28 Temmuz 2024 Pazar

Hz Yûsuf'un Mısır’daki Görevi ve Durumu

 

“İbrâhim, ne Yahudi idi, ne hristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi” (Âl-i İmran 67=.

 

“De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in dînine uyun. O, müşriklerden değildi” l-i İmran 95).

 

Âyetlerin açık beyânına göre Hz. İbrâhim müşriklerden değildi ve Allah’ı bir bilen ve sâdece O’na uyan bir muvahhidti. Bu ne demek?. Bu, “Hz. İbrâhim’in, tasavvur, düşünce, söylem ve eylemlerinde Allah’tan başkasına uymaması” demektir. Allah’tan başkasına uymamak, “bâtıl, câhil, şirk, küfür ve zulüm düzenlerine uymamak, onları desteklememek ve sâdece Allah adına iş yaptığı için onlar adına bir iş yapmamak” demektir. Hz. İbrâhim sâdece Allah’ın emirleri, yasakları, tavsiyeleri ve yönlendirmesiyle hareket etmiş ve bundan aslâ şaşmamıştır Öyle ki ateşe atılma hattâ biricik oğlu Hz. İsmâil’i kurbân etme pahasına da olsa bu bağlılıktan ayrılmamıştır. Çünkü o, Allah’ın seçtiği bir peygamberdir.

 

İşte Hz. İbrâhim gibi, Hz. Yûsuf da Allah’ın seçtiği ve ona vahyettiği bir peygamberdir. Bu nedenle Hz. Yûsuf’tan da  bâtıl, câhil, şirk, küfür ve zulüm düzenlerine uyması, onları desteklemesi ve sâdece Allah adına iş yaptığı için onlar adına ve onların sistemine uyarak bir iş yapması beklenemez. Zâten aksi-hâlde “peygamberlere îman etmek” şartı iptâl olurdu. Hz. Yûsuf, Hz. İbrâhim gibi, kâfir ve müşrik bir topluluğun dînini terk ettiğini, ataları İbrâhim’in, İshak’ın ve Yâkub’un dînine uyduğunu söyler ve; “Allah’a hiç-bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir” der. Bu sözünü elbette hayâtının sonuna kadar sürdürmüştür. Mü’minler olarak biz böyle biliriz ve böyle inanırız:     

 

“…Doğrusu ben, Allah’a îman etmeyen, âhireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dînini terk-ettim. Atalarım İbrâhim’in, İshak’ın ve Yâkub’un dînine uydum. Allah’a hiç-bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsânındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler” (Yûsuf 37-38).

 

Hz. Yûsuf, modernist müslümanların meftûn, râm ve hayrân olarak boyun büküp dâhil oldukları lâik, seküler modernizm dînini meşrûlaştırmak için zırvalayıp durdukları “Hz. Yûsuf da seküler sistemin mêmurluğunu yapmıştı” iftirâsına karşı yukarıdaki âyette söylenenler, inatçı olmayanlar için çok nettir. Ne yâni; Hz. Yûsuf hem “hüküm sâdece Allah’ındır” diyecek, hem de Allah’tan başkalarının beşerî-nefsî-şeytânî hükümlerine göre mi hükmedecek?. Bir peygamber böyle bir şey yapabilir mi?. Aslâ ve zinhar yapmaz ve yapamaz. Çünkü peygamberler zâten, Allah’tan başkalarının, şeytana, nefse ve tâğutlara göre çıkardığı kânunları yok etmek ve yerine Allah’ın kânunlarını ikâme etmek ve hâkim kılmak için seçilip gönderilirler. Peki Hz. Yûsuf âyette “aslâ şirk koşmam” demesine rağmen, daha sonraları bâtıl ve câhili sistemin şirk ve küfür-merkezli kânunlarına mı uymaya ve o kânunlara mı hizmet etmeye başlamıştır?. Peki -hâşâ- böyle bir şey olduğunu var saydığımızda, bu durum karşısında Allah ne yapmıştır?. Allah, Peygamberimiz’e “eğer dediğimizi yapmasaydın yada dediğimize aykırı bir şey söyleseydin seni şiddetli şekilde cezâlandırırdık” der:

 

Eğer o, bize karşı bâzı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı. Muhakkak onun sağ-elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik. Sonra onun can-damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip-uzaklaştıramazdı” (Hâkka 44-47).

 

Peygamberimiz’e böyle yapılırdı da Hz. Yûsuf’a da aynısı yada benzeri yapılmaz mıydı?. Elbette yapılırdı. Çünkü bu tehdit tüm peygamberler için geçerlidir. Hz. Yûsuf böyle bir şey yapmadığı için kendisine böyle bir cezâ verilmemiştir. Hz. Yûsuf’un böyle bir tehdit ve cezâ ile karşılaşmaması, kendisinin küfür ve şirk düzenine destek vermediğini ve şirk ile hükmetmediğinin delillerinden biridir. Hz. Yûsuf hüküm konusunda çok net olarak şöyle diyordu:

 

“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).

 

Hz. Yûsuf’un küfür ve şirk sisteminin düzenine uymuş olması için, günümüzdeki politikacılar gibi bâzı prosedürleri uygulamış olması gerekir. Bu prosedürlerin neler olduğu bir yazıda şöyle belirtilir:

 

“Hz. Yûsuf, Melik’in koymuş olduğu ilke ve inkılâplara bağlı kalacağına yemin etmiş olmalıdır. Allah’ın dîninden başka bir dînin kurallarına göre hareket ederek bulunduğu göreve gelmiş olması gerekir. Yûsuf (aleyhisselam’ın görevi esnâsında Allah’ın kendisine vahyettiklerine zerre kadar değer vermeksizin Melik’in koymuş olduğu kânun ve hükümleri icrâ etmesi gerekir. En ufak bir ihtilaf konusunda o ihtilâfın çözümünü Allah’ın vahyinde değil de Melik’in anayasasında aramalıdır. Allah’ın kendisine vahiy yolu ile haram kıldıklarını iptâl ederek Melik’in haram kıldıklarını haram kabûl etmeli, Allah’ın mübah kıldıklarını ise Melik’in yasalarına göre haramlaştırmalıdır. Bütün icraatlarında Melik’in kânunlarına göre hareket etmelidir. Hz. Yûsuf’un da günümüz parlamenterleri gibi Allah’ın dînini bütünüyle hiçe sayan lânetli kânunların hâkim olduğu bir sistemin içine girerek onların dinlerini uygulamış olması, yasamada bulunarak yasa ve hüküm koyması, bunları insanlar üzerine tatbik etmesi gerekirdi. Öncelikle Hz. Yûsuf’un bunları yaptığı ve tüm bu fiillerde bulunduğu hiç-bir şüpheye yer vermeyecek şekilde ispât edilmelidir. Zîrâ onlar Hz. Yûsuf ile günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri iptâl eden, Allah’ın haramlarını helâlleştiren, Allah’ın mübah kıldıklarını ise haram kılan tâğutları kıyaslamaktadırlar.

 

Acaba Yûsuf aleyhisselam iktidâra gelirken Melik’in dîninin kurallarına göre mi hareket etmiştir yoksa atası İbrahim’in yoluna mı uymuştur?. İktidâra sâhip olurken insanların karşısına geçip; ‘egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir’ mi demiştir yoksa en zayıf ve güçsüz olduğu bir dönemde Mısır zindanlarında haykırdığı ‘hüküm ancak Allah’ındır’ temel ilkesine mi bağlı kalmıştır?.  Yûsuf aleyhisselam iktidar sâhibi olurken, îman ettiği esaslardan zerre kadar tâviz vermiş midir?. Hz. Yûsuf iktidar sâhibi olurken, Melik’in hukûkunun üstünlüğünü kabul edip, onun ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağını beyân etmiş midir?. İktidar sâhibi olunca, Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, Melik’in değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyen şirk anayasasına göre kânun ve hükümler îcad etmiş midir?. İktidar sâhibi iken, kâfirleri dost edinip, müslümanlara karşı açıkça bir düşmanlık göstermiş midir?. Şeytanın ameli olan fâizi meşrûlaştırmış, içki, kumar, zinâ ve fuhuş gibi hayâsızlıkları serbest bırakmış mıdır?.

 

Yâsuf aleyhisselam’ın da dîni, menheci ve yolu budur. O tıpkı atası İbrâhim gibi, kâfirlerden beri olmuş, onlara karşı buğz, kin ve düşmanlık beslemiş ve bu akîdesini Mısır’ın zindanlarından haykırmıştır. En güçsüz ve zayıf olduğu bir durumda Mısır zindanlarından bunları haykırdı da, arkasından Allah o’na güç ve imkân verince, dilediği gibi hareket etme salâhiyetine kavuşunca, kâfirlerin boyunduruğu altına girdi, onları dost edindi, onlarla uyum içinde hareket etti, onların küfür kânun ve yasalarına itaat etti öyle mi?. Yûsuf aleyhisselam, en güçsüz ve zayıf gününde ‘hüküm ancak Allah’ındır’ diyerek arkadaşlarına hükmün, tasarrufun, dileme ve hükümranlığın bütünüyle Allah’a âit olduğunu söyledi de arkasından Allah o’na güç ve kuvvet verince, Allah’ın hükmünü bir kenara atıp tâğutların hükmüne tâbi oldu, beşerî anayasalara, şirk ve küfür kânunlarına itaat etti öyle mi?”.

 

Hz. Yûsuf, almış olduğu görevde tam bir yetki sâhibi olduğu açıktır. Çünkü âyette Hz. Yûsuf’un tam bir imtiyaza sâhip olduğu söylenir:

 

“İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı” (Yûsuf 56).

 

Demek ki Hz. Yûsuf, kimsenin kendisiyle boy ölçüşemeyeceği bir makamda ve konumda idi. İstediği her-şeyi yapmaya tek-başına karar verebilecek bir yetkideydi. 

 

“Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin, kendime bağlı kılayım’. Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sâhibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin’. (Yûsuf) dedi ki: ‘Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim’. İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân (iktidar) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konaklardı. Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini kayba uğratmayız” (Yûsuf 54-56).

 

Melik, Hz. Yûsuf ile bir konuşma yapıyor. Bu elbette bir-kaç kelimelik bir konuşma değildir. Melik onunla çok üstün bir kişi olduğunu anlayacak kadar konuştuğunda, ona diğer vezir ve bakanlara verdiği görevler gibi bir görev vermek yerine o’nu, Hz. Yûsuf’un da isteği üzerine “ülkenin hazîneleri” üzerine getiriyor. Burada “hazîne” değil de “hazîneler” denilerek çoğul ifâde kullanılması anlamlıdır. Çünkü meselâ siz devletten ekonomi alanında görevi isteseniz “bana ekonomi bakanlığını verin” dersiniz ama “bana ekonomiler bakanlığını verin” demezsiniz. “Ülkenin hazîneleri”, kânun çıkarma yetkisi dâhil her alanda “tam yetki” anlamındadır ve belki de günümüzdeki başbakanlık gibi bir makamdır. Kanımca zâten Hz. Yûsuf da “hazîneler” demekle bunu kastetmiştir. Mevdûdî bu konuda şunları söyler.

 

“Kur’ân’ı kavramada tecrübesi olmayan bâzı kimseler 55. âyette geçen ‘beni ülkenin hazînelerine tâyin et’ ibâresini yanlış anlamışlar, bu yanılgıyla söz-konusu mêmûriyetin, günümüzün mâliye bakanı, hazîne müsteşarı türünden bir mêmûriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında Yûsuf aleyhisselam’ın mêmûriyeti bunlardan hiç-biri değildi. Zîrâ Kur’ân’a ve diğer mukaddes kitaplara göre Hz. Yûsuf’a tüm iktidar tevdî edilmiş, bir yöneticinin tüm imtiyaz hakları verilmiştir ve buna bizzat Allâh-u Tealâ 56. âyet ile tanıklık etmektedir”.

 

İbn-i Abbas’ın; “…Yûsuf tahta oturdu. Bütün hükümdarlar ona itaat etti. Diğer Mısır hükümdârı ise hanımlarının yanına gitti ve Mısır yönetimini Yûsuf’a teslim etti” dediği nakledilmiştir. İmam Kurtubî ise: “Ve işte böylece Yûsuf’u o ülkede yerleştirdik” âyetini, “onu dilediğini gerçekleştirebilme iktidârına sâhip kıldık” şeklinde tefsir etmiştir. Kurtubi, tefsirinde, “beni ülkenin hazînelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” âyetine dâir şöyle demektedir:

 

“Kimi ilim adamları der ki: Bu âyetten, fazîletli bir kimsenin günahkâr bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının câiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısı ile kendisine görev verilen bu kimse o işte dilediği gibi ıslahat yapabilme yetkisine sâhip olmalıdır”.

 

Yâni eğer siz bilmediğiniz bir iş için bir usta çağırdıysanız, ustanın o işi yapıp-yapmadığına bakarsınız ama ustanın o işi nasıl yaptığına karışamazsınız. O işin nasıl yapılacağı ustanın ustalığına kalmıştır. Eğer siz ustaya güvenerek o işi ona verdiyseniz, artık usta o işi kendi ustalık yöntemleriyle istediği gibi yapar. 

 

Şu da var ki Hz. Yûsuf, Melik’in kânunlarına aykırı şekilde de hükmetmiştir ve Melik’in kânununda yasak olan kendi hükmünü icrâ etmiştir:

 

“Erzak yüklerini kendilerine hazırlayınca da, su kabını kardeşinin yükü içine bıraktı, sonra bir münâdi (şöyle) seslendi: ‘Ey kâfile, sizler gerçekten hırsızsınız’. Onlara doğru yönelerek: ‘Neyi kaybettiniz?’ dediler. Dediler ki: ‘Hükümdarın su tasını kaybettik, kim onu (bulup) getirirse, (ona armağan olarak) bir deve yükü vardır. Ben de buna kefilim’. ‘Öyleyse’ dediler. ‘Eğer yalan söylüyorsanız (bunun) cezâsı nedir?’. ‘Allah adına, hayret’ dediler. ‘Siz de biliyorsunuz ki, biz (bu) yere bozgunculuk çıkarmak amacıyla gelmedik; biz hırsız değiliz’. ‘Bunun cezâsı“ dediler, “(su tası) yükünde bulunanın kendisidir. İşte biz zulmedenleri böyle cezâlandırırız’. Böylece (Yûsuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yûsuf için böyle bir plân düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dîninde (yürürlükteki kânuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi-sâhibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır” (Yûsuf 70-76).

 

Hz. Yûsuf Melik’in dînine ve kânunlarına göre böyle bir cezâ uygulayamazdı ama uyguladı. Çünkü âyette de söylendiği gibi Hz. Yûsuf’un derecesi çok yüksekti ve bunu yapmaya yetkisi vardı. Çünkü -Allâhuâlem- zâten tâ ilk baştan bunu şart koşmuştu ve hükümlerini, ataları İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dînine yâni İslâm’a göre veriyordu. 

 

“Böylece onun (Yûsuf’un) huzûruna girdikleri zaman, dediler ki: Ey Vezir!; bize ve âilemize şiddetli bir darlık dokundu…” (Yûsuf 88).

 

Kardeşleri Hz. Yûsuf’un yanına girdiklerine o’n a “ey vezir” diye hitâp ettiler ki bu vezirlik elbette baş-vezirlik yâni “sadr-ı âzamlık”tı. Oradaki “aziz” kelimesi “ekselans” gibi en yüksek mevki için kullanılan bir kelimedir.

 

“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…” (Yûsuf 100) âyetindeki taht yâni orijinâl ifâdeyle arş, “en yüksek makam” anlamındadır. 

 

“Rabbim, Sen bana mülk verdin, sözlerin yorumundan (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, Dünyâ’da ve âhirette benim velîm Sensin. Müslüman olarak benim hayâtıma son ver ve beni sâlihlerin arasına kat” (Yûsuf 101).

 

Hz. Yûsuf “bana mülk verdin” diyor. Kur’ân’da “m-l-k” kökünden gelen “mülk” kelimesini âyetlerde “devlet” anlamında kullanılır; fakat “milk” olarak okunursa “mal” ve “servet” anlamındadır. Türkçe’ye her ikisi de (mal ve devlet) “mülk” olarak geçmiştir. Ama Arapçada “mülk” ve “milk” ayrıdır. Kur’ân’da “mülk”, yâni “devlet” kavramı defâlarca kez geçer. Melik olarak anılan kişi, “mülkü idâre eden kral veyâ devlet başkanı”dır.

 

Âyetin sonunda ise Hz. Yûsuf, “hayâtıma müslim olarak son ver” diyor. “Her zaman müslim idim, müslim olarak da öleyim” diyor. Oysa Hz. Yûsuf, ona iftirâ edenlerin dediği gibi şirk düzeninin mêmurluğunu yaparak -hâşâ- küfre ve şirke düşmüş olsaydı bu sözü boşa çıkar ve anlamsızlaşırdı.

 

Evet; Hz. Yûsuf bir peygamberdir. Onu Allah seçmiştir ve kendisine vahyetmiştir. Hiç-bir peygamber Allah’a âsi olmadığına göre Hz. Yûsuf da âsi olmamıştır ve hayâtının tüm zamanlarında tam da Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmiştir, Allah’ın râzı olacağı şekilde hüküm vermiştir. Hiç-bir zaman da küfür, şirk ve zulüm düzeninin mêmurluğunu yaparak şeytânî sisteme destek vermemiştir. Nefislerinin ve çıkarlarının doğrultusunda şirk, küfür ve zulüm düzenin içinde bulunmasına rağmen müslümanlıktan dem vuranların, kendilerini aklamak için; “Hz. Yûsuf da kâfir bir düzende mêmurluk yaptı” demeleri çok ağır bir iftirâdan başkası değildir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

Devamını Oku »

Kur’ân’ı Merkeze Almak, Hadisleri Merkeze Almak

 

“De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim”.(Ahkâf 9).

 

İslâm, seçilmiş bir peygambere indirilmiş vahiylerden oluşur. İslâm demek “vahiy” demek olduğu için İslâm vahiy-merkezli olmak zorunda olmalıdır ki bu da Kur’ân’ı merkeze almayı gerektirir. İslâm’da Kur’ân’ı merkeze almak şarttır. Peygamber ise ancak Kur’ân’a uyar ve Kur’ân’ı tebliğ etmek ve açıklamak için hem “hadis” denen sözleri kullanır hem de “Kur’ân’ı hayâta uygulama örnekliği” olan Sünnet’i icrâ eder. Fakat merkezde her zaman Kur’ân vardır. Çünkü İslâm’ın ilk muhâtabı olan Peygamberimiz dîni kendisine indirilen vahiy ile yâni Kur’ân’dan öğrenmiştir. Kur’ân o0lmasa ne hadis ne de Sünnet olurdu. Zâten vahiy indirilmeyecek olsaydı peygamber diye biri de peygamberlik diye bir kurum da olmazdı. Demek ki belirleyici olan vahiy yâni Kur’ân’dır ve bu nedenle de merkezde mutlak anlamda Kur’ân olmalıdır.

 

Peygamberimiz’den sonra ise halifelerin, hükümdarların ve yandaşlarının etkisiyle zamanla Kur’ân merkez olmaktan çıkarılarak merkeze “hadis” adı altında çoğu uydurma ve üretme rivâyetler ve konulmaya başlanmıştır. Öyle ki sünnî ve şiîlerin kitaplarında toplam 2,5-3 milyon civârında hadis ve rivâyet olduğu söylenir. Hattâ Buhâri, kitabına aldığı yaklaşık 4.000 kadar tekrarsız hadisi 600.000 hadisten seçtiğini söyler. Kanımca bu hadislerin bile sâdece ve en fazla 1.000 tânesi sahih olabilir ve en fazla 1.000 rivâyet gerçekten Peygamberimiz’in ve sahabenin yaşadığı bir olay olabilir. Gerisi uydurma rivâyet derlemeleridir ki bunların akla, mantığa ve sağ-duyuya aykırı birer hurâfe oldukları çok açıktır. Gerek sünnîlerin gerekse şiilerin kayıt altındaki 2 milyonun üstündeki hadisi elbette Peygamberimiz söylemiş olamaz ve Peygamberimiz ve sahabeye âit gerçekten yaşanmış o kadar olay anlatılmış olamaz. O-hâlde kayıt altındaki toplam hadislerin %99’u hattâ daha fazlası uydurmadır.

 

Fakat rivâyetlerin %99’u uydurmalardan ve hurâfelerden ibâret olmasına rağmen nasıl olmuş da merkeze Kur’ân yerine bu hurâfeler hadis adı altında koyulmuştur ve koyulmaktadır?. Bunun cevâbı çok açıktır. Kur’ân yerine uydurma, hurâfe ve hattâ zırvalık içeren içeren rivâyetlerin merkeze alınmış olmasının tüm zamanlardaki nedeni, hem hükümetlerin ve idârecilerin plân ve uygulamalarının, hem de mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, hizip, grup ve akımların, kendi düşünce ve fikirlerini  meşrûlaştırmak için yaptıkları yalakalık ve hamâsettir.

 

Aslında bunca uydurmanın ortaya çıkmasının nedeni, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlettir. Hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi ortaya koyabilecek ve Dünyâ’yı düzene ve nizâma sokabilecek olan tek şey Allah’ın indirdiği vahiyler yâni Kur’ân olmasına rağmen, şehvet, şöhret, servet, siyâset ve cehâlet sâhipleri bunu zinhar istememeleri, ama köşe-başlarını tutanlar ve hayâtı belirleyenler onlar oldukları için ve de bu kişiler mevcut statüko ve işleyişin sürüp gitmesini istediklerinden dolayı merkeze Kur’ân yerine “hadis” adı altında uydurmalar, hurâfeler ve zırvalıklar konmuştur-konmaktadır. Bu hâlen de aynı nedenlerle aynı-şekilde sürmekte ve devâm etmektedir. İş öyle bir hâle gelmiştir ki, devleti, hükûmeti, mezhebini, meşrebini vs. kutsayanlar meselâ bunlardan El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yâhut mensuh kabûl edilir” (Risâle fi’l-Fusûl).      

    

Tasavvuf ve târikatların affedilmez hatâsı, insanları Kur’ân ve Sünnet’e yönlendireceklerine, hadis ve Sünnet adı altında kendi kitaplarına ve tarzlarına zorlamalarıdır.

 

İslâm-merkezli hâdiselere dayalı olmayan sözler ve hadisler “hadis” değildirler. İslâm târihinde “hadis” adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimiz’in, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih Sünnet’inin yaşanmamasıdır.

 

Esâsen Kur’ân’ı idrâk etmek için hadise ve başka bir bilgi kaynağına gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” Sünnet’in yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına ihtiyaç vardır. Bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Sünnet bu-bağlamda bağlayıcıdır. Şu da var ki Sünnet, “vahye paralel bilgi ve din” değil, “vahye paralel amel-eylem ve uygulama”dır.

 

Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (Sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için, söyledikleri yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir çelişki olduğunda, çelişen şey “sahih” olmaz.

 

Sahih hadisler, Kur’ân’ın “kavlî açıklaması” iken, sahih Sünnet ise “fiîli açıklaması”dır. Tabi her hadis, “hadîs-i şerif” olmadığı gibi, rivâyetlere konu olan her Sünnet anlatımı da sahih Sünnet değildir.

 

Merkezde olması gereken, “hiç. Değişmeyecek” olan yâni “korunmuş” olandır ki bu Kur’ân’dır. Hadisler ise korunmuş değildir. Âyetler çok açıktır, üstelik dediğimiz gibi korunmuştur. Bir-kaç âyet konuyu ve meseleyi en dolu ve tatmin edici şekilde açıklarken hadisler öyle değildir. Meselâ bir hadis söyleniyor, sonra onun varyantları ortaya konuyor, sonra onun hakkında mezheplerin ve âlimlerin yorumları falan, bir türlü bitmek bilmeyen yorumlar karşısında kişi neredeyse boğuluyor. Zâten sonunda da hadis ile anlatılmak istenen şey açıklanamamış oluyor da iş daha karmaşık hâle geliyor. Çünkü hadisler meseleyi âyetler gibi, Kur’ân gibi çözebilecek ve apaçık ve anlaşılır şekilde ortaya koyabilecek çapsa ve etkiye sâhip değildirler. Çünkü ne de olsa hadisler insan ürünüdürler.

 

Sahih hadislerden bir-kaç tânesi ortaya konarak meseleyi anlatmayı kolaylaştırmak, tamamlamak ve güzelleştirmek için kullanılacağına, hadis hakkında uzun-uzun konuşuluyor ve sayfalarca tutan yazılar yazılıyor ve araya da ancak bir tâne âyet konuluyor. Ama hadis çok daha baskın bir rôl oynuyor. Hâlbuki tam tersi olmalıydı baskın olan âyet yâni Kur’ân olmalıydı ve bir-kaç hadis ile anlatım renklendirilmeliydi. Böylesi daha doğru ve etkili olurdu, zîrâ hadis ile aslında işin içinden çıkılamıyor. Târih boyunca müslümanların anasını ağlatan işte bu olmuştur. Çünkü iş çok zorlaşıyor. Hâlbuki Peygamberimiz “zorlaştırmayın, kolaylaştırın” demiştir ki bu kolaylaştırma elbette âyet yâni Kur’ân-merkezlilikle olabilir, hadisi merkeze almakla değil.

 

Tabî ki İslâm<ın bir Peygamber’i de vardır ve bu Peygamber hem konuşmuş ve hadisler söylemiştir hem de Kur’ân’ı hayâta uygulama noktasında Sünnet yâni güzel bir örneklik ortaya koymuştur. Yâni sahih hadis ve sahih Sünnet de haktır. Fakat gelin görün ki, modernizmin ağır baskısı ve kuşatması altında ezilen yada çeşitli nedenlerle modernizme meftûn, râm ve hayrân olan modernist müslümanlar denen kesimin özellikle medyatik hocaları, küfre ve şirke karşı “gık”ları bile çıkmazken, sıra hadis ve rivâyet eleştirisine gelince “bülbül” kesiliyorlar ve sahih olup-olmadıklarına bakmadan sahih hadis ve sahih Sünnet’i tümden inkâr ve iptâl etme yoluna koyuluyorlar.

 

Müslümanların modern İslâm algısı, amel ve eylemden kopuk bir şekilde; geleneği eleştirmek, hadisleri-sünneti tümden reddetmek, “sâdece vahiy” demektir. Vahyin merkezde olması çok önemlidir ve şarttır. Fakat “sâdece vahiy” demek başka bir şeydir. Çünkü bu, Peygamber’i etkisizleştirmek ve yok saymak demektir. 

 

Tabi bunu yapmanın fark edilsin yada edilmesin bir cezâsı mutlakâ vardır. Sünnet’i, hadisi, asr-ı saadet sürecini, 1.400 yıllık İslâm târihini “tümden” reddedenlerin, bir zaman sonra âyetleri de reddetmeye başladıklarını görürüz. Bu-bağlamda 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son 2 âyetini inkâr etmeleri buna örnektir. İlk önce; “hadisler ve Sünnet Abbasiler’le birlikte 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır, uydurmadır” sözüyle başlayan inkâr, daha sonra “aslında Kur’ân, Muhammed ve İslâm Dîni de 8. yüzyılda ortaya çıkarılmıştır” inkârına dönüşmüştür. Zîrâ inkâr başladığı yerde durmaz.

 

Uydurma hadislerin-rivâyetlerin bulunması, doğru-sahih hadislerin ve rivâyetlerin de olduğu anlamına gelir.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” ve “sâdece Kur’ân” sözü, eğer hadissiz ve Sünnet’siz“ salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. O-hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Hayır!; söylenmesi gereken söz şudur: “Kur’ân’ın merkezde olduğu bir İslâm ve hurâfelerden ve uydurma rivâyetlerden arındırılmış sahih hadisler ve sahih Sünnet örnekliğine uymak bizi kurtarır”.

 

Evet; demek ki Kur’ân’ın merkezde ve belirleyici olması zorunlu ve kaçınılmazdır. İslâm, Kur’ân’ın kesin ve mutlak anlamda merkezde olduğu, îman, bilgi, bilinç, amel, eylem, cihad ve şahâdettir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

İslâm Dîni Kimsenin Babasının Malı Değildir

 

“Haberin olsun; hâlis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır…” (Zümer 3).

 

İslâm, Allah katındaki tek hak din’dir. Çünkü İslâm Allah’ın dînidir. Allah’tan gelmiştir, Allah’tan inmiştir. Bu nedenle hiç kimse İslâm’ı babasının malı gibi kullanamaz, keyfine göre hüküm vermez ve yorum yapamaz. Zâten İslâm’ın ilkelerini belirleyen şey vahiy, amelini-eylemini belirleyen şey ise peygamber örnekliğidir. İslâm “vahiy-Kur’ân ve peygamber örnekliği-Sünnet”tir ve bu tüm peygamberler için böyledir. Peygamberler ancak Allah’ın indirdiği vahye göre ve tam da Allah’ın emrine göre bilgi, bilinç, ve amel-eylem sergilerler. Vahye uymakla ve peygamber örnekliğini tâkip etmekle yükümlü olan mü’minler de bu nedenle İslâm’ı babasının malı gibi kullanamazlar.

 

Bâtıl dinlerin ise bir kurucuları ve dolayısı sâhipleri vardır. Bâtıl dinler “Allah’ın dîni” olmadığı için kurucuları ve tâkipçileri bu bâtıl dinleri babalarının malı gibi kullanırlar ve din hakkında istedikleri gibi yorumlarda ve uygulamalarda bulunurlar.

 

Baba malı gibi kullanılan dinler ancak hurâfe ve zırvalık üretirler. Bu nedenle bâtıl dinlerin tâkipçileri de gevşek davranışlar gösterirler. Çünkü insanın aklının ve zihnin çapı yetkin bir din ortaya koymaya yetmez. Böyle olduğu için bâtıl dinler bâzı hakîkatler içerseler de insanın fıtratına, aklına, doğasına aykırı olurlar ve dolayısıyla hem çok fazla yayılamazlar hem de insanların sorularına, sorunlarına ve dertlerine çâre falan olamazlar. Zâten pek de dertlere çâre olmak gibi bir kaygıları yoktur. Bâtıl dinler insanlar tarafından babalarının malı gibi kullanıldığı için ancak laf üretirler ve bu laflar da bir türlü bitmez. Zîrâ kesin ve net bilgi, bilinç ve amel-eylem metodu ortaya koyamazlar.

 

İslâm Allah’ın dînidir ve hiç kimsenin babasının malı değildir. Zâten 23 yıllık vahiy ve nübüvvet sürecinin sonunda hem bilgi-bilinç, hem amel-eylem hem de tebliğ-davet ve peygamber örnekliği en ideâl şekilde gösterilerek tamamlanmıştır. Dolayısı ile İslâm, Peygamberimiz’in son nefesini vermesiyle birlikte hem vahiy hem de uygulama örnekliği ile birlikte tamamlanıp bitmiş ve kıyâmete kadar korunacak olan bir kitap olarak ruhlara, kâlplere, zihinlere ve satırlara kazınmıştır. Bu nedenle Peygamberimiz’den sonra artık herkes ancak vahye ve Peygamberimiz’in güzel örnekliğine uymakla ve bir yorum ve te’vilde bulanacağı zaman da yine Kur’ân ve Sünnet örnekliğine uygun olacak ve aykırı olmayacak şekilde yapmalıdır.

 

Peygamberimiz son vahyi alıp halka duyurduktan ve kendisine indirilen tüm vahiylerin en güzel örnekliğini yaptıktan sonra, son nefesini verip rahmet-i rahmâna kavuştuğu anda ortada olan şey, ne eksik ne de fazla, İslâm’ın tam olarak bizzat kendisi ve tamâmıdır. Zâten böyle olduğu için din tamamlanmıştır. Tamamlandığı için de artık hiç kimse İslâm’ı babasının malı gibi kullanıp da Kur’ân’ın metnine ve rûhuna ve de Peygamber örnekliğine aykırı düşecek bir yorumda, fikirde düşüncede söylemde ve eylemde bulunamaz.

 

İşte bu yüzden İslâm; Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan, şia, hâriciye, mürcie, ehl-i sünnet, mutezile, mezhepler, meşrepler, mistik-ezoterik-batınî düşünceler, tasavvuf, târikat, hadis, fıkıh, kelam, tefsir, felsefe ilimleri, cemaatler, hizipler, partiler, akımlar tarafından babalarının malı gibi kullanılamaz. Baba-malı gibi düşünülen, yazılan, konuşulan, yapılan vs. hiç-bir şey İslâm’ın esaslarından değildir, bu nedenle bir bağlayıcılığı yoktur. Yine İslâm modernizmin de babasının malı değildir ve İslâm adına modernlerin söyledikleri, yazdıkları ve konuştukları da İslâm’ın esasları falan değildir, bu nedenle de bağlayıcı değildirler. Baba-malı gibi kullanılan bir din yada din yorumu zinhar bağlayıcı olamaz.

 

Yine İslâm; Peygamberimiz’den sonra; halifeler, şia ve hâriciye başta olmak üzere, fırkaların, hiziplerin, partilerin, grupların, mezheplerin, meşreplerin, târikatların, tasavvufun, bâtınîliğin, hükûmetlerin, parlamentoların, cemaatlerin, akımların, fraksiyonların, gavsların, kutupların, mezhep imamlarının, şeyhlerin, imamların, hoca-efendilerin, âlimlerin, üstadların, lîderlerin, ana-yasaların, şeytanın, nefsin, insanın, aklın, mantığın, beşerî-tâğûtî kânun, kural ve yasaların, kahramanların, önderlerin, zenginlerin, şöhret-sâhiplerinin, dehâların, ideolojilerin ve ideologların, felsefelerin ve felsefecilerin, ilâhiyatçıların, akademisyenlerin, bilim-adamlarının, doç.ların, prof.ların, modern-bilimin, teknolojinin vs. hiç-birinin babasının malı değildir. Bu yüzden ne kadar beşerî-insânî olan tasavvur, düşünce, söylem, eylem ve uygulamalar varsa, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olsun yada olmasın, bunların düşünmüş, söylemiş, yazmış ve yapmış olduğu hiç-bir şey, hiç-bir şekilde İslâm adına geçici yada kalıcı olarak bağlayıcı değildir, olamaz.

 

İslâm adına konuşup da İslâm’a aykırı olan bir sözü, yorumu kim yapmış olursa-olsun ve bir eylemi kim sergilemiş olursa-olsun İslâm onun da babasının malı değildir. Bu-bağlamda İslâm, Ebubekir’in Hz. Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin, İbn-i Abbas’ın, Ebu Hanife’nin, Mâturîdî’nin hattâ Peygamberimiz’in bile babasının malı değildir. Çünkü bu din “sâdece Allah’ın” dînidir.

 

Bir gün İbn-i Abbas’a temettu haccı konusunda bâzı kimseler îtirâz etmişler ve delil olarak da Ebu Bekir ve Ömer’in sözlerini getirmişlerdir. Tercümânû-l Kur’ân olan İbn-i Abbas kendisine bu şekilde îtirâz edenlere şu şekilde cevap vermiştir: “Neredeyse gökten başınıza taş yağacak. Ben size Allah’ın Resûlü (sav) böyle söylüyor diyorum. Siz ise bana Ebu Bekir ve Ömer diyorsunuz”. Buna benzer bir rivâyette İbn-i Ömer’den gelmiştir. Kendisine “baban temettu haccını yasakladı" diyenlere “Allah Resûlü’nün emri mi yoksa babamın emri mi uyulmaya daha lâyıktır?" diye cevap vermiştir. Zîrâ İslâm’ın kimsenin babasının malı olmadığını çok iyi biliyorlardı.

 

İslâm Allah’ın dînidir ve Peygamberimiz İslâm’ın en güzel, ideâl ve örnek uygulayıcısıdır. Peygamberimiz’den sonra İslâm’ın hiç kimseye ve hiç-bir desteğe ihtiyâcı yoktur. Bu nedenle de hiç kimse hiç-bir şekilde İslâm’ı babasının malı gibi kullanamaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

Devamını Oku »

27 Temmuz 2024 Cumartesi

İslâm En İyi Türkiye’de Yaşanıyor Safsatası

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).

 

Türk insanının safsatalarından yâni boş, asılsız ve temelsiz sözlerinden biri de, “İslâm’ın en iyi Türkiye’de yaşandığı”dır.  İslâm âleminde İslâm Dîni’nin en iyi yaşandığı ülke Türkiye imiş. İyi de Türkiye’de “yaşanan” bir İslâm var mı ki!. Bu bir soru değil elbette, çünkü cevap çok açık: Türkiye’de İslâm yok ki yaşansın. Çünkü Türkiye’de İslâm Dîni hem hakîki anlamda bilinmiyor hem de bu nedenle yaşanmıyor. Gerçi bilenler de hakkıyla yaşamıyor. Zâten son 100 yıldır Türkiye’de din iptâl edilip yasaklanmıştır. Bu nedenle de bırakın İslâm’ı yaşamayı, Türkiye’de bir şeyi İslâm ile yorumlamak bile yasaktır: “Kimse, devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandıramaz...”. (Anayasanın 24. Maddesi).

 

100 yıl önce Türkiye’de İslâm yasaklanmış ve yerine, şeytanın ve nefsin fısıltılarıyla tâğutların oluşturduğu lâik, seküler, demokrasi dîni hâkim kılınmıştır. Haa!; “din en iyi şekilde Türkiye’de yaşanıyor” derken kastedilen din eğer demokrasi dîni ise, -çünkü demokrasi bir din’dir- evet, çok doğru; Dünyâ’da demokrasi dîninin en iyi şekilde yaşandığı ülke Türkiye’dir. ABD’de AB’de her-şey şirketlerin eline geçtiği için, demokrasi artık çöpe atılacak köhne bir ideoloji hâline gelmiş olmasına rağmen, Türkiye demokrasi dînine sımsıkı sarılmış durumdadır ve demokrasinin yetersiz geldiği her noktada “daha fazla demokrasi” ilâvesi yapılmaktadır. 

 

Türkiye’de Allah’ın kânunlarına yâni İslâm‘a göre hareket etmek 24. Maddeye göre kânûnen yasak ve suçtur fakat Atatürk kânunlarına göre hareket etmek şarttır. Bu durumda Türkiye’de kimin dîni geçerlidir?. Türkiye’de yaşanan din kimin dînidir ve o dînin adı nedir?. Bu din elbette İslâm değil, “lâik, seküler, demokratik modernite dîni”dir. Türkiye’de bırakın İslâm’ın yaşamasını, neredeyse başını uzatmasından bile rahatsız olunmaktadır. Zâten modern Türk insanı ile İslâm bambaşka şeyler hâline gelmiştir. Birbirlerine öyle bir yabancılaşmışlardır ki, bir-araya gelmeleri pek mümkün gözükmemektedir. Tabî ki istisnâlar her zaman vardır.     

 

İstisnâları saymazsak; Türkiye’de ne lâikler bilinçli lâiktir; ne de müslümanlar bilinçli müslümandır. Kafalarına uyan bir lîder görmeyiversinler, hemen takılırlar peşine ve başlarlar onun dînine uymaya. Zâten Türkler târihleri boyunca bir din üzere sâbit-kadem olamadıkları için sürekli din değiştirmişler ve en sonunda da, Şamanizm ve tasavvufla karışıp yozlaşmış hâlini kabûl edebilmişlerdir. İstisnâlar hâriç Türkler hiç-bir zaman “saf İslâm”ı benimsememişlerdir. Türklerin kendilerini İslâm ile bağlı görmesi, târihlerinde en yüksek seviyeye İslâm ile çıkmış oldukları içindir. Tabi bu, yaklaşık 100 yıl önce İslâm’ı resmî olarak terk edip düşmanlarının dinlerini kabûl etmeleriyle farklı bir yöne girmiştir. Artık Türkiye’de İslâm, teberrüken anılan bir din’dir. 

 

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler. Türkler inanç konusunda iki bin sene önce ne durumdaysalar, şimdi de aynı durumdadırlar. Türkler müslümanlığı kabûl ettiklerinde aslında İslâm’a çok da sıkı bağlanmamışlardı. O yüzden de şamanlığı da andıran tasavvufî-mistik bir anlayışı benimsediler. İşin aslı şu ki, Türkler (istisnâlar hâriç) İslâm’a hiç-bir zaman dört elle sarılmadırlar. Örf her zaman bir adım öndeydi. Bu yüzden Türklerin baskın dinleri, Şamanlık’tır.

 

Bunu bilen ve gören modernist ilâhiyatçılar, Kur’ân’ın hemen-hemen %90’ının hükmünün kalmadığını ve mevcut modern zaman ve mekâna göre değiştirilmesi gerektiğini teklif edebilir hâle gelmişlerdir. İslâm Türkiye’de “yaşanan” bir olsaydı hiç böyle laflar edebilirler miydi!. Onların bunu yapmaya cüret edebilmelerinin tek nedeni, bir yaptırım ile karşılaşmayacaklarına olan güvenleridir. Çünkü Türkiye’de yaşanan ve etki eden bir İslâm yoktur.

 

Türkiye cumhûriyetle birlikte bu sefer de greko-romen uygarlığa yâni greko-romen dîne girmiştir. Bu nedenle Türkiye bir “yunan uygarlığı”dır ve din yerine mitolojilere inanılmaktadır. Türkiye’de Avrupa’ya yâni kıyılara yaklaşıldıkça “batı’lılaşma-hristiyanlaşma temâyülü” görülür yada artar. Çünkü kıyılara yaklaşıldıkça İslâm’dan uzaklaşılır.

 

İslâm en iyi Türkiye’de yaşanıyormuş; bu espriye gülünecekse gülelim. Hayır! tam-aksine, kanımca an îtibârıyla Dünyâ’da İslâm’ın temsilinin en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. Diğer ülkelerde de İslâm yaşanıyor yada hakkıyla yaşanıyor değildir elbette. Çünkü eğer yaşansaydı müslümanlar hiç böyle ezik durumda olur muydu?. Fakat yakın zaman önce İslâm’ın bayraktarlığını yapmış olan bir ülkenin İslâm’dan bu kadar uzaklaşması akıl alır gibi değildir. Türkiye, türklüğünü değil, müslümanlığını öne çıkaran insanlarca fethedilmişti ama şimdilerde insanlar “müslümanım” demeye utanır hâle gelmişlerdir.

 

ABD’nin Türkiye’de uyguladığı “Ilımlı (sınırlı) İslâm Projesi” başarılı olmuştur. Bu proje ve plânın sonunda Türkiye öyle bir Amerikanlaşmıştır ki, Amerika’da yaşamaya başlasanız bir “uyum sorunu” yaşamazsınız.

 

Türkiye her türlü günahın çok yoğun olarak işlem gördüğü bir borsa hâline gelmiş durumdayken, İslâm’ın en iyi şekilde Türkiye’de yaşandığı sözünün hiç-bir değeri ve önemi yoktur. Çünkü Türkiye, "parasını verdikten sonra" her türlü günahın işlenmesinin serbest olduğu bir ülke hâline gelmiştir. Öyle ki, günahların alabildiğine serbestleştiği Türkiye’de sigara, esrar ve içki içmemek, her yerden insanın karşısına çıkan çeşitli kumar oyunlarından birini oynamamak, ayağa düşen zinâ yapmamak, hele Dünyâ’da en yüksek seviyesinde verilen fâiz almamak, çeşitli sapıklıklara bulaşmamak nerdeyse günah ve yasak hâline gelmiştir. Türkiye, günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir yer hâline gelmiştir. Durum buyken siz İslâm’ın yaşanmasından mı bahsediyorsunuz?.

 

Türkiye’de bir “ölü kültü” var. Hayy ve dipdiri olan âlemlerin Rabbi olan Allah varken, klâsik, geleneksel ve modern anlamda ölülerin kutsandığı ve ilahlaştırıldığı bir ülkede siz İslâm’ın yaşandığından mı bahsediyorsunuz?, hem de en iyi şekilde ha!. Türkiye’de insanlar-müslümanlar, “Dünyâ lîderi” ile “kâinat imamı” arasında pin-pon topuna dönüşmüşlerdir; bir o vuruyor, bir diğeri.

 

Türkiye’de bir kısım insanların İslâm hassâsiyeti vardır, fakat onlar da, dinlerini Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve Allah’ın gönderdiği Peygamber’e, yâni İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’e göre değil de, 100 yıl önce, hakîki İslâm’ı perdelemek için kurulmuş olan  Diyânet’e göre yaşıyorlar daha doğrusu yaşadıklarını zannediyorlar. Hâlbuki diyânetin uygulamaları, ulus-devletin izin verdiği ölçüde ve büyük oranda, Kur’ân ve Sünnet’in ifsâd edilmiş şeklidir.

 

Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın. Türkler tüm târihleri boyunca örfü öne çıkarmış ve örfe göre bir din yaşamışlardır ki Diyânet de işte bu örfe uygun bir din anlatmaktadır.

 

Türklerin İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Yunan-Roma (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir Medeniyet sunmuştu. Türkler bir türlü vahiy ve sünnet-merkezli o İslâm Medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir. Fakat gelin görün ki hâlen, İslâm’ın en iyi Türkiye’de yaşandığını sanmaktadırlar. Çünkü Türkler hakîki İslâm yaşamının nasıl olduğunu hiç görmedikleri için bilmiyorlar ve bu yüzden de yaşadıklarını İslâm  zannediyorlar. Eee, boşuna dememişler; “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” diye.

 

Türklerin baskın dinleri, tüm zamanlarda Şamanizm, neo-şamanizm ve gök-tengri dîni olmuştur. Bu hâlen de böyledir. Zâten Türklerin demokrasiye olan bağlılığının arka-plânında da “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı inancında Tanrı, -aynen şimdiki Türklerin inancında olduğu gibi- “sâdece göklerin Tanrısı”dır.

 

Şu da var ki, Türklük, İslâm’ın yerine ikâme edilen bir kimlik şekli olduğu için, İslâm için bir fedâkârlığı yapmaktan imtinâ eden Türkler, Türklük için en azında seslerini yükseltebilmektedirler. Oysa “İslâm’ın en iyi şekilde yaşandığı” bir ülkede İslâm’ın  da sesi yükseltilebilmeliydi.

 

Ey, İslâm’ın en iyi şekilde Türkiye’de yaşandığını zannedenler yada böyle kabûl etmek isteyenler!. Türkiye’de İslâm “yaşanan” bir din değildir. Çünkü Türkiye’de İslâm “ölü bir din” olarak kâlplere, vicdanlara, zihinlere, dört duvar arasına, masa-başına ve müzelere kaldırılmıştır. Türkiyeli müslümanların hâl-i pür melâlinin ve yozlaşmasının nedeni budur.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Özgürlük ve Serbestlik

 

“İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâmet 36).

 

Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olarak O’nun kulu olmadıkça gerçek anlamda özgür olamazsınız. Hakîki özgürlük, “sâdece Allah’a kul olmak”tan geçer. Sâdece Allah’a kul olmayanlar, Allah’tan başka her-şeye kul-köle olarak başta şeytan, nefs ve tâğutlar olmak üzere her-şeyin esîri olurlar. İnsanın özgürleşmesi, sâdece Allah’a bağlanarak rûhunun-zihninin özgürleşmesi değilse, “nefsinin özgürleşmesi”dir.

 

Gerçek özgürlük, ibâdet etmekle açığa çıkar; “sâdece Allah’a ibâdet” etmekle. Çünkü “sâdece Allah’a ibâdet” etmek, başka şeylere ibâdetten koruduğu için kişiyi özgür kılar. Bu bağlamda; “Ben insanları ve cinleri ‘sâdece Bana’ ibâdet etsinler (ki özgür olsunlar) diye yarattım” (Zâriyât 56) der Allah. Nefsten, tâğuttan, seküler-liberâl-kapitâlist sistemden zihnen ve kâlben kurtulup özgürleşmedikçe Allah’a hakkıyla kul olunamaz. Modern insanın ve müslümanların sorunu budur.

 

Modernizmin bahsettiği özgürlük ise, “dîne karşı özgürlük”tür. Din’den özgür kalan modern insan alabildiğine serbest hâle gelmiş ve artık şeytana ve nefse keserek şeytan ve nefsin esîri olmuştur. Çünkü modern anlamdaki “özgürlük” çoğaldıkça insanın esâreti artıyor. Zîrâ modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî olan”ın güdümüne girmek demektir.

 

İnsanın “özgür irâdesi” vardır ama “sonsuz irâdesi” yoktur. Özgür irâdemiz ise, hem o kadar da özgür değildir, hem de sonsuz değildir.

 

Modernizm, “köleler”in özgürlükten bahsettiği sistemin adıdır. Modernizm; “şehvetin kölesi” olmaya serbest cinselliğe “özgürlük” diyor. Hâlbuki bu, âdi bir köleliktir. İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Görünen odur ki modern insan, “serbestlik” (liberâlizm) denen sapıklığa, sonunda acı azâbı görene kadar îman etmeye devâm edecektir.

 

Özgürlük “serbestlik” olarak anlaşılmaya başlandı. Böyle olduğu için “ben özgürüm, her-şeyi serbestçe yapabilirim, beni hiç-bir şey sınırlayamaz” sözleri çoğaldı. Oysa özgürlük serbestlik demek değildir. Maddî çıkarlarımıza uygun olsa bile bâzı şeyleri sırf “yanlış olduğu için” reddedebilmektir özgürlük. Vicdânın sesini duyup patrona, topluma, devlete kafa tutabilmektir. İşkence yapması emredilen bir polis, âmirine ve kânunlara direnebilirse özgürdür. Çünkü devlet serbest takılıyor. Meselâ evlerimizi ve telefonlarımızı dinlemekte kendini serbest görüyor. İnsanlar da bu nedenle kendilerini serbest görüyorlar ve her-şeyi yapabileceklerini düşünüyorlar. Meselâ çevreyi kirletmekte serbest davranıyorlar. Silah üreten firmaların hisse senetlerini satın alıp savaşlara ortak olmayı sorun olarak görmüyorlar.

 

Özgürlük insana, serbestlik ise hayvana uygundur. Hayvanlaşan insan hayvanlar gibi serbest olmak istiyor. Her-şeyi serbestçe yemek-içmek istiyor, her-yeri gezmek ve serbestçe çiftleşmek istiyor. İnsanı belli bir sınırda “özgür” yapan, özgür irâdesidir. İnsanı hayvandan ve makinelerden ayıran şey budur. Fakat işler karıştı ve hayvânî bir özellik olan serbestlik ile insana has olan özgürlük birbirine karıştı.

 

Bir insan için özgürlük “canının her istediğini yapmak değil”, daha “yüce” değerler uğruna “alçak” değerlerden vaz geçebilmek olmalıdır. Soljenitsin’in deyimiyle “başkalarının mutluluğu için kendi arzularına sınır koymak…”.

 

Lâiklik, İslâm Dîni hâriç tüm dinlere özgürlük veren beşerî bir sistemdir. Lâkin İslâm Dîni esâret altına alınınca ve bu nedenle nefisler serbest hâle gelince, ortalık günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek hâle gelmiştir.

 

Türkiye’de 18 yaş-altı “resmî cinsel ilişki” (yâni evlilik) suç iken; gayrı-resmî cinsel ilişki (yâni flört) serbesttir. Türkiye, "parasını verdikten sonra" her türlü günahın işlenmesinin serbest olduğu bir yer hâline gelmiştir.

 

Ahlâkın olmadığı yerde her-şey serbest olmaya başlar. Bu ekonomide de böyledir. Piyasa “serbest piyasa ekonomisi” olunca piyasa “kurtlar sofrası”na dönmüştür. Deniz-aşırı eşitsiz serbest ticâret, batı için “sömürgecilik öncesi ön-keşif” olmuştur.

 

Her-şeyin aşırısı zararlı olduğu gibi, düşüncenin aşırı özgür ve serbest olanı da zararlıdır. Aşırı ve serbest düşünce-özgürlüğü, şirk ve fesat da doğurabilir.

 

Modern insanı içten ve dıştan kuşatıp mahkûm eden şey, kendisine verilmiş olan “aşırı özgürlük”tür.

 

Modern-bilim ve teknoloji ilerlemesinin(!) bedeli, “insan özgürlüğünün kısıtlanması”dır.

 

Özü gür olmayanlar, özgür olamazlar.

 

Sapık bir fikrin özgürlüğünü savunmak da sapıklıktır.

 

Şeytan insanları aşırı özgürlük yada serbestlik denen fitneyle aldatarak Allah’ın zikrinden uzaklaştırmaktadır. Allah’ın zikrinden uzaklaşan insan, aşırı özgürlük ve serbest kalınca şeytana, nefse ve tâğuta uyması kaçınılmaz olmaktadır. Lâkin bu işin sonu hüsranla bitecektir:

 

“Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrâna uğrayanların ta kendileridir” (Mücâdile 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

Devamını Oku »