“Mü’minler, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle
mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain
olur” (Ra’d 28).
Kâlpler başka bir şey ile değil,
sâdece Allah’ın zikri olan Kur’ân ile tatmin bulabilir. Zîrâ kâlplere Kur’ân
gibi dokunan başka bir şey yoktur.
Kâlpler ne malla-mülkle, ne
parayla-pulla, ne servetle-siyâsetle, ne şehvetle-şöhretle, ne kadınla-erkekle,
ne makam-mevkî ile, ne hazla-zevkle, ne keyifle-eğlenceyle, ne
konforla-rahatlıkla, ne şeytanla-nefsle tatmin bulamaz. Çünkü kâlpler Dünyâ ile
gerçek anlamda tatmin bulamaz ve huzûra eremez.
“Allah’ın zikri” denilen şey ise,
tek-başına yada toplu hâlde yapılan zikir törenlerinde Allah’ın adını anmak ve
tekrarlamak demek değildir. Bu yolla da belki insan bir sükûna erebilir ama
Allah’ın dediği tatmin o değildir. Allah’ın zikri, Kur’ân-ı Kerîm’dir. İşte
insanı hem iç-âleminde hem de dış-âlemde, sonunda da âhirette hakîki anlamda
tatmin edecek ve huzûra erdirecek tek şey, kudreti sonsuz, yaratan ve yaşatan,
âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, meleklerin pâdişâhı olan Cebrâil as. aracılığı
ile, “âlemlere rahmet” ve muhteşem bir ahlâka sâhip olan Hz. Muhammed’e, 23 yıl
boyunca peyderpey indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Başka hiç-bir şey insanı
hem iç-âleminde, hem dış-âlemde, hem de âhirette tatmin edip huzûra
kavuşturamaz. Bunu ancak Allah’ın vahyi başarabilir ve ancak Kur’ân’ın gücü
yeter.
Tabi Allah’ın zikri olan Kur’ân
sâdece okunacak, araştırılacak ve üzerine yazılar-kitaplar yazılacak bir
“masa-başı kitabı” değildir. Kur’ân; sağlam bir îman, sonsuz bir güven, kesin
bir bilgi, bilinç ve idrâk kazandırdığı kişilerden, sâlih amel ve eylemler
bekler. Çünkü esâsen kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel-eylem bütünlüğü
ile mutmain olur. Allah’ın zikri sâdece
söz değil, söz-amel bütünlüğüdür. Dolayısı ile Allah’ın zikri olan Kur’ân,
Ahzâb 21. âyetin dediği gibi, “güzel örneklik” denen Sünnet ile yâni tam da
vahye göre olan amel-eylem ile billurlaşır ve ete-kemiğe bürünür. Zihinlerin ve kâlplerin inşâsı,
Kur’ân ile başlayıp eylemlerle tamamlanmadıkça, müslümanlık da tamamlanmış
olmaz. Kâlpler ancak ve ancak Allah’ın zikriyle; yâni ilim, amel ve eylem
bütünlüğü ile tatmin bulur.
Varlığı Allah ile anlamayı ve
açıklamayı zûl görenlere, varlığı anlamlandırmak için ne “zaman” yeter ne de
“mekân”. Bu nedenle de “milyarlarca yıl”dan ve “sonsuz evrenler”den bahsedip
dururlar. Fakat bu da tatmin etmez. Çünkü, “kâlpler ancak Allah’ın zikri ile
tatmin bulur” (Ra’d 28). Allah’ın zikri olan Kur’ân’a uygun düşmedikçe
mü’minlerin kâlplerinin herhangi bir konuda tatmin bulması mümkün değildir.
Âhiret
bilinci ve “cennet hedefi” ile yaşamayanlar, dolayısıyla kâlpleri Allah’ın
zikri olan Kur’ân ile tatmin bulmayanlar, sürekli olarak üst seviyede bir
Dünyâ-hayâtı için hayâl kurarlar. Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun
dürtmesinin bir sonucudur. Fakat insan madde ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan
salt maddeden ibâret bir varlık değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı
için bu tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve
tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat “tatminsizliği
tamponlamak”la ziyân olur gider. Oysa insan aynı-zamanda bir kâlbe ve rûha da
sâhip olan bir varlıktır. Bu nedenle kâlbi de tatmin olmadıkça gerçek bir
tatmine ulaşması mümkün olmaz. Kâlpler ancak Allah’ın zikri olan Kur’ân ile
tatmin olur.
Şeytan ve
nefs kâlplere sürekli olarak vesvese verir ve insanı huzursuz eder. İnsan bu
huzursuzluğu Kur’ân ile gidermeye çalışmazsa Dünyâ ile gidermeye çalışır ama
Dünyâ-mâlı-mülkü, gözü doyurmadığı gibi kâlbi tatmin de etmez. Bu nedenle
Kur’ân bize, vesveseden Rabbe sığınmayı öğütler:
“Sinsice, kâlplere vesvese ve şüphe düşürüp duran
vesvesecinin şerrinden (insanların Rabbine sığınırım)” (Nâs
4).
Dünyâ’da kâlpler ancak Kur’ân ile
tatmin bulduğu gibi, âhirette ancak
tatmin bulmuş selîm bir kâlp ile gelenler kurtuluşa ereceklerdir:
“Ve beni (insanların) diriltilecekleri gün küçük düşürme.
Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde, ancak Allah’a selîm bir
kâlp ile gelenler başka” (Şuârâ 87-89).
Kâlpleri tatmin edecek tek Kitap olan
Kur’ân’ı yada daha genel anlamda “Allah’ın zikri” demek olan vahyi inkâr
edenler ve hayatlarını vahye göre düzenlemeyenlerin kâlpleri damgalanmaya ve
pas tutup kararmaya mahkûmdur:
“İşte bu ülkeler, sana onların ‘haberlerinden aktarmalar
yapıyoruz. Gerçekten, onlara elçileri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha
önceden yalanlamaları nedeniyle îman eder olmadılar. İşte Allah, inkâr
edenlerin kâlplerini böyle damgalar” (A’raf
101).
“Aslâ!, hayır!; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde
pas tutmuştur” (Mutaffifîn 14).
Üstelik kâlpleri pas tutup kararanlara
hiç-bir uyarı ve öğüt fayda vermez:
“Kendisine Rabbinin âyetleri öğütle hatırlatıldığı zaman,
sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zâlim
kimdir?. Biz gerçekten, kâlpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen
bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidâyete
çağırsan bile, onlar sonsuza kadar aslâ hidâyet bulamazlar” (Kehf
57).
Böylelerine çeşitli güçlü deliller
getirseniz de yine fayda etmez. Zîrâ inanmayacak olan delil yetmez.
“Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp
anlamalarına (bir engel olarak) kâlpleri üzerine kat-kat örtüler ve
kulaklarında bir ağırlık kıldık. Çünkü onlar, hangi apaçık-belgeyi görseler,
yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle
tartışmaya girerek: ‘Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey
değildir’ derler” (Enam 25
Kâlpleri Allah’ın zikri olan Kur’ân
ile tatmin bulup huzûra ve öz-güvene erenler, küfre, şirke ve zulme başkaldırma
cesâretini ve kararlılığını kendilerinde bulacaklar ve kâfirlere, müşriklere ve
zâlimlere şöyle diyeceklerdir:
“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak
aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların
hidâyetlerini arttırmıştık. Onların kâlpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı)
raptetmiştik; (Krala karşı) kıyâm ettiklerinde demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz,
göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle
tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız”
(Kehf 13-14).
Kâlplerin tatmin bulduğu Allah’ın
zikri olan tek Kitap Kur’ân, mü’minler için sözlerin en güzeli ve en
etkilisidir. Bu yüzden onu duyduklarında kâlpleri ürperir de Allah’a teslim
olurlar:
“Allah, müteşâbih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak
sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O’ndan
derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kâlpleri Allah’ın zikrine (karşı)
yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah’ın yol göstermesidir, onunla dilediğini
hidâyete erdirir. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici
yoktur” (Zümer 23).
“Onlar ki, Allah anıldığı zaman kâlpleri ürperir;
kendilerine isâbet eden musîbetlere sabredenler, namazı dosdoğru kılanlar ve rızık
olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir” (Hacc
35).
Tabi Kur’ân ancak, onu okuyup idrâk
edenlerin kâlplerini mutmain eder:
“Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur’ân’ın) hiç
tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona
îman etsinler ve kâlpleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz Allah,
îman edenleri dosdoğru yola yöneltir” (Hacc 54).
Kur’ân, şüphe içinde olanların kâlplerine dokunmaz,
gırtlaklarından aşağıya inmez ve kulaklarından içeriye girmez. Zîrâ Kur’ân
üzerine iyice düşünmedikleri için kâlpleri kilitlidir:
“Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından
çıkıp-gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki: ‘O biraz önce ne söyledi?’.
İşte onlar; Allah, onların kâlplerini mühürlemiştir ve onlar kendi hevâ(istek
ve tutku)larına uymuşlardır” (Muhammed 16).
“Öyle olmasa, Kur’ân’ı iyice düşünmezler miydi?. Yoksa
bir-takım kâlpler üzerinde kilitler mi vurulmuş?” (Muhammed
24).
Üzerinden uzun zaman geçmiş olması
mü’minler için sorun teşkil etmez ve onu ne zaman tam bir teslîmiyetle
okurlarsa kâlpleri titrer ve tatmin bulurlar:
“Îman edenlerin, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri
için kâlplerinin ‘saygı ve korku ile yumuşaması’ zamânı gelmedi mi?. Onlar,
bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre
geçmiş, böylece kâlpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan
çoğu fâsık olanlardı” (Hadîd 16).
Sâdece Peygamberimiz’e değil, Hz.
Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya indirilenler de “Allah’ın zikri”dir ve kâlpler onlarla da
tatmin bulup huzûra kavuşabilir. Tabi bahsettiğimiz zikir, Hz. Mûsâ ve Hz.
Îsâ’ya indirilmiş olanlardır. Yoksa yahudileşenlerin uydurdukları ve Pavlus’un
paganlara yaranmak için zırvaladıkları değil:
“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri
ardınca gönderdik. Meryem-oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i
verdik ve onu izleyenlerin kâlplerinde bir şefkat ve merhâmet kıldık. (Bir
bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik).
Ancak Allah’ın rızâsını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi
uymadılar. Bununla birlikte onlardan îman edenlere ecirlerini verdik, onlardan
bir-çoğu fâsık olanlardır” (Hadîd 27).
Kur’ân ancak, “Kur’ân-merkezli”
olarak okunduğunda kâlpleri tatmin eder. Fakat bir-takım fanteziler ve boş
kuruntuları desteklemek için okunup-araştırıldığında kâlpleri kaydırır
mâzallah:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan, Kitab’ın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşâbihtir.
Kâlplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak
için ondan müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah’tan başkası
bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin
katındandır’ derler. Temiz akıl-sâhiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez” (Âl-i İmran
7).
Mü’min olmak için îmânın kâlplere
nüfûz etmesi gerekir.Yoksa o sâdece güçlü olmayan bir teslimiyetten ibâret
kalır. Kur’ân bu konuda îman henüz kâlplerine işlememiş olanlara şöyle der:
“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: Siz îman
etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz
kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O,
sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır,
çok esirgeyendir” (Hucurât
14).
Vahyin hayâta hâkim olduğu İslâm
ülkelerinde; psikolog, kişisel gelişim uzmanı, yaşam koçu, âile terapisti ve
sosyâl danışmanlara iş yoktur. Zîrâ “Kur’ân, kâlplere şifâ”dır.
Kur’ân, zihinleri ise allak-bullak
edip Dünyâ’nın altını üstüne getirse de, “kâlpler için” bir şifâdır; zîrâ o
“büyük bir haber (Nebe’)”dir.
Kâlpler
İslâm’la ve “helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler Dünyâ ve “haram” ile tatmin
olmak isterler.
Zamânın ve
mekânın değişimi, “nefsin ve kâlplerin değişiminin bir sonucu”dur.
Kur’ân’ın
yüzünden arapça olarak okunması, onu okuyana en azından rûhen fayda verir ama;
o kişinin Kur’ân’ı yüzünden arapça olarak okumasının mazlumlara ne faydası vardır?.
Oysa Kur’ân “kâlplere şifâ” olduktan sonra, mazlumlara da dermandır.
Cehennem, kâlpleri tatmin ve huzûr bulmadığı
için bomboş olan insanlarla dolacaktır. Çünkü onlar Dünyâ’da Kur’ân’a mesâfeli
durmuşlardır. Bu nedenle Peygamberimiz’in âhirette şöyle bir şikâyette
bulunacaktır:
“Ve
elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’ân’ı ter-edilmiş (bir
kitap) olarak bıraktılar”
(Furkân 30).
Ne felsefe, ne sosyoloji, ne psikoloji, ne târih, ne matematik, ne de bir
başkası.. Hiç-birinin kâlpleri tatmin etmesi ve huzûr vermesi mümkün değildir.
Zîrâ sâdece Allah’ın zikri olan Kur’ân ve İslâm ile kâlpler tatmin bulup huzûra
kavuşabilir:
“Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık
o, Rabbinden bir nûr üzerinedir, (öyle) değil mi?. Fakat Allah’ın zikrinden
(yana) kâlpleri katılaşmış olanların vay hâline!. İşte onlar, apaçık bir
sapıklık içindedirler” (Zümer 22).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder