“De ki: Ben
elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum.
Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan
başkası değilim”.(Ahkâf
9).
İslâm, seçilmiş bir peygambere indirilmiş
vahiylerden oluşur. İslâm demek “vahiy” demek olduğu için İslâm vahiy-merkezli
olmak zorunda olmalıdır ki bu da Kur’ân’ı merkeze almayı gerektirir. İslâm’da
Kur’ân’ı merkeze almak şarttır. Peygamber ise ancak Kur’ân’a uyar ve Kur’ân’ı
tebliğ etmek ve açıklamak için hem “hadis” denen sözleri kullanır hem de
“Kur’ân’ı hayâta uygulama örnekliği” olan Sünnet’i icrâ eder. Fakat merkezde
her zaman Kur’ân vardır. Çünkü İslâm’ın ilk muhâtabı olan Peygamberimiz dîni
kendisine indirilen vahiy ile yâni Kur’ân’dan öğrenmiştir. Kur’ân o0lmasa ne
hadis ne de Sünnet olurdu. Zâten vahiy indirilmeyecek olsaydı peygamber diye
biri de peygamberlik diye bir kurum da olmazdı. Demek ki belirleyici olan vahiy
yâni Kur’ân’dır ve bu nedenle de merkezde mutlak anlamda Kur’ân olmalıdır.
Peygamberimiz’den sonra ise halifelerin,
hükümdarların ve yandaşlarının etkisiyle zamanla Kur’ân merkez olmaktan
çıkarılarak merkeze “hadis” adı altında çoğu uydurma ve üretme rivâyetler ve konulmaya
başlanmıştır. Öyle ki sünnî ve şiîlerin kitaplarında toplam 2,5-3 milyon
civârında hadis ve rivâyet olduğu söylenir. Hattâ Buhâri, kitabına aldığı
yaklaşık 4.000 kadar tekrarsız hadisi 600.000 hadisten seçtiğini söyler.
Kanımca bu hadislerin bile sâdece ve en fazla 1.000 tânesi sahih olabilir ve en
fazla 1.000 rivâyet gerçekten Peygamberimiz’in ve sahabenin yaşadığı bir olay
olabilir. Gerisi uydurma rivâyet derlemeleridir ki bunların akla, mantığa ve
sağ-duyuya aykırı birer hurâfe oldukları çok açıktır. Gerek sünnîlerin gerekse
şiilerin kayıt altındaki 2 milyonun üstündeki hadisi elbette Peygamberimiz
söylemiş olamaz ve Peygamberimiz ve sahabeye âit gerçekten yaşanmış o kadar
olay anlatılmış olamaz. O-hâlde kayıt altındaki toplam hadislerin %99’u hattâ
daha fazlası uydurmadır.
Fakat rivâyetlerin %99’u uydurmalardan ve
hurâfelerden ibâret olmasına rağmen nasıl olmuş da merkeze Kur’ân yerine bu
hurâfeler hadis adı altında koyulmuştur ve koyulmaktadır?. Bunun cevâbı çok
açıktır. Kur’ân yerine uydurma, hurâfe ve hattâ zırvalık içeren içeren
rivâyetlerin merkeze alınmış olmasının tüm zamanlardaki nedeni, hem hükümetlerin
ve idârecilerin plân ve uygulamalarının, hem de mezhep, meşrep, târikat,
tasavvuf, hizip, grup ve akımların, kendi düşünce ve fikirlerini meşrûlaştırmak için yaptıkları yalakalık ve
hamâsettir.
Aslında bunca uydurmanın ortaya çıkmasının
nedeni, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlettir. Hakkı-hakîkati,
adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi ortaya koyabilecek ve Dünyâ’yı düzene ve
nizâma sokabilecek olan tek şey Allah’ın indirdiği vahiyler yâni Kur’ân
olmasına rağmen, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlet sâhipleri bunu
zinhar istememeleri, ama köşe-başlarını tutanlar ve hayâtı belirleyenler onlar
oldukları için ve de bu kişiler mevcut statüko ve işleyişin sürüp gitmesini
istediklerinden dolayı merkeze Kur’ân yerine “hadis” adı altında uydurmalar,
hurâfeler ve zırvalıklar konmuştur-konmaktadır. Bu hâlen de aynı nedenlerle
aynı-şekilde sürmekte ve devâm etmektedir. İş öyle bir hâle gelmiştir ki,
devleti, hükûmeti, mezhebini, meşrebini vs. kutsayanlar meselâ bunlardan El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne
ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yâhut mensuh kabûl edilir” (Risâle
fi’l-Fusûl).
Tasavvuf ve târikatların affedilmez hatâsı,
insanları Kur’ân ve Sünnet’e yönlendireceklerine, hadis ve Sünnet adı altında
kendi kitaplarına ve tarzlarına zorlamalarıdır.
İslâm-merkezli hâdiselere dayalı olmayan sözler
ve hadisler “hadis” değildirler. İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş
olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni;
Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin
yaşanmamasıdır.
Esâsen Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve
başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in
yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına ihtiyaç vardır. Bu tarz,
evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise
Sünnet’tir. Sünnet bu-bağlamda bağlayıcıdır. Şu da var ki Sünnet, “vahye
paralel bilgi ve din” değil, “vahye paralel amel-eylem ve uygulama”dır.
Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis) ile
yaptıkları (Sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için, söyledikleri
yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir
çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.
Sahih hadisler, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması”
iken, sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Tabi her hadis, “hadîs-i şerif”
olmadığı gibi, rivâyetlere konu olan her Sünnet anlatımı da sahih Sünnet
değildir.
Merkezde
olması gereken, “hiç. Değişmeyecek” olan yâni “korunmuş” olandır ki bu
Kur’ân’dır. Hadisler ise korunmuş değildir. Âyetler çok açıktır, üstelik dediğimiz
gibi korunmuştur. Bir-kaç âyet konuyu ve meseleyi en dolu ve tatmin edici şekilde
açıklarken hadisler öyle değildir. Meselâ bir hadis söyleniyor, sonra onun
varyantları ortaya konuyor, sonra onun hakkında mezheplerin ve âlimlerin yorumları
falan, bir türlü bitmek bilmeyen yorumlar karşısında kişi neredeyse boğuluyor.
Zâten sonunda da hadis ile anlatılmak istenen şey açıklanamamış oluyor da iş
daha karmaşık hâle geliyor. Çünkü hadisler meseleyi âyetler gibi, Kur’ân gibi
çözebilecek ve apaçık ve anlaşılır şekilde ortaya koyabilecek çapsa ve etkiye
sâhip değildirler. Çünkü ne de olsa hadisler insan ürünüdürler.
Sahih
hadislerden bir-kaç tânesi ortaya konarak meseleyi anlatmayı kolaylaştırmak,
tamamlamak ve güzelleştirmek için kullanılacağına, hadis hakkında uzun-uzun
konuşuluyor ve sayfalarca tutan yazılar yazılıyor ve araya da ancak bir tâne âyet
konuluyor. Ama hadis çok daha baskın bir rôl oynuyor. Hâlbuki tam tersi
olmalıydı baskın olan âyet yâni Kur’ân olmalıydı ve bir-kaç hadis ile anlatım
renklendirilmeliydi. Böylesi daha doğru ve etkili olurdu, zîrâ hadis ile
aslında işin içinden çıkılamıyor. Târih boyunca müslümanların anasını ağlatan işte
bu olmuştur. Çünkü iş çok zorlaşıyor. Hâlbuki Peygamberimiz “zorlaştırmayın,
kolaylaştırın” demiştir ki bu kolaylaştırma elbette âyet yâni
Kur’ân-merkezlilikle olabilir, hadisi merkeze almakla değil.
Tabî ki İslâm<ın bir Peygamber’i de vardır
ve bu Peygamber hem konuşmuş ve hadisler söylemiştir hem de Kur’ân’ı hayâta
uygulama noktasında Sünnet yâni güzel bir örneklik ortaya koymuştur. Yâni sahih
hadis ve sahih Sünnet de haktır. Fakat gelin görün ki, modernizmin ağır baskısı
ve kuşatması altında ezilen yada çeşitli nedenlerle modernizme meftûn, râm ve
hayrân olan modernist müslümanlar denen kesimin özellikle medyatik hocaları, küfre
ve şirke karşı “gık”ları bile çıkmazken, sıra hadis ve rivâyet eleştirisine
gelince “bülbül” kesiliyorlar ve sahih olup-olmadıklarına bakmadan sahih hadis
ve sahih Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl etme yoluna koyuluyorlar.
Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve
eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, hadisleri-sünneti tümden
reddetmek, “sâdece vahiy” demektir. Vahyin merkezde olması çok önemlidir ve
şarttır. Fakat “sâdece vahiy” demek başka bir şeydir. Çünkü bu, Peygamber’i
etkisizleştirmek ve yok saymak demektir.
Tabi bunu yapmanın fark edilsin yada
edilmesin bir cezâsı mutlakâ vardır. Sünnet’i, hadisi, asr-ı saadet sürecini,
1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de
reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu-bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son
2 âyetini inkâr etmeleri buna örnektir. İlk önce; “hadisler ve Sünnet
Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır, uydurmadır” sözüyle
başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve İslâm Dîni de 8.
yüzyılda ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ inkâr başladığı yerde
durmaz.
Uydurma hadislerin-rivâyetlerin bulunması,
doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de olduğu anlamına gelir.
Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân
bize yeter” ve “sâdece Kur’ân” sözü, eğer hadissiz ve Sünnet’siz“ salt
Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken,
amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. O-hâlde bize yetecek olan ne salt
Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda
müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği
ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da
perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; söylenmesi gereken söz şudur: “Kur’ân’ın
merkezde olduğu bir İslâm ve hurâfelerden ve uydurma rivâyetlerden arındırılmış
sahih hadisler ve sahih Sünnet örnekliğine uymak bizi kurtarır”.
Evet; demek ki Kur’ân’ın merkezde ve
belirleyici olması zorunlu ve kaçınılmazdır. İslâm, Kur’ân’ın kesin ve mutlak
anlamda merkezde olduğu, îman, bilgi, bilinç, amel, eylem, cihad ve şahâdettir
vesselam.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder