“Savaş
hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin
için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara Sûresi 216).
“Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse
dosdoğru yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25).
İslâm kelimesi, “teslîmiyet ve barış” demektir. Fakat
İslâm, körü-körüne ve pasif bir teslîmiyet ve barış değildir. İslâm’da
teslîmiyet “sâdece Allah’a olan teslîmiyet” iken, barış ise, “savaştan sonraki
barış”tır. Zîrâ teslîmiyet ancak “sâdece Allah’a”, barış ise “savaştan sonraki
barış” olunca anlamlı ve kalıcı olur.
Sünnetullah ve imtihan gereğince savaş kaçınılmaz bir
şeydir. “Mutlak barış” diye bir şey olamaz. Şu da var ki gerçek barışı ancak
İslâm sağlayabilir. Çünkü barışı bile istismâr etmeyecek olan tek etken
İslâm’ın kânunlarıdır.
Savaş ya Allah yolunda yada tâğut yâni “kendilerinde
Allah gibi güç olduğunu sanan ve gösterenler” yolunda olur:
“Îman
edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar.
Öyleyse evliyâu’ş şeytan/şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytan’ın
hîleli düzeni pek zayıftır” (Nîsâ 76).
İslâm’a göre savaş, kişinin iç-âleminde şeytana ve
nefsine karşo yaptığı savaşla başlar ve bu savaş, kâlbin ve rûhun
gâlibiyetinden sonra şeytanın ve nefsin dize getirilip barışılmasıyla biter.
Bundan sonra ise savaş dış-âleme taşınır ve şeytanın, nefsinin ve tâğutun
yönlendirmesi ve yönetmesi altındaki kâfir, müşrik ve zâlimlerin dize
getirilip, fitne kalmayıncaya ve İslâm’ın hâkimiyeti altında yapılacak barışa
kadar gider:
“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek
olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
İslâm çıkar elde etmek yada zulmetmek için savaş
başlatmaz. İslâm’da savaş adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa,
küfre, şirke ve dolayısıyla zulme karşı olur. İslâm, savaşı başlatan taraf
olmaz ama İslâm’da savaş, -bâzı yavşakların zannettiği gibi- mutlak ve kesin
anlamda “savunma savaşı” falan değildir. Zulme yol açacak yada açmış olan bir
durum karşısında İslâm pasif davranmaz ve olayı geçiştirmez de fitneye, fesada,
zulme ve zâlimlere karşı savaşı başlatan taraf olur. Bir ölüm-zulüm-mazlûmiyet
durumu karşısında yâni savaşmaktan başka yol kalmayan durumlarda, Allah
savaşılmamasını kabûl etmez de şöyle der:
“Size ne
oluyor da, Allah yolunda ve o ezilen erkekler, kadınlar ve yavrular uğrunda
savaşmıyorsunuz?. Baksanıza: “Ey bizim Rabbimiz!, bizleri zâlim olan bu
memleketten kurtar!, bize bir yiğit, bir bahâdır gönder!” diye yalvarıp
duruyorlar” (Nîsâ 75).
İslâm, Allah’ın tüm
kâinâta, Dünyâ’ya ve insanlar arasında hâkim kılınıp uygulanması için belirlediği
tek hak din, sistem ve yoldur. Bu nedenle “savaştan sonraki barış, İslâm, aynen
göklerde olduğu gibi insanlar arasındaki her alanda ve her işte mutlak hâkim ve
belirleyici olarak düzeni ve nizâmı sağlayabilecek tek yol ve sistem olduğu
için, İslâm’ın hâkimiyetinde bir barış olmalıdır. İslâm üstün durumdayken ille
de barış-barış diyerek anlaşma yapma
yoluna girmez: Karşı taraf
İslâm’ın üstünlüğünü ve belirleyiciliğini kabûl ettikten sonra ise hakkâniyetli
bir anlaşma yapılır:
“Gevşemeyin, üstün durumda olduğunuz hâlde antlaşmaya
dâvet etmeyin! Allah sizinledir; amellerinizi asla yitirmeyecektir” (Muhammed 35).
“Eğer
onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah’a tevekkül
et. Çünkü O, işitendir, bilendir” (Enfâl 61).
İslâm “barış dînidir ama bu “herkesle hangi şartlarda
olursa-olsun ille de barış” değildir. İslâm ‘da barış, “pasif bir barış” değildir.
İslâm’daki barış, Allah’ın sözü hâkim kılındıktan sonra şartlarını İslâm’ın
belirlediği ve karşı tarafın kabûl edeceği mecbûri barıştır. Aksi-hâlde barış
falan olmaz.
Bu neden böyledir?. Çünkü insanlar acı azâbı ve acı
kuvveti-kararlılığı görmedikçe yola gelmezler. Bu çok açık bir şeydir. Bu nedenle
Kur’ân, sevgiden ziyâde korkuyu öne çıkarır:
“Ey îman
edenler!; Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve
siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin” (Âl-i İmran 102).
Peygamberimiz’in de hem
müjdeleyici hem de uyarıcı ve korkutucu sıfatları vardır. Kâfirlerin,
müşriklerin ve zâlimlerin korkutucusudur fakat aynı-zamanda iyiliği emredici ve
kötülükten sakındırıcı gibi sıfatları vardır. İslâm, insanların
mallarına-canlarına kasteden emperyâlist hareketlere-sömürgeci zâlim hareketlere
karşı bizim korkutucudur.
Peygamberimiz; “kafirlerle, müşriklerle ve zâlimlerle savaşmakla
emrolundum” der. Zâten tüm peygamberler böyle demiştir ve böyle yapmıştır.
İslâm “boş laf dîni” değildir. Amel-eylem de vardır, savaş da vardır, barış da
vardır. Çünkü Allah zinhar kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. O-hâlde küfür
ve şirk dolayısıyla kâfir, müşrik ve zâlimlere meydan okuyacak ve onlarla
mücâdeleye girecektir. Zîrâ İslâm’ın hedefi, “Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak”tır,
yoksa tüm insanların müslüman olması değil.
İslâm’da savaşın ve
barışın nasıl ve ne zaman olacağını Allah belirler. İnsanlar savaş ve barışı
Allah’ın emir ve yasaklarına göre değil de vicdanlarına göre belirlemeye
kalktıklarında bile gerçek bir barışa ulaşamazlar. Çünkü -sözde- nice vicdandan
bahsedenler vardır ki şerefsiz-vicdansızların önde gidenleridirler.
Allah; “yahudileri, hristiyanları ve müşrikleri dost yâni
veli edinmeyin” diyor. Bu, “onların belirleyiciliğini kabûl etmeyin, onların
beşerî sistemlerine, düşüncelerine, ideolojilerine ve sapkın yollarına uymayın
ve yörüngelerine girmeyin” demektir. Yoksa onlar belki komşunuz olabilir, iş
arkadaşınız olabilir yada vatandaşınız olabilir. Müslümanlar, zamânında
İspanya’dan kovulan yahudilere, Dünyâ’da hiç kimse kabûl etmezken kucak
açmıştır. Ehl-i kitapla yüzyıllarca sorunsuz bir şekilde iyi geçinmiş ve
yaşayıp gitmiştir. Bu niyet bâkîdir. Fakat onlarla olan mesâfenin korunması
isteniyor. Çünkü İslâm hâkimdir ve bu hâkimiyeti kabûl etmeyenlerle içli-dışlı
dost olmak sırıtır.
“İslâm barış dînidir” sözünü öne sürerek, insanı ne
yaparsa-yapsın hoş görmek diye bir şey yoktur. Barış varsa savaş da vardır, suç
varsa cezâ da vardır, yaşatmak varsa öldürmek de vardır. “İrtidât edeni
öldürmek” bile sanıldığı gibi değildir. İslâm’da hiç kimse zorla İslâm’a
sokulamadığı gibi, eğer İslâm’ı bir
türlü benimseyemediyse zorla İslâm’da tutulamaz. Fakat irtidât bu kadar basit
bir olay değildir ki!. İslâm sâdece inanç değildir. Sâdece iç-âlemlerin neşesi
değildir. İslâm iç-âlemlerden sonra dış-âleme de hayâtın her alanında hâkim
olmak için indirilmiş bir din’dir. Bu nedenle İslâm’ın sosyâl, kültürel,
toplumsal, âilevî, ekonomik, kânûnî, hukûkî, askerî ve siyâsî yönü de vardır.
İşte irtidât da bu nedenle “vatan-hâinliği” demektir. Nasıl ki günümüzde
vatan-hâinliği affedilmiyorsa bunun cezâsı olarak îdam isteniyorsa, devlet
hâline gelmiş olan İslâm’da da “din’den dönme” sözüyle ifâdesini bulan irtidât
yâni vatan-hâinliği, özellikle savaş ve düşmanlara ajanlık yapma durumunda cezâ
olarak ölümü belirlemiştir. Zâten eleştirilip duran Kurayza-oğullarına verilen
“tüm erkelerin öldürülmesi” cezâsı, Hendek Savaşı’nda yaptıkları vatan-hâinliği
anlamına gelen ihânetin bir cezâsıydı.
Allahsız-seküler devletler ve kânunlar vatan-hâinliğine ölüm cezâsı
verirken haklı ve normâl görülüyor da, İslâm Devleti bu cezâyı verdiğinde neden
haklı ve normâl görülmüyor da İslâm öcü gibi gösterilmeye çalışılıyor?. Bu
elbette İslâm düşmanlığı nedeniyledir.
Yine; niçin vatan için savaşmak, öldürmek, ölmek, kahramanlık,
büyük bir onur ve şehitlik olarak görülüyor da, Allah yolunda yada İslâm
devleti uğruna savaşmak, öldürmek ve ölmek irticâ, gericilik, yobazlık,
câhillik ve terörizm olarak görülüyor?.
Elbette yine aynı sebepten dolayı. Allah yolunda savaşmak yâni cihad
etmek ve öldürmek-ölmek elbette büyük bir şeydir. Vatan için ölmek büyük bir
şey de, vatanı da yaratan Allah için ölmek mi kötü!.
“Niçin barış yerine savaş?; güzellikle, hoş-görüyle,
anlaşmayla, uzlaşmayla, konuşarak, sevişerek vs. anlaşmak varken niçin
savaşılsın?” diyorlar. Çünkü ağır bir adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık,
ahlâksızlık, küfür, şirk, fitne, fesat ve zulüm ancak savaş, zâlimlere karşı
gâlibiyet ve savaştan sonraki barış ile ortadan kaldırılabilir. İnsanlık-târihinde
ağır bir adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, küfrün,
şirkin, fitnenin, fesadın ve zulmün, kırmadan-dökmeden, yıkmadan-yakmadan, güzellikle-hoşgörüyle
ortadan kaldırılıp da barışın sağlandığının tek bir örneği bile yoktur. Bu
nedenle savaş, hoşumuza gitmese bile
kaçınılmaz bir şeydir.
Modernizme meftûn, râm ve hayrân oldukları için modernizm
tarafından gevşetilmiş ve yavşatılmış olanların, İslâm’ı aşırı ve absürt
yorumlara boğarak tam da modernizme uygun düşecek şekilde yorumlayarak İslâm’ın
barış dîni olduğunu söyleyip duranlar, İslâm’a saldırdıklarının ve İslâm ile
savaştıklarının farkında değildirler. İslâm’da barış vardır ve İslâm’ın
anlamlarından biri de “barış”tır ama bu “herkesi hoş-görerek her-şeye katlanmak
ve büyük tâvizler vererek olan pasif bir
barış” değiş, “savaştan ve İslâm’ı hâkim kıldıktan sonraki barış”tır.
“İslâm savaş dînidir ve kılıçla yükselmiştir” diyorlar.
İslâm savaş dîni ve yoludur ve savaştan başka bir şey getirmemiştir de; sanki
lâik, seküler, demokrasi ve cumhûriyet, Kemâlizm, Marksizm, Komünizm,
Sosyâlizm, Kapitâlizm, Liberâlizm, Feminizm, Faşizm ve her türlü modern din ve
yollar barış mı getirdiler?. Dünyâ’nın ve insanların anasını ağlattılar. Ekini
ve nesli berbât ve helâk ettiler. Dünyâ’yı yaşanmaz bir hâle soktular.
İnsanları maddî yada mânevî anlamda yozlaştırdılar re bunu hâlen çeşitli şekillerde
sürdürüyorlar.
Merkeze mutlak anlamda İslâm’ı almasa da İslâm’ın bir
geçerliliğinin ve üstünlüğünün olduğu Osmanlı, yüzyıllar boyunca Balkanlar’da
ve Orta-doğu’da düzeni, nizâmı ve barışı sağlamıştı. Fakat bu Allahsız-şerefsiz
beşerî ideoloji ve sistemler bu bölgelerde bir türlü bitmek bilmeyen savaşları,
dinmek bilmeyen kanları ve ortaya konan zulümleri dindiremiyorlar ve barışı
sağlayamıyorlar. Zâten sağlamak da istemiyorlar. Zîrâ Allahsız oldukları için
sâdece çıkarlarını düşünüyorlar. Bu Allahsız-beşerî ideoloji ve sistemler
kandan, göz-yaşından ve zulümden geçindikleri için, sürekli olarak barış-barış
deseler de aslında barışı sağlamak gibi bir niyetleri ve hedefleri yoktur.
Şu da var ki, “farklı olanlarla bir-arada yaşamak” ancak
İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir. Diğer beşerî sistem ve ideolojiler bunu
sağlayamaz ve sağlayamıyor da. Çünkü zâten sağlama niyeti, hedefi ve güçleri
yoktur. İslâm ise hem sağlamak ister hem de sağlayabilir. Zamânında uzun yıllar
boyunca sağlamıştı da. Fakat bu barış ancak İslâm’ın hâkimiyetinde olabilir.
Zîrâ bu barış ancak Allah’ın sözüyle ve dîniyle sağlanabilir. Belirleyici
mutlakâ Allah olmalıdır. Çünkü Yaratan Allah’tır. Yaratmanın sorumluluğunu kim
almışsa, belirleme de O’nun hakkıdır. Meselâ Marx “kâinâtı ben yarattım” demiyor
ve diyemez de. Çünkü bunun çok ağır ve baş edilemez bir yükü ve sorumluluğu
vardır. Fakat Allah; “her-şeyi Ben yarattım” diyor. Bunu ancak Allah söyleyebilir.
Çünkü hem her-şeyi yaratmaya ancak Allah’ın gücü yeter hem de yaratmanın
sorumluluğunu ve yükünü ancak Allah taşıyabilir. O-hâlde göklerde olduğu gibi
yeryüzünde de belirleyicilik O’nun hakkıdır. İş böyle iken Dünyâ ve insan neden
Allah-merkezli değil de beşer/insan/akıl-merkezli olsun ki!. Savaşı ve barışı
niçin Allah değil de insan belirleyecek?.
İslâm insan-beşer sözü değildir ki insana göre değişip
dursun ve insanların keyiflerine göre değiştirip-dönüştürdüğü zamâna ve mekâna
göre konum alsın ve şekillensin!. İslâm Allah’ın dîni ve sözüdür ve bu nedenle
de tüm zamanlar ve mekânlarda İslâm hâkim olmalıdır. En azından mü’minler buna
inanırlar ve bunun için çalışırlar, bunun için savaşırlar ve bunun için
barışırlar.
İslâm; zaman değiştikçe, mekân değiştikçe ve bilgi
fazlalaştıkça aşılabilecek bir şey değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder