22 Kasım 2024 Cuma

Kelime-i Şehâdet’i Son Nefese Bırakmak

 

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir (bağışlayan ve esirgeyendir” (Bakara 163).

 

“Muhammed, Allah’ın elçisidir…” (Fetih 29).

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç-birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).

 

Kelime-i Şehâdet’in okunuşu ve anlamı şu şekildedir: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû”. Yâni: “Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve resûlü/elçisidir”.

 

Geleneksel müslümanlıkta kelime-i şehâdet yapmak hep son nefese yâni ölmeden hemen önceki bir-kaç dakîka yada bir-kaç sâniyeye bırakılır ve sanki kelime-i şehâdeti son nefeste yapmak daha doğru ve anlamlıymış gibi sunulur. Bu yüzden de  câmilerde ve yapılan duâlarda: “Son nefeste, aşk ile, buyurun” komutuyla; “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü hep birlikte söylenir. Eğer kişi her ânının son nefesi olabileceğini düşünerek, hem anlamını bilerek hem de bu anlama göre yaşayarak bunu bilinçli olarak yapıyorsa eyvallah; ne güzel bir davranış. Fakat kitlelerin bunu bu-şekilde yapmadıkları çok açıktır ve böyle olduğu için bu sâdece şekilsel bir şehâdet getirme etkinliğidir ki, (Allâhuâlem) insana ne Dünyâ’da ne de âhirette bir faydası olmaz. Zâten hiç kimse şehâdet biter-bitmez öleceğini düşünmez yada ölmeyi istemez ki insanlardan böyle bir şey de istenmez ve beklenmez.

 

Müslümanlardan istenen şey, kelime-i şehâdeti mânâsını bilerek yapmak, bilinçli bir şekilde, “Allah’tan başka bir ilahın olmadığını, Hz. Muhammed’in, Allah’ın hem kulu hem de resûlü olduğunu hem bilmek hem de bunu bilmenin ne demeye geldiği, sonuçta da nasıl yaşamak gerektirdiği”dir. Bu bilinçle bu şekilde yaşadıktan sonra son nefeste kelime-i şehâdet sözü yâni “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü dile getirilmemiş ve söylenmemiş olsa bile, kişi sürekli olarak o bilinçte olduğu için şehâdet üzere ölmüş olur. Zîrâ şehâdet üzere yaşamış olur. Önemli olan, insanın hangi sözü söyleyerek öldüğü değil, hangi söz üzerine yaşadığıdır. Zâten Peygamberimiz’in dediği gibi; “insan nasıl yaşarsa o-şekilde ölür ve yine o-şekilde diriltilir.

 

Demek ki “son nefeste” değil, “her nefeste” kelime-i şehâdet üzere olmak önemlidir. Şu da var ki, Kur’ân’a göre son nefese bırakılan ve son nefeste yapılan şehâdet geçerli değildir. Bunu Firavun’un boğulmadan önceki son-anda getirdiği şehâdetin kabûl edilmemesinden anlıyoruz.

 

Firavun, Hz. Mûsâ ve kavmini yok etmek maksadıyla bir ordu eşliğinde onları tâkip ederek Kızıldeniz kıyısına gelmiş ve İsrâiloğullarının denizin ikiye ayrılması sûretiyle ortasındaki kuru bir yoldan karşıya geçtiklerini görmüştü. Askerleriyle berâber aynı yolu tâkip eden Firavun, yolu yarılamışken denizin yeniden birleşmesi sonucu dalgalar arasında kalmış, tam da boğulma anında yâni son nefeste; “îmân ettim ki, İsrâiloğullarının inandığı ilâhtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” (Yûnus 90) demişti:

 

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

 

Kelime-i şehâdetin son nefeste yapılmasının makbûl olduğunu sananlar ve bunu insanlara alıştıranlar tasavvuf ve târikatçılar olmuştur. Meselâ İbn-i Arâbi son nefeste yapılan bu son dakîka îmânının geçerli olduğunu söyler ve şöyle der:

 

“Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği îman sâyesinde Mûsâ onun için de göz-nûru oldu. Şu hâlde Allah, (bu yüzden) Firavun’u pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fenâ amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun rûhunu yeni bir günah işlemeden önce ve îmâna geldiği anda kabz etti. İslâm (yâni Hakk’a teslim ve onu tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırdı. Allah bu ilim ve mazhâriyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse ilâhi rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse tanrı rahmetinden umut kesmez. Şu-hâlde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı îmâna yanaşmazdı” (Füsus-ûl- Hikem. Muhyiddin-i Arâbî. Sayfa 301).

 

Oysa Kur’ân apaçık bir şekilde şöyle der:

 

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Yoksa tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır” (Nîsâ 17-18).

 

Zâten Firavun’un son nefeste yaptığı şehâdetin kabûl edilmediği, çünkü son-dakîkada yapılan şehâdetin geçersiz olduğu yine başka bir Kur’ân ayeti ile şöyle belli olmuştur:

 

“(Firavun), kıyâmet günü kavminin önüne geçerek, böylece onları ateşe götürecek. Ve girilen yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).

 

Son-dâkîkada ve son nefeste yapılan îman ikrârı da, şehâdet söylemi de geçersizdir. Çünkü son nefesteki îman ikrârı ve şehâdet söyleminden ziyâde, hayat-boyunca îmân etmek ve kelime-i şehâdete göre yaşamak önemlidir. O-hâlde hiç kimse kelime-i şehâdeti son nefese bırakmasın ve son nefesinde kelime-i şehâdet getirmesine güvenmesin.   

 

Evet; hiç kimse, Firavun gibi yaşayıp da Hz. Mûsâ gibi bir âkıbet beklemesin.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder