“Allah, îman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir.
Onları karanlıklardan nûra çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tâğut’tur.
Onları nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz
kalacaklardır” (Bakara 257).
Mü’minler için, yazının başlığındaki soruya verilecek
cevap; “bir yere kadar” şeklinde olmalıdır. Bâtıl her zaman, bâzı faydalı
şeyler ile ortaya çıkar, çünkü benimsenmesi ve hayâtiyetini sürdürebilmesi için
buna mecburdur. Hem böyle olduğu için hem de bâtıl -sünnetullah ve imtihan
nedeniyle- genelde hâkim ve baskın durumda olduğu için insanlar bâtıla ve
bâtılın ortaya çıkardıklarına uymaya mecbur bırakılmakta ve mecbur
kalmaktadırlar. Tabi ortaya konan şeyler içinde insanlara faydası olan bâzı iyi
şeyler de olmaktadır.
Aslında “gelişme” denilen şey “değişme”dir. Bu nedenle
“gelişme” zannedilen şey, zihniyetin, üretimin ve mekânın dolayısı ile zamânın
değişimidir. Seküler insan için bu değişimin neye göre ve hangi merkezde olduğu
önemli değildir ve seküler insan değerlendirmesini sâdece konforunun, keyfinin,
hazzının, zevkinin ve rahatının artıp-artmamasına göre yapar. Fakat mü’minler
öyle değildir. Mü’minler her ortaya çıkanın ve her değişimin değerlendirmesini
kesin şekilde, Allah’ın rızâsına uygun olup-olmamasına göre yaparlar. Bâtılın
ve câhiliyenin, dolayısıyla da küfrün, şirkin ve zulmün hâkimiyetinde ortaya
konan her “gelişim” zannedilen değişim, yenilik ve başkalaşma, merkeze Allah
alınmadığı için şeytana, nefse ve tâğutlara göre olur. Bu yüzden mü’minler
gelişmelere ayak uydurmak noktasında dikkatlidirler ve çok seçidirler. Hattâ
çoğu-zaman radikâl kararlar almayı düşünerek mevcut câhiliyenin yâni
modernitenin etkisinden tamâmen kurtulmanın hesâbını yaparlar. Zîrâ mü’minler,
Allah’ın rızâsına çok büyük oranda uygun olmayan ve aykırı olan modernitenin
ortaya koyduğu gelişim-değişimlere ayak uydurmak zorunda hissetmezler. Zâten
siteme zihnen ve pratik anlamda olabildiğince muhâlif durmalarının nedeni
budur.
“Gelişmelere ayak uydurmak”, “mevcut sisteme ayak
uydurmak” demektir. Mevcut sistem Allah’ın emirlerine, yasaklarına ve
hükümlerine uygun olmadığı ve de aykırı olduğu için, “Allah’ın rızâsına aykırı
olana ayak uydurmak” anlamına gelir. İslâm, “her gelişmeye ayak uydurulmasın ve
sâdece Allah’ın rızâsına ve dînine uygun olana ayak uydurulsun” diye vardır.
O-hâlde, insanlar her gelişmeye ayak uydurmayı matah bir şey zannede-dursun,
mü’minler gelişmelere ayak uydurmak mecbûriyetinde olmadıklarını, her gelişmeye
ayak uydurmaktan kaçınmaları gerektiğini ve “sâdece Allah’ın râzı olduğu
şeylere ayak uydurmak” gerektiğini çok iyi bilirler. Zâten her namazda bunu
ikrâr ederler ve: “Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5) derler ki, her ibâdet ve Allah rızâsına uygun olan her
amel-eylem “sâdece Allah’a ayak uydurmak” demektir.
Her gelişmeye ayak uydurmak ağır bir pasiflik ve
tembellik durumudur. Tabi aynı-zamanda şeytana uymaktır, zîrâ seküler bir
dünyâda “gelişme” denilen ve ortaya çıkan olayların hemen tamâmı şeytanın fısıltılarına,
nefsin kışkırtmalarına yada tâğutların sapkın yalanlarına dayanır. Bundan
dolayı her gelişmeye ayak uyduran insanlar, beyinleri iğdiş edilmiş, zihinleri
dumura uğratılmış ve aptallaştırılmış hâle gelirler. Korona sürecinde bunu çok
net gördük. Her denilene ve her açıklamaya, aptalca ve ahmakça uyan insanlar,
kendilerine zarar verecek-vermiş olan şeyleri, önünü-sonunu hiç düşünmeden
uygulamayı seve-isteye kabûl ettiler. Bu, büyük bir huşû, kesin bir îman ve çok
güçlü bir güven duydukları modern-bilim ve teknolojinin ortaya koyduğu her
gelişmeye sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız ayak uydurmalarının bir sonucu
idi.
Gelişmelere ayak uydurmanın iyi bir şey olduğunu zannedenlerin,
bâzen hadis olarak da sürekli söyledikleri sözlerden biri de; “zaman sana
uymuyorsa sen zamâna uy” sözüdür. Bu sözün Hz. Ali’ye âit olduğunu söyleyenler
de vardır. Çocuk terbiyesi ile alâkalı olan bir soruya Hz. Ali:
“Onları hangi usûle göre terbiye ediyorsunuz?” diye sormuş, onlar da; “elbette
ki babalarımızdan gördüğümüz gibi” diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Ali
-sözde-; “çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usûllere göre değil; zamânın îcaplarına
göre terbiye edin. Zaman size uymazsa, siz zamana uyun!” buyurmuş.
Tabi
bu sözler uydurulmuş zırvalıklardır. Mevcut zamânı kutsayanların yaptıkları bu
şey, İslâm’ın ilkelerine birebir aykırı olan bu sözü Peygamberimiz’e yada Hz.
Ali gibi birilerine isnât ederek meşrûlaştırmak istemekten başkası değildir.
İslâm açısından bu sözün kabûl edilmesi mümkün değildir. Zîrâ İslâm tüm
zamanlarda ve tüm mekânlarda, “zamâna uymak” için değil, “zamânı kendi temel
ilkelerine göre değiştirmek ve dönüştürmek için” vardır. Tüm peygamberler gibi
mü’minlerin görevi de, “İslâm’ı gelişmelere ve zamâna uydurmak” değil, “mekânı,
zamânı ve mevcudu İslâm’a uydurmak”tır:
“Allah,
dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz
kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz,
İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) !Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat
kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah
dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir”
(Şûrâ 13).
Târih-boyunca Allah rızâsına uygun olmayan ve aykırı olan
gelişmelere ayak uydurmuş olan kavimler hep helâka uğramıştır. Helâk olan
kavimler hep, Allah yerine şeytana ve nefse, dolayısıyla tâğutlara uydukları
için mahvolmuşlardır. Onlardan biri olan Ad kavmi için Kur’ân şöyle der:
“İşte Ad (halkı): Rablerinin
âyetlerini tanımayıp reddettiler. O’nun elçilerine isyân ettiler ve her inatçı
zorbanın emri ardınca yürüdüler” (Hûd 59).
Gelişmelere
daha doğrusu değişmelere ayak uydurmak ancak Allah ve İslâm-merkezli olursa
meşrû olur ve iyi sonuç verir. O-hâlde değişimi kimin neye göre yaptığı
önemlidir. İslâm-dışı olan hiç-bir gelişmeye ve değişmeye mecbur değiliz.
Adâletsiz, eşitsiz, hakîkatsiz, haksız, ahlâksız, kötü, çirkin, haram, günah,
ayıp, suç, zulüm içeren hiç-bir gelişmeye-değişmeye mecbur değiliz.
Mü’minler;
sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsi
vs. alanlardaki, İslâm’a ve dolayısıyla hakka-hakîkate uygun olmayan ve aykırı
olan hiç-bir gelişmeye ve değişmeye mecbur değildir. Beşerin, insanın, aklın,
modern zihniyetin, beşerî ideolojilerin, lâikliğin, sekülerizmin, demokrasinin,
cumhûriyetin, kemâlizmin, feminizmin, kapitâlizmin, liberâlizmin, komünizmin,
sosyâlizmin, modernizmin, post-modernizmin, post-truthun, meta-versenin, yapay
zekânın, modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı hiç-bir gelişmeye ve
değişmeye mecbur değildir.
Modernite ile birlikte modern insan
için ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline gelmiştir.
Oysa tüm insanlar üzerinde aynı etkiyi yapan şey, “gelişme” değildir.
Bir şeyin gelişmesi, geliştiği şeyden
“zamanla başkalaşması” demektir. Bir zaman sonra gelişen o şey başkalaşarak, ilk
geliştiği şey olmaktan çıkar.
Dünyâ,
“gelişme”nin değil, “değişmenin” yaşandığı mekândır. Değişme ise ancak “İslâmî
anlamda bir değişme” olduğunda “iyi bir değişim” olmuş olur.
Birileri de İslâm’ı değiştirerek
-sözde- geliştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa İslâm dîninin gelişmeye ihtiyâcı
yoktur. Zîrâ İslâm, ilkel bir din değildir. İslam Medeniyeti’nden bi-haber
olanlar ve hakîki bir İslâm ülkesinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu
bilmeyenler, Avrupa’yı-Batı’yı; bilimin, insânî değerlerin, gelişmenin vs.
beşiği zannederler. Oysa bunları başlatan İslâm, ifsâd eden ise
Avrupa-Batı’dır.
Mü’minler;
içkinin, sigaranın, uyuşturucunun, kumarın, zinânın, fâizin, ekonomik
uçurumları doğuran politikaların, kısaca Allah’ın emir ve yasaklarına, kânun ve
kurallarına yâni İslâm’a uygun olmayan
ve aykırı olan hiç-bir şeye mecbur değildir ve tüm bunlara karşıdır. Zâten
mü’minler işte bu nedenle hor görülmekte yâni gelişmelere ve değişimlere ayak
uydurmadıkları için onlara maddî ve mânevî anlamda zulmedilmektedir. Zîrâ tüm
zamanlarda ve mekânlarda, şeytanın, nefsin ve tâğutların izinde yürümeyi
bayraklaştırmış olanlar, kendi hayat-tarzlarına ve yaşam-şekillerine uymayan,
dolayısıyla gelişmelere ve değişmelere ayak uydur(a)mayanlardan hoşnut
olmazlar. Lâkin mü’minler için bu sorun değildir:
“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar
senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: Şüphesiz doğru yol, Allah’ın
(gösterdiği) yoludur. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek
ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de
bir yardımcı” (Bakara 120).
Çünkü mü’minler çok iyi bilirler ve
îman ederler ki:
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder