ böyle bir durumda, aynen Tevrat, İncil ve diğer kitapların başına gelen şey gelir ve din tahrif ve tahrip olur ve de din artık şeytana, nefse ve tâğutlara uygun olarak bambaşka şeyler söylemeye başlanır.

 

Oysa bir-çokları, Allah ve Peygamberimiz gibi üstün ve yüce gördüğü bir insanı; kutup, gavs, mehdi, mesih vs. îlân ederek, onun düşüncelerini, sözlerini ve önerilerini din hâline getirerek bağlayıcı olduğunu düşünmekte ve böyle inanmaktadır. Öyle ki adam, şeyhinin gördüğü bir rüyâyı bile “kutsal” kabûl ettiği için, o rüyâya dayanarak bir konu hakkında bağlayıcı bir dînî hüküm koyabilmektedir. Hattâ târihte, “mezhebimizin düşüncesine uymayan âyetlerin hükmü kalkmıştır” diyen ahmak ve kâfirler bile olmuştur. Oysa hem Kur’ân’ın indirilişi tastamamlanmıştır hem de Kur’ân-merkezli güzel örneklik olan Sünnet en ideâl şekilde hayâtın tam ortasında uygulanmış ve hâkim kılınmıştır. Bunlar bizim için kıyâmete kadar tek bağlayıcılardır ve başka bağlayıcı bir şey de yoktur. Bu yüzden artık “bağlayıcı” olacak bir düşünce, söylem ve eylemden bahsetmek söz-konusu değildir, olamaz.

 

Demek istediğimiz şu ki, Peygamberimiz son vahyi alıp halka duyurduktan ve kendisine indirilen tüm vahiylerin en güzel örnekliğini yaptıktan sonra, son nefesini verip rahmet-i rahmâna kavuştuğu anda ortada olan şey, ne eksik ne de fazla, İslâm’ın tam olarak bizzat kendisi ve tamâmıdır. Zâten böyle olduğu için din tamamlanmıştır. Peygamberimiz’in ilk vahyi aldığı andan son nefesini verdiği âna kadar geçen 23 yıllık sürede indirilen âyetler Kur’ân’ı, Kur’ân’a göre yapılan amel, eylem ve açıklamalar da Sünnet’i ve sahih Hadis’i yâni İslâm’ın esaslarını oluşturmuştur. Tabi Sünnet ve sahih hadisler, “Kur’ân var” diye vardırlar, yoksa Kur’ân olmasa Sünnet ve hadisten de bahsedilmezdi. Dolayısı ile onların Kur’ân’a uygunluğu olmazsa-olmazdır. Kur’ân’a aykırı yada uygun olmayan hiç-bir Sünnet uygulaması ve hadis söylemi makbûl ve geçerli değildir. Zâten Sünnet ve hadisler ancak Kur’ân’ın tebliği, dâveti, anlaşılması ve yaşanması noktasında devreye girerler. Yoksa onlar yeni bir din vâz etmemektedirler ve zâten böyle bir şey de yapamazlar. Sünnet ve sahih hadisler açıklama-idrâk ve uygulama noktasında önemli ve geçerlidir. Sünnet ve sahih hadisler açıklama ve uygulama noktasında bağlayıcıdırlar. Sünnet ve sahih hadisler, “İslâm’a paralel dinler” değil, “İslâm’a paralel uygulamalar”dır. Çünkü İslâm sâdece “bilinmek” için değil, bilindikten sonra “yaşanmak” ve “hâkim kılınmak için” vardır ve bu sâdece İslâm ‘a mahsus bir şeydir.

 

Dolayısıyla İslâm’ın ana-ilkelerinin ve esaslarının kaynağı elbette Kur’ân’dır. Sünnet ise Kur’ân’a göre olan amel, eylem ve davranışlarken, sahih hadisler ise, Kur’ân’ın tebliği ve dâveti sırasında yapılan açıklamalardır. Bunlardan başka ne Kur’ân’a Peygamberimiz’den sonra yapılan yorumlar, te’viller ve tefsirler, ne de Peygamberimiz’den sonra Sünnet ve hadis diye anlatılan hurâfelerin, yalanlar ve zırvalıkların İslâm’ın esasları ve bağlayıcılığı ile bir ilgisi vardır. İslâm’ın esasları, Peygamberimiz’in son nefesini verdiği andan îtibâren son şeklini almış olarak son bulmuştur. İslâm, Peygaberimiz’in son nefesini verdiği anda ortada câri olan şeydir. Ondan sonra yapılan yorum, te’vil, tefsir, anlatı, rivâyet vs. müslümanların, bildiklerine, duyduklarına ve anladıklarına göre söyledikleri ve yazdıklarından başkası değildir. Bunları kim söylemiş olursa olsun bunlar zinhar İslâm’ın esaslarından değildir ve aslâ bağlayıcı falan değildir.

 

Yine, Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan, şia, hâriciye, mürcie, ehl-i sünnet, mutezile, mezhepler, meşrepler, mistik-ezoterik-batınî düşünceler, tasavvuf, târikat, hadis, fıkıh, kelam, tefsir, felsefe ilimleri, cemaatler, hizipler, partiler, akımlar tarafından düşünülen, yazılan, konuşulan, yapılan vs. hiç-bir şey İslâm’ın esasları değildir, bu nedenle bir bağlayıcılığı yoktur. Yine modernizm adına modernlerin söyledikleri, yazdıkları ve konuştukları da İslâm’ın esasları falan değildir, bu nedenle de bağlayıcı değildirler. Bunlar herkesin kendince “İslâm’ın esasları” adına söyledikleri, yazdıkları ve yaptıklarıdır. Bunların hiç-biri olmasaydı, İslâm’da zerre kadar bir eksiklik olmazdı. Hattâ Peygamberimiz vefât ettiği anda kıyâmet kopmuş olsaydı bile, İslâm yine de eksiksiz ve tastamamlanmış olarak ortaya konulmuş olurdu.

 

Mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf vs. Bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil, siyâset-kaynaklıdır. Bu konuda dîni, siyâsetlerine âlet etmişler ve sanki oluşturdukları bu siyâsî akımlar, dînî bir konuymuş gibi gösterilmiştir. İslâm târihinde ortaya çıkmış olan bu akımların hiç-biri, Kur’ân ve Sünnet’ten başka “İslâm’ın esasları” adı altında bir şeyler ortaya koyamazlar ve bunlara “bağlayıcıdır” diyemezler. Çünkü bunlar sâdece, İslâm’ın esasları olarak kabûl ettikleri şeylerdir. Üstelik bakıldığında hemen hepsi de birbirine aykırı düşünceler ürettiği gibi, birbirlerine az-çok düşman olmuşlardır.

 

İnsanın samîmi ve gayretli olarak Allah için verdiği emekler ve yaptıkları şeyler samîmiyeti ve gayreti gösterme açısından değerlidir. Fakat şu iyi bilinsin ki; Peygamberimiz son nefesini verip gözlerini kapadığında ve dolayısıyla artık vahyin inişi ve vahyin en güzel uygulaması olan güzel örneklik olan Sünnet uygulaması son bulup tamamlandıktan sonra, 1.400 yıl boyunca söylenen, yazılan, konuşulan, düşünülen vs. tüm sözler, düşünceler, yazılar vs. bir-anda yok olsa yada unutturulsa, İslâm dînine zerre kadar bile bir eksiklik gelmiş olmaz. Peygamberimiz’den ve vahiyden sonra diller lâl olmuş olsaydı ve hiç kimse hiç-bir şey düşünmemiş, konuşmamış (şu benim yazmış olduğum satırlar, kelimeler ve harfler de dâhil) yazılmamış ve söylenmemiş olsaydı bile yine de İslâm’a atom-altı parçacık kadar bile halel gelmiş olmazdı ve İslâm’da en küçük bir eksiklik olmazdı. Çünkü Allah 1.400 yıl önce şöyle demiştir: “Bugün size dîninizi tamamladım” (Mâide 3).

 

Evet; Peygamberimiz “yüce dosta” diyerek son nefesini verdiği andan îtibâren bugüne kadar, kim ne söylemiş olursa-olsun, tasavvur edilen, düşünülen, konuşulan, söylenen, yazılan (yazı, makâle, dergi, kitap vs.) amel, eylem, görüş, yorum, te’vil vs. hiç-birinin İslâm adına bağlayıcılığı yoktur. Bunlar içinde bir şeyin anlaşılmasında ve uygulamanın kolaylaştırılması noktasında Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı olmayan ve uygun olan bir şeyler varsa bunlar elbette kullanılabilir, gündeme getirilebilir. Fakat bunların Kur’ân ve Sünnet’te olduğu gibi tüm zamanlar ve mekânlar için kıyâmete yada belli bir süreye kadar bir bağlayıcılığı yoktur. Bir meseleyi anlamak için söylenen yada yazılan bir şeyi okumak yada önerilen bir şeyi uygulamak normâldir, doğaldır. Bu açıdan faydalıdırlar. Fakat bunlar İslâm’ın esaslarından değildir ve İslâm adına bir bağlayıcılıkları yoktur ve de hiç-bir zaman da olmayacaktır.

 

Peygamberimiz’den sonra; halifeler, şia ve hâriciye başta olmak üzere, fırkaların, hiziplerin, partilerin, grupların, mezheplerin, meşreplerin, târikatların, tasavvufun, bâtınîliğin, hükûmetlerin, parlamentoların, cemaatlerin, akımların, fraksiyonların, gavsların, kutupların, mezhep imamlarının, şeyhlerin, imamların, hoca-efendilerin, âlimlerin, üstadların, lîderlerin, ana-yasaların, şeytanın, nefsin, insanın, aklın, mantığın, beşerî-tâğûtî kânun, kural ve yasaların, kahramanların, önderlerin, zenginlerin, şöhret-sâhiplerinin, dehâların, ideolojilerin ve ideologların, felsefelerin ve felsefecilerin, ilâhiyatçıların, akademisyenlerin, bilim-adamlarının, doç.ların, prof.ların, modern-bilimin, teknolojinin vs. ne kadar beşerî-insânî olan tasavvur, düşünce, söylem, eylem ve uygulamalar varsa, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olsun yada olmasın, bunların düşünmüş, söylemiş, yazmış ve yapmış olduğu hiç-bir şey, hiç-bir şekilde İslâm adına geçici yada kalıcı olarak bağlayıcı değildir, olamaz. Bunların düşünmüş, konuşmuş ve yazmış olduklarından, Kur’ân’ı anlamak ve daha kolay uygulamak için yararlanılabilir elbette. Yazılmış onca kitap içinde çok doğru ve meseleyi idrâk ettirici sözler ve düşünceler vardır elbette. Temel esaslara aykırı olmamak kaydıyla bunlar okunabilir ve  bunlardan faydalanılabilir. Lâkin şunu unutmamak gerekir ki, bunların hiç-biri hiç-bir zaman İslâm’ın esaslarına dâhil edilmeyecek ve bağlayıcı olmayacaktır. Çünkü İslâm’ın, vahiy olarak indirilmesi tamamlandığı gibi, nasıl uygulanacağı da Kur’ân’ın “en güzel örneklik” dediği şekilde uygulanmıştır: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

 Kur’ân İslâm’ın esâsı olarak, Sünnet ise, Kur’ân esâsına göre “en güzel ve ideâl yaşama örnekliği” olarak kıyâmete kadar bağlayıcıdır: Başka da bağlayıcı hiç-bir söz ve uygulama yoktur.

 

Peygamberimiz ile birlikte İslâm’ın ilmi de, bilinci de, uygulaması da nihâyete erdirilmiş ve bağlayıcı olarak kıyâmete kadar tescillenmiştir. Bu nedenle Peygamberimiz’den sonra kim ne demiş ve ne yapmış olursa-olsun bağlayıcı değildir. Çünkü bu din Allah’ın dînidir ve kimsenin babasının malı değildir. Artık ya Kur’ân ve Sünnet örnekliği merkezinde bir din anlayışı ve uygulayışı yaparsınız yada Allah ve Peygamber gibi ve onlar kadar üstün gördüğünüz âciz kişilerin ve kurumların kıçlarına sokulmak zorunda kalırsınız.

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder