“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı
çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).
“İşte
böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkârlardan bir düşman kıldık. Yol
gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter” (Furkân 31).
İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet üzere olmanın ilk şartı,
şüphe etmemektir. Zîrâ Kur’ân’ı Allah indirmiştir ve Kur’ân O’nun sözü olduğu
için şüphe götürmez:
“Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için
yol gösterici bir kitaptır”
(Bakara 2).
Peygamber’i de
yine O seçmiştir ve Peygamberimiz’in hem peygamberlik-öncesindeki hem de
vahiy-merkezli risâlet ve nübüvvet sürecindeki hayâtı en ideâl mü’minlik
örneğidir ve bu Allah tarafından tasdik edilmiştir:
“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin”
(Kalem 4).
“Andolsun,
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için
Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).
İslâm’ı gerçek anlamda bilme, öğrenme ve idrâk etme, İslâm’ı
şüphe duymadan kabûl etme, benimseme ve İslâm-merkezli olarak yaşamakla olur. Dolayısı
ile mü’minlik bir adanmanın sonucudur. Yoksa aynen oryantâlistler gibi;
İslâm’dan şüphe ederek, onu bir türlü tam anlamıyla kabûl etmeyerek ve
İslâm-merkezli bir yaşantı ve amel-eylem içinde olmadan bilmek ve idrâk etmek
mümkün değildir. Çünkü İslâm “sâdece söz” değildir, İslâm sâdece bilginin ve
bilmenin konusu değildir. İslâm’ı gerçek anlamda bilmek ve idrâk, ancak şüphe
duymadan kabûl etmekle ve tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli yaşamakla olabilir
ve tamamlanabilir. Zâten İslâm’ı gerçek anlamda bilenler ancak, şüphe duymadan
kabûl edenler ve bu nedenle de tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli bir yaşantı
ve amel-eylem hâlinde olanlardır.
İslâm’ı gerçek anlamda bilenler ancak tâvizsiz olarak
İslâm-merkezli yaşarlar ve ancak tâvizsiz bir şekilde İslâm-merkezli yaşayanlar İslâm’ı hakkıyla ve gerçek anlamda
bilirler. Oryantâlistlerin ve onların kıçlarını yalayan modernist-târihselci-batı’cı
yalakaların, İslâm’ı gerçek anlamda ve hakkıyla bilmemelerinin ve bu yüzden
saçma-sapan ve inkâr derecesinde sapkın iddiâlarda bulunmalarının nedeni,
İslâm’dan şüphe duydukları için tam bir teslîmiyetle teslim olamamaları ve
dolayısıyla İslâm-merkezli yaşamamalarıdır. Zîrâ İslâm, “sâdece okumayla”
değil, ancak “okumakla ve yaşamakla” birlikte hakkıyla bilinebilecek olan bir
din’dir. İslâm’ı ancak germek anlamda bilenler yaşarlar ve ancak yaşayanlar
gerçek anlamda ve hakkıyla bilebilirler.
İslâm’ın
kültürü içinde yaşamak, aynen Peygamberimiz gibi, vahiy-merkezli bir
adanmışlıkla olabilir: “De ki: Şüphesiz benim
namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun
hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163). Bu
adanmayı kabûl etmediği için İslâm-merkezli yaşamayı benimseyemeyenler,
tüm çabalarına rağmen, İslâm’ın bilgisini alsalar da kültürünü bilmedikleri
için yanlış yargılara ve çıkarımlara varıyorlar ki bu, yazdıkları kitaplarda ve
söyledikleri sözlerde çok bârizdir. Bir kere hem oryantâlistlerin hem de
onların yalakalığını yapan yavşamışların yazdıklarına ve sözlerine baktığınızda
bâriz bir edepsizliğin ve densizliğin göze çarptığını görürsünüz. Zâten bu
yavşamışların oryantâlistlere yalakalık yapmalarının nedeni budur. Aynı
düşüncede, aynı söylemde ve inkârda bulunduklarını görürsünüz. İslâm’ın
amel-eylem-davranış yönünü yâni Peygamberimiz gibi “Sünnet” denilen
vahiy-merkezli en ideâl yaşama örnekliğini benimsemedikleri için İslâm’a düşman
oluyorlar. İslâm’dan besleniyorlar ama İslâm’a düşmandırlar. Aynen yalakalığını
yaptıkları oryantâlistler gibi. Bu
yüzden, nasıl ki oryantâlistler müslüman değillerse bunlara da müslüman demek
doğru değildir. Bunların İslâm’a olan ilgileri, İslâm’a olan bağlılıktan dolayı
değil, düşmanlıktan dolayıdır. Bu nedenle “keşke Kur’ân indirilmemiş olsaydı”
diyebiliyorlar. Zîrâ İslâm’dan yâni Kur’ân’dan ve İslâm’ın kültürünü güzel bir
örneklik ile ortaya koyan “vahiy-merkezli yaşanmışlık” demek olan Sünnet’ten
nefret ediyorlar.
Oryantâlistler ve onların yalakalığını yapanlar, Kur’ân’a
bilimin bir nesnesi gibi yaklaşırlar. Bu da araştırmanın sonuçlarını doğrudan
etkiler. Kur’ân’ı “Allah’ın sözü” olarak görenlerin ulaştıkları sonuçlarla,
Kur’ân’ı “Muhammed’in sözü” olarak görenlerin ulaştıkları sonuçlar elbette
farklı olur ki bu fark Kur’ân’a, Peygamber’e ve İslâm’a karşı yazılan ve
söylenen edepsizce ve densizce sözlerle hemen açığa çıkar. Kur’ân’a yâni
İslâm’a hangi zihniyetle yaklaşırsanız o zihniyete uygun bir sonuca
ulaşırsınız. İslâm’ı ilâhî bir din olarak kabûl ederek yaklaştığınızda farklı,
beşerî bir din olarak kabûl ederek yaklaştığınızda farklı sonuçlara ulaşırsınız.
Modernizme ve batı’ya meftûn, râm ve hayrân olan
oryantâlist yalakalarına baktığınızda, onların müslüman ve türk gibi değil de,
hristiyanlar ve oryantalistler gibi düşündüklerini, yazdıklarını ve
konuştuklarını görürsünüz. Peki neden?. Çünkü aslında İslâm’ı sevmiyorlar,
benimseyemiyorlar ve İslâm’a göre yaşamıyorlar, dolayısı işle İslâm’ın kültürü
içinde yoğrulmamış oluyorlar. Aslında
İslâm’ın bilgisine sâhip olsalar da kültürüne sâhip olmadıkları için İslâm’I
hakkıyla da bilmemektedirler. Zâten bu nedenle benimseyemiyorlar ve Kur’ân’ı
bir türlü “olduğu gibi” kabûl edemiyorlar. Üstelik bu zihniyette olanlar
müslümanların yada esmer renkte olan doğuluların, zâlimler tarafından zor durumda
kalmasını da önemsemiyorlar. Hattâ bunu normâl ve doğal karşılıyorlar. Olması
gerekenin bu olduğunu düşünüyorlar ve içinde mâsum bebeklerin de olduğu
mazlumların bunu hak ettiklerini bile söyleyebiliyorlar. Aynen, benzer şekilde
düşünen batı’lı şerefsizler ve oryantâlistler gibi. Sonuçta da Müslüman yada Türk,
mazlumların değil de zâlimlerin yanında-yöresinde saf tutuyorlar.
Oryantâlist yalakaları, Kur’ân’ın kelimelerini, meâlini
ve tefsirini bile oryantâlistlerden okumayı ve öğrenmeyi severler. Peygamberimiz’in
hayâtını da yine batı’lılardan ve oryantâlistlerden okuyup-öğrenirler ve kaynak
olarak onları gösterirler. Bakın yazdıkları kitapların kaynakçalarına, nerdeyse
tamâmı oryantâlistlerin eserleridir. Hâlbuki oryantâlistlerin, İslâm’ın
kültürüyle yoğrulmaları gibi bir durum söz-konusu olmadığı için bilgileri sağlam
değildir. Zâten Kur’ân’a da ancak bilimsel anlamda ilgi duyarlar ve Kur’ân’ı bilimsel bir nesne gibi
okuyup-incelerler. Tabi yanlış, absürt ve hattâ komik sonuçlara varırlar. Voltair:
“Bizim ediplerin pek azı Kur’ân’ın ne olduğunu bilir. Bilginlerimizin onca
incelemelerine rağmen, bu konuda edinilen fikirler yanlış ve gülünçtür” der.
Batı’lılarda ve dolayısıyla oryantâlistlerde uhrevî,
ilâhî, mânevî duygu ve derinlik pek yoktur. Onlar daha ziyâde beşerî, maddî ve
aklî şeylerle ilgilenmeye ve onları bilmeye meyyâldirler. Zîrâ onlarda “dînin
kültürü” yâni Sünnet yoktur. Allahsız felsefenin, modern-bilimin ve
teknolojinin batı’da çıkmasının sebebi kanımca budur. Bu nedenle
oryantâlistlerden İslâm’ın kültürünü bilmeleri ve önemsemeleri beklenemez. Fakat
oryantâlistler onların yalakaları, bu nedenle İslâm’ı hakkıyla
bilememektedirler ve bunun farkında da değildirler. İslâm kültürü ile yoğrulmamış
olan oryantâlistler ve onlara yalakalık yapanlar, modernizme mefrûn, râm ve
hayrân oldukları için her sözleri modernizm ile uyumlu jargondur.
Oryantâlist yalakalarının pek sevdiği oryantâlist Rudi Paret,
İslâm’a şüphe ile yaklaştığı ve Kur’ân’ı Allah’ın değil de “Muhammed’in sözü”
olarak gördüğü ve kabûl ettiği için, Kur’ân’ın değişmezliğini bir türlü kabûl
edemez de, “müslümanların, Kur’ân’ın lafız olarak vahyedildiği ve vahyin mutlak
değişmezliği ilkesinden vazgeçip, Kur’ân’ın önerdiği yaşam-düzeninin Muhammed’in
çağına hitâp ettiği yâni zamâna bağlı olduğu ve sonraki gelişmeler tarafından
aşıldığını kabûl etmelerini” önerir. Tabi bu önerinin sonucu; “Kur’ân’ın çağın
gerisinde kaldığı”dır. Bunun anlamı ise şudur: “Müslümanlar, çağdaşlaşmak istiyorsa
Kur’ân’dan, Kur’ân’a sâdık kalmak istiyorsa çağdaşlaşmaktan vazgeçmelidir”. İyi de çağdaşlaşan şerefsizler, çağdaşlaşmak istemeyenleri
rahat bırakmıyorlar ki!. Çağdaşlaşmayı dayatıyorlar ve zor kullanıyorlar. İşin
kötüsü, aynı düşünceyi, oryantâlistlerin kıçlarını yalayan târihselci yalaklar
da paylaşıyorlar ve “Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir.
Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan
mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar” gibi sözlerle apaçık
bir küfre ve şirke düşüyorlar. Gerçek İslâm’ın bilinmesinden ve yaşanmasından
çok korkan iç ve dış mihraklar da tabi bunları desteklerken, İslâm’ın kültürü
içinde yoğrulmuş oldukları için, gerçek İslâm’ı bilen ve anlatanları ise
köstekliyorlar.
İslâm’ın sâdece bilgisinin edinilmesi ve bununla
yetinilmesi fakat İslâm’ın kültürü içinde yoğrulmamış olmanın kaçınılmaz sonucu
olarak, Kur’ân’ı 7. yüzyıla hapsetme ve Allah’ın değil de “Muhammed’in sözü”
görme eğilimi, hem oryantâlistlerin hem de onların yalakalığını yapanların çalışmaların
çoğunun temel düşünceleri hâline gelmiştir. Kur’ân
Allah’ın değil de Hz. Muhammed’in sözü olarak görüldüğünde, modernistlik ve târihselcilik denen
kâfirlik ve müşriklik ortaya çıkıyor. Tabi bunun daha sonra deizme ve ateizme
dönüşmesi çok kolaylaşıyor. tabi.
“Lâkin ortada Kur’ân’ın ve Peygamberimiz’in gerçekleştirdiği
olağan-üstü ve etkili bir değişim var. Peki bu değişimi yapan etkenler ne
olacak?” dediğinizde, hem oryantâlistler hem de onların kıçlarını yalamaktan
büyük bir zevk duyan yalakalar; “Kur’ân Muhammed’in
sözüdür ve o yüzden
sâdece kendi târihini ilgilendirir ve sâdece kendi târihini etkiler, bu zamanda
bir etkisi ve geçerliliği olamaz, sâdece ahlâkî yönleri bizi bağlar” derler.
Zîrâ onlar İslâm’ın kültürü içinde yaşamadıkları ve yoğrulmadıkları için
İslâm’ı hakkıyla bilmemekte ve benimseyememektedirler ve bu nedenle de sapkınca
konuşmaktadırlar. Tabi bu sözleri bu kadar kolay edebilmelerinin önemli bir
sebebi de, “meydanı boş bulmuş olmaları”dır. İslâm’ın hâkim ve belirleyici
olduğu bir ülkede ve devlette İslâm’a hakâret içeren bu sözleri edebilecek
cesârete zinhar sâhip değildirler. Çünkü onlar hem İslâm’ın kültürü içinde
yaşamamış ve yoğrulmamış oldukları için bir düşünceye ve inanca adanmanın ne
demek olduğunu bilmezler hem de onlar sisteme göbeklerinden bağlı oldukları
için, uğruna her-şeyi fedâ edebilecekleri bir inançları yoktur.
Evet;
İslâm’ın bilgisi ve kültürü içinde yoğrulanların çok iyi bildiği gibi; İslâm,
zaman değiştikçe, mekân değiştikçe ve bilgi fazlalaştıkça “aşılabilecek ve
değişebilecek” bir din değildir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder