28 Temmuz 2024 Pazar

Kur’ân’ı Merkeze Almak, Hadisleri Merkeze Almak

 

“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim”.(Ahkâf 9).

 

İslâm, seçilmiş bir peygambere indirilmiş vahiylerden oluşur. İslâm demek “vahiy” demek olduğu için İslâm vahiy-merkezli olmak zorunda olmalıdır ki bu da Kur’ân’ı merkeze almayı gerektirir. İslâm’da Kur’ân’ı merkeze almak şarttır. Peygamber ise ancak Kur’ân’a uyar ve Kur’ân’ı tebliğ etmek ve açıklamak için hem “hadis” denen sözleri kullanır hem de “Kur’ân’ı hayâta uygulama örnekliği” olan Sünnet’i icrâ eder. Fakat merkezde her zaman Kur’ân vardır. Çünkü İslâm’ın ilk muhâtabı olan Peygamberimiz dîni kendisine indirilen vahiy ile yâni Kur’ân’dan öğrenmiştir. Kur’ân o0lmasa ne hadis ne de Sünnet olurdu. Zâten vahiy indirilmeyecek olsaydı peygamber diye biri de peygamberlik diye bir kurum da olmazdı. Demek ki belirleyici olan vahiy yâni Kur’ân’dır ve bu nedenle de merkezde mutlak anlamda Kur’ân olmalıdır.

 

Peygamberimiz’den sonra ise halifelerin, hükümdarların ve yandaşlarının etkisiyle zamanla Kur’ân merkez olmaktan çıkarılarak merkeze “hadis” adı altında çoğu uydurma ve üretme rivâyetler ve konulmaya başlanmıştır. Öyle ki sünnî ve şiîlerin kitaplarında toplam 2,5-3 milyon civârında hadis ve rivâyet olduğu söylenir. Hattâ Buhâri, kitabına aldığı yaklaşık 4.000 kadar tekrarsız hadisi 600.000 hadisten seçtiğini söyler. Kanımca bu hadislerin bile sâdece ve en fazla 1.000 tânesi sahih olabilir ve en fazla 1.000 rivâyet gerçekten Peygamberimiz’in ve sahabenin yaşadığı bir olay olabilir. Gerisi uydurma rivâyet derlemeleridir ki bunların akla, mantığa ve sağ-duyuya aykırı birer hurâfe oldukları çok açıktır. Gerek sünnîlerin gerekse şiilerin kayıt altındaki 2 milyonun üstündeki hadisi elbette Peygamberimiz söylemiş olamaz ve Peygamberimiz ve sahabeye âit gerçekten yaşanmış o kadar olay anlatılmış olamaz. O-hâlde kayıt altındaki toplam hadislerin %99’u hattâ daha fazlası uydurmadır.

 

Fakat rivâyetlerin %99’u uydurmalardan ve hurâfelerden ibâret olmasına rağmen nasıl olmuş da merkeze Kur’ân yerine bu hurâfeler hadis adı altında koyulmuştur ve koyulmaktadır?. Bunun cevâbı çok açıktır. Kur’ân yerine uydurma, hurâfe ve hattâ zırvalık içeren içeren rivâyetlerin merkeze alınmış olmasının tüm zamanlardaki nedeni, hem hükümetlerin ve idârecilerin plân ve uygulamalarının, hem de mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, hizip, grup ve akımların, kendi düşünce ve fikirlerini  meşrûlaştırmak için yaptıkları yalakalık ve hamâsettir.

 

Aslında bunca uydurmanın ortaya çıkmasının nedeni, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlettir. Hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi ortaya koyabilecek ve Dünyâ’yı düzene ve nizâma sokabilecek olan tek şey Allah’ın indirdiği vahiyler yâni Kur’ân olmasına rağmen, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlet sâhipleri bunu zinhar istememeleri, ama köşe-başlarını tutanlar ve hayâtı belirleyenler onlar oldukları için ve de bu kişiler mevcut statüko ve işleyişin sürüp gitmesini istediklerinden dolayı merkeze Kur’ân yerine “hadis” adı altında uydurmalar, hurâfeler ve zırvalıklar konmuştur-konmaktadır. Bu hâlen de aynı nedenlerle aynı-şekilde sürmekte ve devâm etmektedir. İş öyle bir hâle gelmiştir ki, devleti, hükûmeti, mezhebini, meşrebini vs. kutsayanlar meselâ bunlardan El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yâhut mensuh kabûl edilir” (Risâle fi’l-Fusûl).      

    

Tasavvuf ve târikatların affedilmez hatâsı, insanları Kur’ân ve Sünnet’e yönlendireceklerine, hadis ve Sünnet adı altında kendi kitaplarına ve tarzlarına zorlamalarıdır.

 

İslâm-merkezli hâdiselere dayalı olmayan sözler ve hadisler “hadis” değildirler. İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır.

 

Esâsen Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına ihtiyaç vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet bu-bağlamda bağlayıcıdır. Şu da var ki Sünnet, “vahye paralel bilgi ve din” değil, “vahye paralel amel-eylem ve uygulama”dır.

 

Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (Sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için, söyledikleri yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.

 

Sahih hadisler, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Tabi her hadis, “hadîs-i şerif” olmadığı gibi, rivâyetlere konu olan her Sünnet anlatımı da sahih Sünnet değildir.

 

Merkezde olması gereken, “hiç. Değişmeyecek” olan yâni “korunmuş” olandır ki bu Kur’ân’dır. Hadisler ise korunmuş değildir. Âyetler çok açıktır, üstelik dediğimiz gibi korunmuştur. Bir-kaç âyet konuyu ve meseleyi en dolu ve tatmin edici şekilde açıklarken hadisler öyle değildir. Meselâ bir hadis söyleniyor, sonra onun varyantları ortaya konuyor, sonra onun hakkında mezheplerin ve âlimlerin yorumları falan, bir türlü bitmek bilmeyen yorumlar karşısında kişi neredeyse boğuluyor. Zâten sonunda da hadis ile anlatılmak istenen şey açıklanamamış oluyor da iş daha karmaşık hâle geliyor. Çünkü hadisler meseleyi âyetler gibi, Kur’ân gibi çözebilecek ve apaçık ve anlaşılır şekilde ortaya koyabilecek çapsa ve etkiye sâhip değildirler. Çünkü ne de olsa hadisler insan ürünüdürler.

 

Sahih hadislerden bir-kaç tânesi ortaya konarak meseleyi anlatmayı kolaylaştırmak, tamamlamak ve güzelleştirmek için kullanılacağına, hadis hakkında uzun-uzun konuşuluyor ve sayfalarca tutan yazılar yazılıyor ve araya da ancak bir tâne âyet konuluyor. Ama hadis çok daha baskın bir rôl oynuyor. Hâlbuki tam tersi olmalıydı baskın olan âyet yâni Kur’ân olmalıydı ve bir-kaç hadis ile anlatım renklendirilmeliydi. Böylesi daha doğru ve etkili olurdu, zîrâ hadis ile aslında işin içinden çıkılamıyor. Târih boyunca müslümanların anasını ağlatan işte bu olmuştur. Çünkü iş çok zorlaşıyor. Hâlbuki Peygamberimiz “zorlaştırmayın, kolaylaştırın” demiştir ki bu kolaylaştırma elbette âyet yâni Kur’ân-merkezlilikle olabilir, hadisi merkeze almakla değil.

 

Tabî ki İslâm<ın bir Peygamber’i de vardır ve bu Peygamber hem konuşmuş ve hadisler söylemiştir hem de Kur’ân’ı hayâta uygulama noktasında Sünnet yâni güzel bir örneklik ortaya koymuştur. Yâni sahih hadis ve sahih Sünnet de haktır. Fakat gelin görün ki, modernizmin ağır baskısı ve kuşatması altında ezilen yada çeşitli nedenlerle modernizme meftûn, râm ve hayrân olan modernist müslümanlar denen kesimin özellikle medyatik hocaları, küfre ve şirke karşı “gık”ları bile çıkmazken, sıra hadis ve rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar ve sahih olup-olmadıklarına bakmadan sahih hadis ve sahih Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl etme yoluna koyuluyorlar.

 

Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, hadisleri-sünneti tümden reddetmek, “sâdece vahiy” demektir. Vahyin merkezde olması çok önemlidir ve şarttır. Fakat “sâdece vahiy” demek başka bir şeydir. Çünkü bu, Peygamber’i etkisizleştirmek ve yok saymak demektir. 

 

Tabi bunu yapmanın fark edilsin yada edilmesin bir cezâsı mutlakâ vardır. Sünnet’i, hadisi, asr-ı saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu-bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri buna örnektir. İlk önce; “hadisler ve Sünnet Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır, uydurmadır” sözüyle başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve İslâm Dîni de 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ inkâr başladığı yerde durmaz.

 

Uydurma hadislerin-rivâyetlerin bulunması, doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de olduğu anlamına gelir.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” ve “sâdece Kur’ân” sözü, eğer hadissiz ve Sünnet’siz“ salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. O-hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; söylenmesi gereken söz şudur: “Kur’ân’ın merkezde olduğu bir İslâm ve hurâfelerden ve uydurma rivâyetlerden arındırılmış sahih hadisler ve sahih Sünnet örnekliğine uymak bizi kurtarır”.

 

Evet; demek ki Kur’ân’ın merkezde ve belirleyici olması zorunlu ve kaçınılmazdır. İslâm, Kur’ân’ın kesin ve mutlak anlamda merkezde olduğu, îman, bilgi, bilinç, amel, eylem, cihad ve şahâdettir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder