23 Kasım 2024 Cumartesi

İslâm’da Savaş ve Barış

 

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).

 

Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25).

 

İslâm kelimesi, “teslîmiyet ve barış” demektir. Fakat İslâm, körü-körüne ve pasif bir teslîmiyet ve barış değildir. İslâm’da teslîmiyet “sâdece Allah’a olan teslîmiyet” iken, barış ise, “savaştan sonraki barış”tır. Zîrâ teslîmiyet ancak “sâdece Allah’a”, barış ise “savaştan sonraki barış” olunca anlamlı ve kalıcı olur.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince savaş kaçınılmaz bir şeydir. “Mutlak barış” diye bir şey olamaz. Şu da var ki gerçek barışı ancak İslâm sağlayabilir. Çünkü barışı bile istismâr etmeyecek olan tek etken İslâm’ın kânunlarıdır.

 

Savaş ya Allah yolunda yada tâğut yâni “kendilerinde Allah gibi güç olduğunu sanan ve gösterenler” yolunda olur:   

 

“Îman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse evliyâu’ş şeytan/şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytan’ın hîleli düzeni pek zayıftır” (Nîsâ 76).

 

İslâm’a göre savaş, kişinin iç-âleminde şeytana ve nefsine karşo yaptığı savaşla başlar ve bu savaş, kâlbin ve rûhun gâlibiyetinden sonra şeytanın ve nefsin dize getirilip barışılmasıyla biter. Bundan sonra ise savaş dış-âleme taşınır ve şeytanın, nefsinin ve tâğutun yönlendirmesi ve yönetmesi altındaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin dize getirilip, fitne kalmayıncaya ve İslâm’ın hâkimiyeti altında yapılacak barışa kadar gider: 

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

İslâm çıkar elde etmek yada zulmetmek için savaş başlatmaz. İslâm’da savaş adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke ve dolayısıyla zulme karşı olur. İslâm, savaşı başlatan taraf olmaz ama İslâm’da savaş, -bâzı yavşakların zannettiği gibi- mutlak ve kesin anlamda “savunma savaşı” falan değildir. Zulme yol açacak yada açmış olan bir durum karşısında İslâm pasif davranmaz ve olayı geçiştirmez de fitneye, fesada, zulme ve zâlimlere karşı savaşı başlatan taraf olur. Bir ölüm-zulüm-mazlûmiyet durumu karşısında yâni savaşmaktan başka yol kalmayan durumlarda, Allah savaşılmamasını kabûl etmez de şöyle der:

 

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder!” diye yalvarıp duruyorlar” (Nîsâ 75).

 

İslâm, Allah’ın tüm kâinâta, Dünyâ’ya ve insanlar arasında hâkim kılınıp uygulanması için belirlediği tek hak din, sistem ve yoldur. Bu nedenle “savaştan sonraki barış, İslâm, aynen göklerde olduğu gibi insanlar arasındaki her alanda ve her işte mutlak hâkim ve belirleyici olarak düzeni ve nizâmı sağlayabilecek tek yol ve sistem olduğu için, İslâm’ın hâkimiyetinde bir barış olmalıdır. İslâm üstün durumdayken ille de barış-barış diyerek anlaşma yapma  yoluna  girmez: Karşı taraf İslâm’ın üstünlüğünü ve belirleyiciliğini kabûl ettikten sonra ise hakkâniyetli bir anlaşma yapılır:

 

“Gevşemeyin, üstün durumda olduğunuz hâlde antlaşmaya dâvet etmeyin! Allah sizinledir; amellerinizi asla yitirmeyecektir” (Muhammed 35).

 

Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Enfâl 61).

 

İslâm “barış dînidir ama bu “herkesle hangi şartlarda olursa-olsun ille de barış” değildir. İslâm ‘da barış, “pasif bir barış” değildir. İslâm’daki barış, Allah’ın sözü hâkim kılındıktan sonra şartlarını İslâm’ın belirlediği ve karşı tarafın kabûl edeceği mecbûri barıştır. Aksi-hâlde barış falan olmaz.

 

Bu neden böyledir?. Çünkü insanlar acı azâbı ve acı kuvveti-kararlılığı görmedikçe yola gelmezler. Bu çok açık bir şeydir. Bu nedenle Kur’ân, sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarır:

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).

 

Peygamberimiz’in de hem müjdeleyici hem de uyarıcı ve korkutucu sıfatları vardır. Kâfirlerin, müşriklerin ve zâlimlerin korkutucusudur fakat aynı-zamanda iyiliği emredici ve kötülükten sakındırıcı gibi sıfatları vardır. İslâm, insanların mallarına-canlarına kasteden emperyâlist hareketlere-sömürgeci zâlim hareketlere karşı bizim korkutucudur.

 

Peygamberimiz; “kafirlerle, müşriklerle ve zâlimlerle savaşmakla emrolundum” der. Zâten tüm peygamberler böyle demiştir ve böyle yapmıştır. İslâm “boş laf dîni” değildir. Amel-eylem de vardır, savaş da vardır, barış da vardır. Çünkü Allah zinhar kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. O-hâlde küfür ve şirk dolayısıyla kâfir, müşrik ve zâlimlere meydan okuyacak ve onlarla mücâdeleye girecektir. Zîrâ İslâm’ın hedefi, “Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak”tır, yoksa tüm insanların müslüman olması değil.

 

İslâm’da savaşın ve barışın nasıl ve ne zaman olacağını Allah belirler. İnsanlar savaş ve barışı Allah’ın emir ve yasaklarına göre değil de vicdanlarına göre belirlemeye kalktıklarında bile gerçek bir barışa ulaşamazlar. Çünkü -sözde- nice vicdandan bahsedenler vardır ki şerefsiz-vicdansızların önde gidenleridirler.

 

Allah; “yahudileri, hristiyanları ve müşrikleri dost yâni veli edinmeyin” diyor. Bu, “onların belirleyiciliğini kabûl etmeyin, onların beşerî sistemlerine, düşüncelerine, ideolojilerine ve sapkın yollarına uymayın ve yörüngelerine girmeyin” demektir. Yoksa onlar belki komşunuz olabilir, iş arkadaşınız olabilir yada vatandaşınız olabilir. Müslümanlar, zamânında İspanya’dan kovulan yahudilere, Dünyâ’da hiç kimse kabûl etmezken kucak açmıştır. Ehl-i kitapla yüzyıllarca sorunsuz bir şekilde iyi geçinmiş ve yaşayıp gitmiştir. Bu niyet bâkîdir. Fakat onlarla olan mesâfenin korunması isteniyor. Çünkü İslâm hâkimdir ve bu hâkimiyeti kabûl etmeyenlerle içli-dışlı dost olmak sırıtır.

 

“İslâm barış dînidir” sözünü öne sürerek, insanı ne yaparsa-yapsın hoş görmek diye bir şey yoktur. Barış varsa savaş da vardır, suç varsa cezâ da vardır, yaşatmak varsa öldürmek de vardır. “İrtidât edeni öldürmek” bile sanıldığı gibi değildir. İslâm’da hiç kimse zorla İslâm’a sokulamadığı gibi, eğer İslâm’ı  bir türlü benimseyemediyse zorla İslâm’da tutulamaz. Fakat irtidât bu kadar basit bir olay değildir ki!. İslâm sâdece inanç değildir. Sâdece iç-âlemlerin neşesi değildir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âleme de hayâtın her alanında hâkim olmak için indirilmiş bir din’dir. Bu nedenle İslâm’ın sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî ve siyâsî yönü de vardır. İşte irtidât da bu nedenle “vatan-hâinliği” demektir. Nasıl ki günümüzde vatan-hâinliği affedilmiyorsa bunun cezâsı olarak îdam isteniyorsa, devlet hâline gelmiş olan İslâm’da da “din’den dönme” sözüyle ifâdesini bulan irtidât yâni vatan-hâinliği, özellikle savaş ve düşmanlara ajanlık yapma durumunda cezâ olarak ölümü belirlemiştir. Zâten eleştirilip duran Kurayza-oğullarına verilen “tüm erkelerin öldürülmesi” cezâsı, Hendek Savaşı’nda yaptıkları vatan-hâinliği anlamına gelen ihânetin bir cezâsıydı.  Allahsız-seküler devletler ve kânunlar vatan-hâinliğine ölüm cezâsı verirken haklı ve normâl görülüyor da, İslâm Devleti bu cezâyı verdiğinde neden haklı ve normâl görülmüyor da İslâm öcü gibi gösterilmeye çalışılıyor?. Bu elbette İslâm düşmanlığı nedeniyledir.

 

Yine; niçin vatan için savaşmak, öldürmek, ölmek, kahramanlık, büyük bir onur ve şehitlik olarak görülüyor da, Allah yolunda yada İslâm devleti uğruna savaşmak, öldürmek ve ölmek irticâ, gericilik, yobazlık, câhillik ve terörizm olarak görülüyor?.  Elbette yine aynı sebepten dolayı. Allah yolunda savaşmak yâni cihad etmek ve öldürmek-ölmek elbette büyük bir şeydir. Vatan için ölmek büyük bir şey de, vatanı da yaratan Allah için ölmek mi kötü!.

 

“Niçin barış yerine savaş?; güzellikle, hoş-görüyle, anlaşmayla, uzlaşmayla, konuşarak, sevişerek vs. anlaşmak varken niçin savaşılsın?” diyorlar. Çünkü ağır bir adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk, fitne, fesat ve zulüm ancak savaş, zâlimlere karşı gâlibiyet ve savaştan sonraki barış ile ortadan kaldırılabilir. İnsanlık-târihinde ağır bir adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, küfrün, şirkin, fitnenin, fesadın ve zulmün, kırmadan-dökmeden, yıkmadan-yakmadan, güzellikle-hoşgörüyle ortadan kaldırılıp da barışın sağlandığının tek bir örneği bile yoktur. Bu nedenle savaş, hoşumuza gitmese bile  kaçınılmaz bir şeydir.

 

Modernizme meftûn, râm ve hayrân oldukları için modernizm tarafından gevşetilmiş ve yavşatılmış olanların, İslâm’ı aşırı ve absürt yorumlara boğarak tam da modernizme uygun düşecek şekilde yorumlayarak İslâm’ın barış dîni olduğunu söyleyip duranlar, İslâm’a saldırdıklarının ve İslâm ile savaştıklarının farkında değildirler. İslâm’da barış vardır ve İslâm’ın anlamlarından biri de “barış”tır ama bu “herkesi hoş-görerek her-şeye katlanmak ve büyük tâvizler vererek olan pasif  bir barış” değiş, “savaştan ve İslâm’ı hâkim kıldıktan sonraki barış”tır.

 

“İslâm savaş dînidir ve kılıçla yükselmiştir” diyorlar. İslâm savaş dîni ve yoludur ve savaştan başka bir şey getirmemiştir de; sanki lâik, seküler, demokrasi ve cumhûriyet, Kemâlizm, Marksizm, Komünizm, Sosyâlizm, Kapitâlizm, Liberâlizm, Feminizm, Faşizm ve her türlü modern din ve yollar barış mı getirdiler?. Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattılar. Ekini ve nesli berbât ve helâk ettiler. Dünyâ’yı yaşanmaz bir hâle soktular. İnsanları maddî yada mânevî anlamda yozlaştırdılar  re bunu hâlen çeşitli şekillerde sürdürüyorlar.

 

Merkeze mutlak anlamda İslâm’ı almasa da İslâm’ın bir geçerliliğinin ve üstünlüğünün olduğu Osmanlı, yüzyıllar boyunca Balkanlar’da ve Orta-doğu’da düzeni, nizâmı ve barışı sağlamıştı. Fakat bu Allahsız-şerefsiz beşerî ideoloji ve sistemler bu bölgelerde bir türlü bitmek bilmeyen savaşları, dinmek bilmeyen kanları ve ortaya konan zulümleri dindiremiyorlar ve barışı sağlayamıyorlar. Zâten sağlamak da istemiyorlar. Zîrâ Allahsız oldukları için sâdece çıkarlarını düşünüyorlar. Bu Allahsız-beşerî ideoloji ve sistemler kandan, göz-yaşından ve zulümden geçindikleri için, sürekli olarak barış-barış deseler de aslında barışı sağlamak gibi bir niyetleri ve hedefleri yoktur.

 

Şu da var ki, “farklı olanlarla bir-arada yaşamak” ancak İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir. Diğer beşerî sistem ve ideolojiler bunu sağlayamaz ve sağlayamıyor da. Çünkü zâten sağlama niyeti, hedefi ve güçleri yoktur. İslâm ise hem sağlamak ister hem de sağlayabilir. Zamânında uzun yıllar boyunca sağlamıştı da. Fakat bu barış ancak İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir. Zîrâ bu barış ancak Allah’ın sözüyle ve dîniyle sağlanabilir. Belirleyici mutlakâ Allah olmalıdır. Çünkü Yaratan Allah’tır. Yaratmanın sorumluluğunu kim almışsa, belirleme de O’nun hakkıdır. Meselâ Marx “kâinâtı ben yarattım” demiyor ve diyemez de. Çünkü bunun çok ağır ve baş edilemez bir yükü ve sorumluluğu vardır. Fakat Allah; “her-şeyi Ben yarattım” diyor. Bunu ancak Allah söyleyebilir. Çünkü hem her-şeyi yaratmaya ancak Allah’ın gücü yeter hem de yaratmanın sorumluluğunu ve yükünü ancak Allah taşıyabilir. O-hâlde göklerde olduğu gibi yeryüzünde de belirleyicilik O’nun hakkıdır. İş böyle iken Dünyâ ve insan neden Allah-merkezli değil de beşer/insan/akıl-merkezli olsun ki!. Savaşı ve barışı niçin Allah değil de insan belirleyecek?.

 

İslâm insan-beşer sözü değildir ki insana göre değişip dursun ve insanların keyiflerine göre değiştirip-dönüştürdüğü zamâna ve mekâna göre konum alsın ve şekillensin!. İslâm Allah’ın dîni ve sözüdür ve bu nedenle de tüm zamanlar ve mekânlarda İslâm hâkim olmalıdır. En azından mü’minler buna inanırlar ve bunun için çalışırlar, bunun için savaşırlar ve bunun için barışırlar.

 

İslâm; zaman değiştikçe, mekân değiştikçe ve bilgi fazlalaştıkça aşılabilecek bir şey değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder