“Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah
yoktur; O, Rahmân’dır, Rahîm’dir (bağışlayan ve esirgeyendir” (Bakara
163).
“Muhammed, Allah’ın elçisidir…” (Fetih 29).
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç-birinin babası
değildir; ancak o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah
her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).
Kelime-i
Şehâdet’in okunuşu ve anlamı şu şekildedir: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû”. Yâni: “Şehâdet
ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed
Allah'ın kulu ve resûlü/elçisidir”.
Geleneksel müslümanlıkta kelime-i şehâdet yapmak hep son nefese yâni
ölmeden hemen önceki bir-kaç dakîka yada bir-kaç sâniyeye bırakılır ve sanki
kelime-i şehâdeti son nefeste yapmak daha doğru ve anlamlıymış gibi sunulur. Bu
yüzden de câmilerde ve yapılan duâlarda:
“Son nefeste, aşk ile, buyurun” komutuyla; “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü hep
birlikte söylenir. Eğer kişi her ânının son nefesi olabileceğini düşünerek, hem
anlamını bilerek hem de bu anlama göre yaşayarak bunu bilinçli olarak yapıyorsa
eyvallah; ne güzel bir davranış. Fakat kitlelerin bunu bu-şekilde yapmadıkları
çok açıktır ve böyle olduğu için bu sâdece şekilsel bir şehâdet getirme
etkinliğidir ki, (Allâhuâlem) insana ne Dünyâ’da ne de âhirette bir faydası
olmaz. Zâten hiç kimse şehâdet biter-bitmez öleceğini düşünmez yada ölmeyi
istemez ki insanlardan böyle bir şey de istenmez ve beklenmez.
Müslümanlardan istenen şey, kelime-i şehâdeti mânâsını bilerek yapmak,
bilinçli bir şekilde, “Allah’tan başka bir ilahın olmadığını, Hz. Muhammed’in,
Allah’ın hem kulu hem de resûlü olduğunu hem bilmek hem de bunu bilmenin ne
demeye geldiği, sonuçta da nasıl yaşamak gerektirdiği”dir. Bu bilinçle bu
şekilde yaşadıktan sonra son nefeste kelime-i şehâdet sözü yâni “eşhedü
en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” sözü dile
getirilmemiş ve söylenmemiş olsa bile, kişi sürekli olarak o bilinçte olduğu
için şehâdet üzere ölmüş olur. Zîrâ şehâdet üzere yaşamış olur. Önemli olan,
insanın hangi sözü söyleyerek öldüğü değil, hangi söz üzerine yaşadığıdır. Zâten
Peygamberimiz’in dediği gibi; “insan nasıl yaşarsa o-şekilde ölür ve yine o-şekilde
diriltilir.
Demek ki “son nefeste” değil, “her
nefeste” kelime-i şehâdet üzere olmak önemlidir. Şu da var ki, Kur’ân’a göre
son nefese bırakılan ve son nefeste yapılan şehâdet geçerli değildir. Bunu
Firavun’un boğulmadan önceki son-anda getirdiği şehâdetin kabûl edilmemesinden
anlıyoruz.
Firavun, Hz. Mûsâ ve kavmini yok
etmek maksadıyla bir ordu eşliğinde onları tâkip ederek Kızıldeniz kıyısına
gelmiş ve İsrâiloğullarının denizin ikiye ayrılması sûretiyle ortasındaki kuru
bir yoldan karşıya geçtiklerini görmüştü. Askerleriyle berâber aynı yolu tâkip
eden Firavun, yolu yarılamışken denizin yeniden birleşmesi sonucu dalgalar
arasında kalmış, tam da boğulma anında yâni son nefeste; “îmân ettim ki,
İsrâiloğullarının inandığı ilâhtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım”
(Yûnus 90) demişti:
“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve
askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye
erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah
olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
Kelime-i şehâdetin son nefeste
yapılmasının makbûl olduğunu sananlar ve bunu insanlara alıştıranlar tasavvuf
ve târikatçılar olmuştur. Meselâ İbn-i Arâbi son nefeste yapılan bu son dakîka îmânının
geçerli olduğunu söyler ve şöyle der:
“Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği îman
sâyesinde Mûsâ onun için de göz-nûru oldu. Şu hâlde Allah, (bu yüzden)
Firavun’u pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fenâ amellerinden onda bir şey
kalmadı. Çünkü Allah onun rûhunu yeni bir günah işlemeden önce ve îmâna geldiği
anda kabz etti. İslâm (yâni Hakk’a teslim ve onu tasdik) evvelce geçmiş olan
günahları ortadan kaldırdı. Allah bu ilim ve mazhâriyeti dilediği kimse için
âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse ilâhi rahmetten umutsuzluğa düşmesin.
Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse tanrı rahmetinden umut kesmez. Şu-hâlde
Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı îmâna yanaşmazdı” (Füsus-ûl- Hikem. Muhyiddin-i Arâbî.
Sayfa 301).
Oysa Kur’ân apaçık
bir şekilde şöyle der:
“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet
nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte
Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet
sâhibidir. Yoksa tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm
çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler
için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır” (Nîsâ 17-18).
Zâten Firavun’un son nefeste yaptığı
şehâdetin kabûl edilmediği, çünkü son-dakîkada yapılan şehâdetin geçersiz
olduğu yine başka bir Kur’ân ayeti ile şöyle belli olmuştur:
“(Firavun), kıyâmet günü kavminin önüne geçerek, böylece
onları ateşe götürecek. Ve girilen yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).
Son-dâkîkada ve son nefeste yapılan
îman ikrârı da, şehâdet söylemi de geçersizdir. Çünkü son nefesteki îman ikrârı
ve şehâdet söyleminden ziyâde, hayat-boyunca îmân etmek ve kelime-i şehâdete
göre yaşamak önemlidir. O-hâlde hiç kimse kelime-i şehâdeti son nefese bırakmasın ve son nefesinde kelime-i
şehâdet getirmesine güvenmesin.
Evet; hiç kimse, Firavun gibi yaşayıp da Hz. Mûsâ gibi bir âkıbet beklemesin.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder