29 Kasım 2024 Cuma

İslâm’ı Yetersiz Görmek

 

“Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman; ‘işittik’ dediler. İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsânelerinden başkası değildir” (Enfâl 31).

 

Târih-boyunca peygamberlere indirilen vahiyler için hep “eskilerin masalları” denilmiştir. Bu sözle peygamberlere söylenmek isten şudur:; “Bu söylediklerin eskide kalmış ve artık günümüze hitâp etmeyen, günümüzün soru ve sorunlarına cevap vermeyen, insanların ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılayamayan yetersiz sözlerdir”. Bu söz sâdece modern zamanlarda, İncil ve Kur’ân için yada sâdece hristiyanlara yada müslümanlara değil, tüm peygamberlere indirilen vahiyler ve vahye uyan mü’minler için söylenmiştir. Çünkü küfür tek bir millettir ve küfür, şirk ve sapkınlık içinde olanların, düşüncelerinin ve hayatlarının merkezinde kesin anlamda Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber ve din yâni İslâm olmadığında varacakları yer ve söyleyecekleri söz budur.

 

Buna rağmen ilginçtir ki, İslâm’ı “eskide kaldığı için” yetersiz görenlerin tüm zamanlarda yine eskide kalan atalarına sığınmışlardır. İslâm’ı yetersiz görenler, sanki onlar da eskide kalmamış gibi, tüm zamanlarda vahye karşı atalarının söylediklerini ve yaptıklarını dinleştirmişlerdir. Günümüzde de bu yine, eskide kaldığı ve üzerinden uzun zaman geçtiği için yetersiz gördükleri vahye karşı bâzı ataların sözlerini ve fikirlerini öne çıkarmaktadırlar.

 

Bu-bağlamda meselâ günümüzde vahye karşı felsefe öne çıkarılmakta ve dînin felsefeye uyması, felsefeye göre yenilenmesi ve şekillenmesi beklenmektedir. Oysa felsefe Kur’ân’dan çok daha eskidir. 2.500 yıl önce ortaya çıkan şeyi “eskilerin masalları” ve “yetersiz” olarak görmeyenler, 1.400 yıl önce daha yakın bir târihte ortaya çıkan Kur’ân’ı ve İslâm’ı “eskilerin masalları” ve “yetersiz” görüyorlar. Bu ne yaman çelişkidir böyle?. Neden İslâm, “eskilerde kaldığı” ve -güyâ- “yetersiz olduğu” için artık günümüze hitâp etmiyor da, daha eski olan felsefe niçin “eskilerde kalmış” olmuyor ve artık “yetersiz olduğu için günümüze hitâp etmiyor” olarak düşünülmüyor ve kabûl edilmiyor?. Bunun nedeni -hâşâ- İslâm’ın günümüzde yetersiz kalması falan değildir. Böyle düşünülmesinin nedeni, “insanlarının tasavvurlarının, düşüncelerinin, söylemlerinin ve eylemlerinin merkezinde İslâm’ın olmaması ve olmasının da istenmemesi”dir. Çünkü modern insan modern paradigmanın etkisiyle ve baskısıyla artık İslâm’a eskisi gibi bağlı değildir ve İslâm’ı eskisi kadar sevmemektedir. Üstelik modernizme meftûn, râm ve hayrân olanların, modernizme ve modern hayâta uygun olmayan hattâ aykırı olan Kur’ân ve Sünnet örnekliğinden soğumuş olmaları, onları başka arayışlara itmiştir. 

 

Şu da var ki, modern insan, modernizmin sunduğu haz, zevk, konfor, rahatlık, keyif ve eğlenceye çok alışmış olduğu için modern dünyâyı ıskalamak ve ondan vazgeçmek istemiyor ve bu yüzden de İslâm’ı, “yetersiz olduğu için günümüze hitâp etmiyor” diyerek küçümsüyor ve onun yerine de; beşer, insan, akıl, madde ve eşyâ temelli felsefeyi ve modern-bilimi öne çıkarıyor. İslâm’ın da ancak felsefeye ve modern-bilime uyduğu ölçüde kabûl edilebilir ve konuşulabilir olduğunu düşünüyor. Sonuçta da İslâm’ın felsefeye ve modern-bilime, daha genelde de modern-seküler sisteme uydurulmasının şart olduğunu söylüyor. Fakat bilmek yada kabûl etmek istemedikleri gerçek şudur ki, “şirk” denen şey budur. Mekke müşrikleri Peygamberimiz’e; “biz senin ilahına ibâdet edelim, sen de bizim ilahlarımıza ibâdet et” demişlerdi. Yapılan şey, cehâletten yada şerefsizlikten dolayı, biraz oradan, biraz da buradan, hak ile bâtılın karıştırılmak istenmesidir. Fakat İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın ve kabûl etsin. İslâm’a sımsıkı bağlı olan mü’minler İslâm’ın tüm zamanlar ve tüm mekânlar için yeterli hattâ fazla olduğunu çok iyi bilirler.

 

Üzerinden uzun zaman geçmiş olması mü’minler için sorun teşkil etmez ve onu ne zaman tam bir teslîmiyetle okurlarsa kâlpleri titrer ve tatmin bulurlar:

 

“Îman edenlerin, Allah’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kâlplerinin ‘saygı ve korku ile yumuşaması’ zamânı gelmedi mi?. Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kâlpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fâsık olanlardı” (Hadîd 16).

 

Kur’ân üzerinde -görece- uzun zaman geçtiğinden dolayı artık günümüz için -hâşâ- yetersiz kaldığından dolayı Kur’ân ‘dan vazgeçiyorlar ve onun yerine aklı ve akıl-merkezli Allahsız felsefeyi ve modern-bilim ile teknolojiyi öne sürüyorlar. Fakat onlar da yetersiz olduğu için dertlere devâ olmuyor ve tam-aksine insanın başına belâ oluyor. Çünkü akıl ve akıl-merkezlilik de yetersizdir ve yetersizliğinin delîli de, Dünyâ’nın hâl-i pür melâlidir. Öyle ki, görebilenler için çok açık olduğu şekilde iş yine Allah’a ve Kur’ân’a kalmıştır. Unutulmasın ki Peygamberimiz’in âhirette ümmetten şikâyet edeceği tek şey, Kur’ân’ın hakkını vermemiş olmaları olacaktır:

 

 “Ve elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’ân’ı ter-edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar” (Furkân 30).

 

Kur’ân’ı, dolayısıyla İslâm’ı yetersiz görenlere göre din/İslâm, insan üretimidir ve insan içindir. Böyle düşündükleri için dîni aşkın olarak kabûl edemezler yada etmekte zorlanırlar. Oysa din yâni Allah katındaki tek din olan İslâm insan-ürünü değil, Allah’ın indirmesi ve belirlemesidir. Üstelik İslâm, insan içindir ama insanın sâdece Dünyâ-hayâtı için değildir. Çünkü İslâm insanın sâdece Dünyâ-hayâtını değil, âhiretini de kurtarmayı hedefler. İslâm âhirete de dönük olduğu için insan-ürünü olamaz. İnsan-ürünü olmadığı için mecbûren “Allah’ın indirdiği” olmuş oluyor. Çünkü başka bir seçenek yoktur.

 

Temel olan madde olarak kabûl edildiğinde İslâm’ı ve Kur’ân’ı da maddî, dolayısıyla insan-ürünü olarak görülüyor. İnsan-ürünü olarak görülünce de, insan-ürünü olan her-şey gibi Kur’ân’ın da insan tarafından değiştirilip mevcuda uygun hâle getirilebileceği söyleniyor.     

 

Modern insanın din’den beklentisi değişti, çünkü mode4rn insan değişti. Bu değişim, “din’den uzaklaşmak” ve “maddî olana yakınlaşmak” olarak belirdi. Din’den uzaklaşınca ve madde-merkezli bir düşünce ve inanç açığa çıkınca, dînin, binlerce yıldır yaptığını artık yapamaz olduğunu, çünkü yetersiz kaldığı için modern insanın ihtiyaçlarını karşılayamadığını söylüyorlar. Böyle düşünmeleri, dediğimiz gibi, Kur’ân’ı insan-ürünü olarak görmelerinden dolayıdır. Fakat din insan-ürünü değil, âlemlerin yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Allah’ın indirmesidir. Böyle olduğu için modern insanın şeytan, nefs ve tâğut-merkezli sapkın değişimine uyacak değildir. Kur’ân zaten tam-aksine şeytanın ve nefsin güdümüne girmiş olan insanı bu durumdan kurtarmak için geldiğinden, değişmesi gereken şey Kur’ân değil, modern insandır.

 

“Din, insanın ihtiyaçları değiştiğinde değişmek zorundadır” diyorlar. Peki insanın ihtiyaçlarını değiştiren etken nedir?. Zamânın, daha doğrusu mekânın değişimi. Peki, İslâm-merkezli konuşursak, Kur’ân Allah’ın sözü olduğuna göre, “Allah değişen zamâna ve mekâna uymak zorundadır” mı demek istiyorsunuz?. Hayır!; tam-aksine, zaman ve mekân İslâm’a göre değişecektir. İnsan, Allah’a göre değişecektir.    

 

İslâm’ı indiği târihe, kâlplere, zihinlere, dört duvar arasına ve masa-başına hapsetmek istenmesinin ve Kur’ân’ın bir-çok âyeti için “artık hükmü kalmamıştır” demenin arka-plânında hep, dîni insana-ürünü olarak görmek yatar. Bu uzak-doğu dinleri için geçerli olsa da, Allah katındaki tek hak din olan İslâm için zinhar geçerli değildir.

 

İslâm Allah’ın indirdiği ve belirlediği olduğu için, din, “insandan bekledikleri” üzerine kuruludur. Modern insan ise, din’den, çoğu sapıkça olan mevcut yaşamına uygun bir şeyler beklemektedir. Bu dîne karşı ağır bir küstahlıktır. Çünkü bu beklentiyi, vahiy son bulduğuna göre, insandan başka karşılayacak kimse yoktur. Bu ise, Kur’ân’ın -hâşâ- yetersizliğini insan tamamlayacak demektir.  

 

 Bu mesele, “İslâm’ı bilmemek ve anlamamak” ile değil, “İslâm’ın kültürü içinde yaşayıp de dîne teslim olmamak” ile alâkalıdır. Anlamamak ile değil, adanmamak ile alâkalıdır. İslâm’ın kültür içinde yaşamayanlar ve bu yüzden İslâm’a adanamayanlar, aynen oryantâlistler gibi İslâm’ı insan-ürünü olarak görmeye başlıyorlar ve bunu arkasından da doğal olarak onu değiştirip günümüze uyarlamaya çalışıyorlar.

 

İslâm, fıtrî, doğal ve  normâl olan Dünyâ ve insan için tam anlamıyla yeterlidir ve böyle olduğunda tüm sorunları çözer. Çünkü binlerce yıl boyunca çözmüştür. İslâm Dünyâ’ya hâkim olduğu zamanlarda insanların tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu. Çünkü bunu tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda hakkıyla yapabilecek olan tek din İslâm’dır. Bakın, merkezde olmasa da dînin geçerli ve belirleyici olduğu Osmanlı bile, şimdilerde kan ağlayan Balkanları ve Orta-doğuyu ve hâkim olduğu tüm coğrafyayı yüzyıllarca kavgasız-gürültüsüz tutabilmişti. Fakat İslâm’ın yerine ikâme edilmek istenen modernizm, kızıl-derilileri öldürüp mallarını çalmakla başlamış, sonra da siyah-derilileri köleleştirip sömürmekle devâm etmiş, sonra da sarı-derilileri sömürgeleştirmiştir. Durum bu iken, insanın ihtiyaçlarını İslâm değil de ne karşılayacak?. İslâm’ın yerine ikâme edilmek istenen şerefsiz modernizm ancak kendi ihtiyaçlarını karşılamanın derdindedir. Binlerce metre yukarıdan attığı, her yeri yakıp-yıkan bombalar “ihtiyaç karşılamak” için değildir elbette.  

 

Sanki Allah modern dünyâdan râzı imiş gibi, modernizmin ürettiği Allahsızlıktan ve dinsizlikten râzıymış gibi modern olan her-şeyi ihtiyaç olarak görüyorlar ve “din bunları sağlayamayacağı için “din değişmelidir” diyorlar ki bunu “din anlayışını değiştirmek” başlığı altında söylüyorlar.

 

Dünyâ’yı İslâm’a göre değiştirmekle sorunların bitmeyeceği söylemi boş sözdür. Çünkü böyle yapıldığında olacağı bilinmiyor. Fakat Dünyâ’yı moderne göre, felsefeye göre, modern-bilim ve teknolojiye göre değiştirmekle soru ve sorunların ve bitmediği gibi gün geçtikçe arttığı çok açıktır. Baksanıza Gazze’ye, daha oradaki insanların yem-içme ihtiyaçları bile karşılanamıyor. Çünkü asıl yetersiz olan İslâm değil, modernizmdir.   

 

İnsanın dîne değil de dînin insana uyması gerektiği söylemi, söz-konusu din İslâm  olunca, “Allah’ın insana uyması ve ona kul olması” anlamına gelir. 

 

Modern insanın klâsik insandan daha üstün olduğu boş ve yanlış düşüncesi, modern insan ve modern dünyâ için İslâm’ın yetersiz olduğu söylemini açığa çıkarıyor.

 

İslâm’ın yetersiz olduğu, modern kânun ve hukukunun, İslâm’ın hükümlerinin, kânunlarının ve hukukundan daha üstün olduğu söylemini de doğuruyor. Hâlbuki modern hukukun yetersizliği, yaşanan binlerce olay, biriken yüz-binlerce dâvâ ve dosyadan bellidir.

 

İslâm yetersiz görüldüğü için İslâm’ın apaçık hükümlerini “korkunç” olarak görüyorlar. Hâlbuki zulmün zirveye çıktığı Guantanamo gibi yerler İslâm’da hiç olmamıştır. Gazze’deki yıkım, acı ve zulüm karşısında tüm Dünyâ’da onca hukuk ve siyâsî kurumlar hiç-bir şey yap(a)mamıştır. Asıl korkunçluk ve yetersizlik budur.  

 

“Dünyâ ve insan modernizm ile birlikte çok değiştiği için artık din de değişmelidir” diyorlar. İyi de bu değişim Allah’ın râzı olduğu yönde mi değişmiştir, yoksa târih boyunca helâk olan kavimlerin sapkınlığa ve bâtıla doğru değişmesi ve sonunda cezâsını bulması gibi mi değişmiştir?. Her değişim iyi bir değişim midir ki modern değişimi baş-tâcı yapıyorsunuz ve bu yüzden de İslâm’ı “yetersiz bir din” gibi gösteriyorsunuz. Modernizm ile değişen Dünyâ ve insan, 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkarmamış mıdır ve milyonlarca insanın ölmesine ve perişân olmasına neden olmamış mıdır?. Eğer İslâm’a uygun olmayan ve aykırı olan bir değişim varsa, orada fıtrata, doğa, doğaya, normâle ve sağ-duyuya aykırı bir değişim vardır ki böyle bir değişimi yapan sistem ve zihniyetin yetersiz olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.     

 

Esâsen hem tüm kâinatta, hem Dünyâ’da ve doğada yaşan hiç-bir değişim yoktur. Her-şey ilk günkü gibi döngüsünü ve deverânını sorunsuz sürdürmektedir. Değişen tek varlık, şeytanın fısıldaması, nefsin kışkırtması ve tâğutların etkisi ve yönlendirmesi nedeniyle sâdece insandır. İnsanın bu değişimi elbette cehâlete, bâtıla, sapıklığa ve şerre yönelik bir değişimdir. Zîrâ modern insan, her alanda tek yeterli din ve sistem olan İslâm-merkezli olmaktan çıkmış ve insanı hayvan gibi gören yetersiz modernizm-merkezli Allahsız bir oyla girmiştir. 

 

İslâm ancak, İslâm düşmanları için yetersizdir.

 

Dünyâ’daki tüm sorunlar, İslâm’ın yetersizliğinden değil, günümüzde modernizm olarak görünen İslâm-dışı olanın yetersizliğinden dolayıdır. İnsanlara tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda yetecek olan tek şey İslâm’dır. Çünkü o Allah’ın dînidir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

Devamını Oku »

Günah İşleyemeyecek Olma Korkusu

 

“Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar. Suçlu-günahkârları; ‘sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?’. Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ dediler. ‘Yoksula yedirmezdik, (bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk. Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı” (Müddesir 40-47).

 

Peki ölüm gelip çatınca ne oldu?. Günahsız yapamadıkları tüm hayatlarının ne kadar anlamsız ve boş bir hayat olduğunu anladılar. Allah/İslâm-merkezli olmayan bir yaşamın tamâmıyla, sonu felâketle biten “günah içinde olan bir yaşam” olduğunu çok net olarak görüp idrâk ettiler. Lâkin artık bunu idrâk edip anlamış olmanın hiç-bir faydası yoktur. Artık onları “günah içinde yaşamış olma”nın cezâsı olarak, “ateş içinde yaşamak” beklemektedir.    

 

İslâm karmaşık şeyler söylemediği için ne dediği çok açıktır: “Allah’ın Kur’ân’da söylediği emir-yasaklara ve Peygamberimiz’in örnek yaşayışıyla gösterdiği hayâta yâni İslâm’a göre yaşamaya engel olan her-şey günah, haram, ayıp, suç, kötü ve yanlıştır”.

 

Modern dünyâ, “günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir yer” hâline gelmiştir. Çünkü modern insan, günaha girmekten değil, “günaha girememekten ve günaha girmeden yaşamaktan” korkan insandır. Günah işleyemeyecek olma olasılığı insanları korkutuyor hattâ dehşete düşürüyor. Bu durum Dünyâ’yı bir “günah yurdu”na dönüştürmüştür.

 

Günah öyle bir şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk ve keyif verir. Bu yüzden günahkârlar “günahsız alan”dan ve günaha giremeyecek olan bir yaşamdan nefret ederler. Esâsen İslâm’a olması gerektiği bağlan(a)mamaları hattâ İslâm’a düşman olmaları, İslâm’ın, tüm günahları yasaklamış olmasından dolayıdır. Günahkârlar günahsız yaşamaya “ot gibi, tatsız-tuzsuz yaşamak” derler. Günahkârların, reddetmeseler bile İslâm’a mesâfeli durmaları bu yüzdendir. İnsanların İslâm’a doğru-düzgün inanıp-güvenememesinin ve adanamamasının nedeni, “doya-doya günah işleyemeyecek olma korkusu”dur. Lâkin şu iyi bilinsin ki, günah işlemekten korkmayanların ve günaha karşı içinde bir bulantı duymayanların inançları çok sorunludur hattâ geçersizdir. Zîrâ İslâm günah ile iç-içe yaşanacak bir din değildir. Çünkü İslâm her türlü günahı ortadan kaldırmak için vardır.

 

İnsanlık-târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına ve hümanizm uğruna “insanı sınırsızca serbest bırakmak” ve ona “sınırsızca günah işleyecek bir alan açmak” olmuştur. Fakat bu bir kazanım değildir. “İnsan ne kadar çok günah işleyebildiyse o kadar iyi bir hayat yaşamış” falan değil; “insan ne kadar çok günah işlemiş ise, o kadar çok cezâ çekecek” demektir. 

 

Allah nasıl ki Dünyâ’da yapılan bir yanlışa -sünnetullahın gereği olarak- bir sıkıntıyla ve cezâyla karşılık veriyorsa, insanın, hayâtı boyunca Dünyâ’da yaptığı kötülükler ve günahların sonucu -sünnetullahın bir gereği olarak- âhirette karşısına çıkacak ve terâzide günahlar daha ağır basarsa cehennemi boylayacaktır. Allah bundan gocunmaz ve birilerinin, -Allah’ın rahmetine güvenerek- zannettiği gibi, “bırakın herkes cennete girsin” demez. Eğer öyle olsaydı aynı şey Dünyâ’da da olurdu ve insanın başına -Allah’ın rahmetinin gereği olarak- bir kötülük gelmemesi gerekirdi. Oysa Dünyâ’da yapılan yanlışların cezâsı daha Dünyâ’da iken görülmeye başlanır. O-hâlde işlenen ağır günahların ve suçların cezâsı da âhirette kesinlikle görülecektir. Allah nasıl ki Dünyâ’da bir yanlışa cezâyı hemen kesiyorsa, âhirette de, Dünyâ’da yapılan yanlışlara cezâyı kesecektir ve Allah’ın rahmeti çok da işe yaramayacaktır. Tabi “iyilik, sevap ve doğru şeylerin karşılığı” da hem Dünyâ’da hem âhirette “mükâfat” şeklinde insanın karşısına çıkacaktır.

 

Üzerlerine azap gelen kavimlerin işledikleri günahların tümü ve daha fazlası şu-an modern dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenmektedir. Modern dünyâ bir “günah borsası” hâline gelmiştir-getirilmiştir. Modern dünyâda günah, (aynı-zamanda bir cezâ olarak) aynen bir salgın gibi yayılmaktadır.

 

Günah, suç, haram, ayıp, kötü, çirkin, çirkef vs. gibi gayrı-meşrû olan şeyler; aşırı izlenmeyle, okumayla, dinlemeyle, konuşmayla meşrûlaştırılıyor. Sanal-sûnî olan aracılığı ile yada ekran üzerinden günah izlemek ve işlemek önemsizleştiriliyor ve normâlleştiriliyor. Fakat haram ve günahı televizyondan ve ekrandan izleyince ve işleyince o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz. Günah işlemekten korkulmadığı için günah işleyemeyecek olmaktan korkulmaya başlanmıştır. 

 

İnsanlar seküler kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar. Suç işleme korkusu ve cezâsı, günah işlemekten hattâ şirke girmekten ve de onun cezâsını çekmekten bile daha dehşet verici olarak görülüyor. Çünkü günah işlemekten korkulmadığı gibi, günahın cezâsı umursanmıyor. Bu nedenle yasaklar, günahlardan daha çok etki ediyor ve korkutucu oluyor. Oysa yasağın cezâsı kolay, günahın cezâsı çok zordur.

 

İnsanın kişisel sınırları aşmayacak ölçüde “günah işleme özgürlüğü” vardır ama, âhirette o günaha cezâ kesmek de vardır. Günah işleme özgürlüğünün olması, insan günah işleyebilecek alanlar açmak anlamına gelmez. İslâm, insanların günah işlemesi için alanlar açmak diye bir sapkınlığı zinhar yapmaz. İslâm’ın hâkim olduğu bir ülkede insanlar ancak kendi içlerinde, kimse görmeden, kimse duymadan ve kimse bilmeden, ancak kendi kapalı alanlarında günah işleyebilirler. İslâm ülkesinde kamusal alanda günahın, haramın, ayıbın ve suçun işlenmesinin alanı tamamıyla kapatılmıştır. Çünkü İslâm, günahları yasaklamak için gelmiştir, günahları serbest bırakmak ve onlara alan açmak için değil. İslâm ülkesinde insanlar günah işleyemeyecek olmaktan değil, -isteyerek yada istemeyerek- “günah işleyecek olmaktan” korkarlar. İslâm ülkesinde insanlar kamusal bir alanda, İslâm’ı kabûl etmemiş olsalar bile, cezânın caydırıcılığından dolayı günah işlemekten korkarlar.   

 

Lâik, seküler ve modern ülkelerde ise her-yer ve her-şey insanı günaha dâvet eder, günah işlemeye çağırır. Zîrâ modernizm bir günah uygarlığıdır ve modern ülkelerde insanlar günaha girmekten değil günah işleyemeyecek olmaktan korkarlar. Zâten modern ülkelerde her-şey ve her-yer günaha göre düzenlenmiştir. Herkesin kolayca günah işleyebileceği alanlar vardır. Hattâ modern-seküler ülkelerde günahı engellemek en büyük günah ve suçtur. Bu yüzden lâik-seküler-modern ülkelerde, vergisi verilen ve ücreti ödenen her türlü günah (içki, kumar, uyuşturucu, zinâ, fâiz) “haram” olmaktan çıkar!. Modern-seküler dünyâda günah olan değil, “devlete vergisi ödenmemiş” yada “birilerine payı verilmemiş” olan “kaçak mal” olarak görülür. Meselâ “kaçak sigara, içki, telefon” vs., zararlı ve günah olduğu için değil, vergisi ve payı ödenmemiş olduğu için yasal değildir ve yasaktır. Aynı malların vergisi ve payı verildiğinde o mallar yasal ve meşrû hâle gelirler.

 

Sözde %99’u müslüman olan Türkiye bile, “parasını verdikten sonra” her türlü günahın işlenmesinin serbest olduğu bir yer hâline gelmiştir. Meselâ Türkiye'de kerhâneye gitmek suç olmadığı için zînâ yapmak da suç değildir. Resmî kayıtlara göre Türkiye’de 61 tâne kerhâne vardır. Bu, Allah’ın “günah” diyerek haram kıldığı zinâyı meşrûlaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu meşrûlaştırmayı, oy vererek halk da desteklemiş olmaktadır.

 

Günahın cezâsı kendi türünden olur. O yüzden bir günahın Dünyâ’daki cezâsı, “daha fazla günah”tır. Bâzı günahların cezâsı ise daha Dünyâ’da iken ödenmeye başlanır. Meselâ fâiz ödeme karşılığında para alanlar, fâiz ödemekle cezâlandırılırlar.

 

Din, insanları günahtan kurtarmak ister; sekülerizm ise dinden. Fakat şu kesindir ki, dîne, îmâna, vicdâna, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe konulursa, günaha, isrâfa ve zulme o kadar çok alan açılmış olur. Dînin çok da geçerliliğinin olmadığı modern dünyânın bir günaha yurduna dönüşmüş olmasının ve insanların günah işleyemeyecek olma korkusu yaşayıp durmalarının nedeni budur.

 

Günah işlemeyi kafasına koymuş birini günah işlemekten döndürmek çok zor bir iştir. Bu yüzden en iyisi “günaha yaklaşmamak”tır. Çünkü günaha yaklaşıldığında günah işlemek kaçınılmaz olmaktadır.

 

Günah işlemek, Dünyâ’da ve âhirette mutlakâ cezâsı olacağı için “başını belâya sokmak” demektir.

 

Tövbesi yapılmamış her günah, şeytanla yapılan bir uzlaşmadır.

 

Bir şeye olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder.

 

Modern hayâta uymamak, seküler kânunlara göre suç olsa da, İslâm’a göre günah değildir.

 

İnsanın kurduğu Allahsız kentler insanın günahıdır. Kentlerde yaşamak ise günahının cezâsı.

 

Modernizm, günahı umursamaz ama özellikle günahın profesyonelce işlenmesini normâl görür. Fakat günah, “profesyonelce” işlendiğinde “günah” olmaktan çıkmaz. Profesyonelce işlenen günahlar için profesyonelce verilecek cezâlar vardır.

 

Müslüman günahkârlar da çoğalmıştır. İslâm’ı ibâdetten ibâret görenler, ibâdeti bitirdikten sonra her günahı kolayca işleyebilir ve her kötülüğü hiç çekinmeden yapabilir hâle gelmişlerdir. Hâlbuki ibâdetler insanları, ibâdetten önce ve sonra günah işlemekten uzak tutmak içindir.

 

Yeterli îman, dirâyet ve cesâretleri olmayanların, dolayısı ile bir eleştiri, îtiraz ve isyânda bulunamayanların sonu, “modernizm ile günah çıkarmak”tır.  Modernizm nedeniyle girilen günahların “Allah’a yapılan tevbe” ile değil de, modernizme bağlanmak ile çıkarılacağını düşünen ahmaklar vardır.

 

Târih-boyunca insan ne zaman günaha dönmüşse, Allah da cezâya dönmüştür. Bu durum âhiret için  de geçerlidir:

 

“Umulur ki, Rabbiniz size merhâmet eder, fakat siz (günaha) dönerseniz biz de (cezâya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirler için bir kuşatma yeri kıldık” (İsrâ 8).

 

Hiç kimse şefaat ile kurtulacağını falan da sanmasın. Şefaat sizin sandığınız gibi torpil falan değildir.

 

“Rablerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’ân’la) uyarıp-korkut; onların ondan başka ne velîleri vardır ne şefaatçileri. Umulur ki korkup-sakınırlar” (En-âm 51).

 

Günahı kim işlediyse cezâsını da o çekecektir: 

 

“Doğrusu, hiç-bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez” (Necm 38).

 

Bir günahı, Allah’tan başka affedebilecek olan yoktur:

 

“Ancak tövbe eden, îman eden ve sâlih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Furkân 70).

 

 Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”:

 

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

 

 “Evet; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır” (Bakara 81).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

Devamını Oku »

Modernizm İnsanın İhtiyaçlarını Karşılıyor Mu?

 

“Allah, Samed’dir (her-şey O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır)” (İhlâs 2).

 

“Rabbin, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan rahmet-sâhibidir” (En-âm 133).

 

Modernizm, bir “ihtiyaç ortaya çıkarma uygarlığı”dır. Hayâtiyetini insanların gereksiz şeyleri ihtiyaç hâline getirmelerini sağlamakla sürdürür. Bu nedenle ortaya çıkardığı ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçlar değil, sûnî ihtiyaçlar, daha doğrusu ihtiraslardır.

 

Modernizmin ihtiyaç hâline getirdiği ürünler ve şeyler insanın hep maddî-bedenî yanına yöneliktir. Çünkü modernizm denen melânet, insanın her konuda Allah’a, âhirete, gayba, vahye, peygamberlere, dîne ve mâneviyata dayanmayı bırakıp; beşere, insana, akla, beyne, doğaya, maddeye, eşyâya, felsefeye, modern-bilim ve teknolojiye ve de ne kadar şeytânî, nefsî ve tâğûtî şeyler varsa ona dayanmaya başlamasının adıdır. Bu nedenle modernizm insanın maddî-bedenî ihtiyaçlarını ve ihtiraslarını gınâ getirecek derecede karşılamak için ha-bire üretir durur, ürettiklerini aşırı reklâmlarla falan ihtiyaç ve ihtiras hâline getirerek bunlar üzerinden zenginleşir ve varlığını devâm ettirir.

 

Modernizm; haz, zevk, keyif, konfor, rahatlık ve eğlence-merkezli olan maddî ve zihnî o kadar çok ve çeşitli üretimler yapar, düşünce, fikir ve teoriler ortaya atar ki, insanlar modernizm ile birlikte artık hem maddî hem de zihni tüm ihtiyaçlarına kavuştuğunu zannetmeye ve söylemeye başlar. Lâkin insan tek-boyutlu bir varlık değildir ki!. İnsanın maddî-zihnî yönü olduğu gibi, rûhî ve kâlbî yönü de vardır. Maddî-zihnî ihtiyaçları karşılandıktan sonra rûhî-kâlbî ihtiyaçları da karşılanmadığında, insan dıştan ne kadar tatminkâr gözükse de, içten-içe çürümeye başlamıştır ve bu yüzden en küçük bir sarsıntıda ne kadar da köksüz, dayanaksız ve güçsüz olduğu açığa çıkar.

 

Modernizm “ruhtan uzaklaşıp-kopmak ve maddeye-bedene yönelmek” demektir. Bundan dolayı bedeni o kadar çok beslemesine rağmen ruhlar geride ve sönük kaldığından dolayı insan gerçek bir tatmine ve huzûra kavuşamaz. O-hâlde modernizmin insanın ihtiyaçlarını gerçek anlamda karşıladığı söylenemez. Zâten modernizm özü îtibârıyla bunu yapabilecek bir yapıya ve çapa sâhip değildir, yâni istese de yapamaz. Bunu yapabilecek olan tek şey, “Allah katındaki tek din olan İslâm”dır. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri ve İslâm’ın son Kitab’ı olan Kur’ân ile tatmin bulup huzûra kavuşabilir.        

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Bedeninin ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar. Esâsen insanın gerçek bir tatmine ve huzûra kavuşabilmesinin yolu, rûhun ve kâlbin, bedene göre bir adım önde olmasıdır. Zîrâ rûh bedeni kontrôl edebilir ve olumlu anlamda yönlendirebilir ama beden rûhu kontrôl edip yönlendiremez. Çünkü beden daha çok nefse dönüktür ve sürekli olarak nefsin etkisi altındadır.  

 

İnsan elbette ihtiyaç-sâhibi bir varlıktır. Fakat “daha çok ihtiyaç sâhibi olmak” değil, “daha yüce ihtiyaç sâhibi olmak” değerli yapar insanı. Allah, insanı, Dünyâ’da domuz gibi sınırsızca yesin, içsin, gezsin, çiftleşsin, uyusun vs. diye değil, “yüce değerler üretsin ve anlamlı bir hayat yaşasın” diye yaratmıştır ki insanın hakîki ihtiyâcı budur. Modernizm tarafından bu ihtiyâcı elinden (ç)alınan insan, bunun yerine “ihtiyaç” diyerek sınırsızca maddî tüketim yoluna girmiştir ve domuzlara taş çıkartmaktadır.

 

Alışkanlıklarınızdan doğan sûnî ihtiyaçlarınız, gerçek ihtiyaçlarınız değildir. İhtiraslarınız ihtiyaçlarınız değildir.

 

İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır ve bitmek bilmez. Modernizm insanın sürekli bir şeylere ihtiyaç duymasını ve maddî yoksunluk hissetmesini ister. Çünkü böylece ihtirasları karşılayacak şeyler üretir ve “modernizm insanın tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyor” düşüncesini ve ortaya çıkarır. Tabi böyle olunca insanlar aslında hakîki ihtiyâcı olan din’den uzaklaşır ve zamanla kopar gider. Böyle olunca birileri de kalkıp, “din modern insanın ihtiyaçlarını artık karşılayamıyor, bu nedenle ya din’den vazgeçmek yada dîni moderne uygun hâle getirerek modern insanın ihtiyaçlarını daha doğrusu ihtiraslarını karşılayacak şekilde değiştirmek gerekir” düşüncesinin dillendirmeye başlar. İslâm, “insanın” tüm ihtiyaçlarını karşılar, fakat modernizm de dâhil hiç-bir şey “domuzlaşmış olan insanın” ihtiyâçlarını karşılamaya yetmez. Zîrâ insan ihtiyaçları ancak, ya acı azâbı görünce, o da olmazsa, mezara girince biter. İnsanın gözünü ancak bir parça toprak doyurur.

 

Gerçek olmayan ihtiyaçlar yâni ihtiraslar yozlaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın ve modern insanın hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Birilerinin ihtirasları hiç bitmediği ve bir türlü doymak bilmedikleri için, çoğu-insan gerçek ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. 

 

İnsan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar. En çok ne  için çabalıyorsa en çok ona değer veriyor demektir. En çok değer verdiği şey insanın kutsalıdır. İnsan kutsal saydığı şeye tapar durur. Modern insanın kutsalı modern üretimler ve ürünlerdir. Modern üretimler ve ürünler sınırsız olduğu için, putların sayısı da sınırsızdır. O-hâlde putperestliğin en yoğun yaşandığı zaman mevcut modern zamanlardır. Çünkü modern insanın maddî üretimlerden başka odaklandığı bir şey yoktur. Zîrâ rûhsuzlaşmış ve kâlpsizleşmiş olduğu için bütünüyle maddeye kesmiştir.    

 

İnsanlık-târihinde üretim en çok modernizm ile birlikte yapılmaya başlanmıştır ama insanların ihtiyaçları da en çok modern zamanlarda artmıştır. Aslında modernizm maddî yada zihnî onca üretime ve teoriye rağmen insanın ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. İnsan târih-boyunca sâdece modern zamanlarda ihtiyaçlarını tatmin edici şekilde karşılayamamaktadır. Çünkü modern insan ihtiraslarını ihtiyaçları zannetmektedir ve ihtirasları karşılamaya modernizm dâhil hiç-bir şeyin gücü yetmez.

 

İnsan yârı-mahrûmiyete uygun yaratılmıştır. İnsan ancak, bir şeylere gerçekten ihtiyaç duyduğunda yâni bir şeye bir süre özlem duyup da sonra elde ettiğinde ihtiyâcı karşılanmış olur zâten ancak böyle olduğunda tatmin bulabilir. İnsanın gerçek ihtiyaçları “temel ihtiyaçlar”dır. Temel ihtiyaçlarımız Allah’tan gelir, sûnî ihtiyaçları yâni ihtirasları ortaya çıkaran ve üretenler ise modernizmin mâbedleri olan fabrikalardır. Modern insan şirâzesini şaşırdığı için, doğal olandan ziyâde, sûnî-sanal olanı gerçek ihtiyaç zannetmektedir ve topraktan çıkana değil de fabrikada üretilene daha çok ihtiyaç duyar.

 

Kur’ân, yaşamaya ve sâhip olmaya çok düşkün olan yahudilerden bahsederken şöyle der:

 

“Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) her-biri bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

 

Küresel sermâyedarlar genelde yahudi oldukları için, onların zihniyetleri yaptıkları maddî yada zihinsel üretimlere işlemiş olduğundan dolayı insanlarda çok yoğun bir yahudileşme temâyülü görülmektedir. Bolluk ve keyif içinde uzun bir ömür sürmek neredeyse tüm insanların ortak hayâli olduğu için, artık herkes ihtiyaçlarının yâni ihtiraslarının alabildiğine karşılandığı bin yıllık bir ömür düşlemektedir. Kur’ân buna karşı: “Malı ‘bir yığma tutkusu ve hırsıyla’ seviyorsunuz” (Fecr 20) der. Tabi bu durum insanı gün geçtikçe gerçek ihtiyâcı olan din’den-îmandan uzaklaştırmakta ve koparmaktadır.

 

Modernizm, insanı; Allah’a, âhiret bilincine, gayba, vahye, peygamberlere, dîne, îmâna, insana, adâlete, eşitliğe, hakka, hakîkate, kanaatkârlığa, tevâzuya, paylaşmaya vs. olan gerçek ihtiyaçlarından uzaklaştırarak, ihtirasların ağına düşürdü.   Böylece modern insan ancak modern ürünlere ihtiyaç duyar hâle geldi. Lâkin modern ürünleri alabildiğine elde etse de bir türlü tatmine ulaşamıyor ve huzûr bulamıyor. Zîrâ modernizmin ne ihtiyaçları ne de ihtirasları karşılayabiliyor. Modernizm, ürettiği boktan ürünlerle yâni modern hurâfelerle insanı insana ihtiyaç duymayacak hâle getirdi. İnsanların birbirine ihtiyaç hissetmeyecek hâle getirilmeleri, insanlık için en büyük felâketlerden biridir.

 

Modernizm sâdece bedenin ihtiyaçları olan maddî üretimleri değil, zihnî üretimler de yaptı-yapıyor. Fakat bunlar da Allah’tan, din’den ve îmandan kopuk olduğu için zihinleri gerçek anlamda iknâ ve tatmin edemiyor. Bu yüzden de öncekileri çöpe atıyor sürekli yeni teoriler ortaya çıkarmak zorunda kalıyor. Bunu da “ilerleme” olarak sunuyor. Câhil yâni Allah-merkezli olmayan toplumları kontrôl etmek için dâimâ yeni mitolojilere ihtiyaç duyulur. Modernleşmiş olan her grup ve devlet, kendi mitolojisini uydurarak varlığını devâm ettirebilir. Hakîkatin peşine düşmeyen insanlar, masal ve mitolojiye ihtiyaç duymaya başlarlar, onlara inanırlar ve onlara göre hayatlarını düzenlerler. Üstelik bunu bir ihtiyaç olarak görürler. 

 

İnsanın gerçek ihtiyaçlarından biri de, bir şeye kendi ihtiyaç duymasına rağmen onu paylaşmak”tır. Mü’minler böyle yapmakla hiç-bir şeyin sağlayamayacağı bir tatmin ve huzur yaşarlar:

 

 “Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz-nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

İnsanın gerçek ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanın kendisi ihtiyaç içinde olmamalıdır. Kendisi ihtiyaç içinde olan, başkasının ihtiyâcını tam anlamıyla karşılayamaz. İhtiyaç içinde olmayan tek varlık ise, kudreti sonsuz, yaratan ve yaşatan, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.

 

Evet; Allah’tan başka hiç-bir varlık ve hiç-bir şey insanın ihtiyaçlarını gerçek anlamda karşılayamaz. Zîrâ insanın gerçek ihtiyâçları, “modernizmin ürettikleri” değil, “Allah’ın yarattıkları”dır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

 

 

 

Devamını Oku »

Gelişmelere Ayak Uydurmak Zorunda Mıyız?

 

“Allah, îman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nûra çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tâğut’tur. Onları nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 257).

 

Mü’minler için, yazının başlığındaki soruya verilecek cevap; “bir yere kadar” şeklinde olmalıdır. Bâtıl her zaman, bâzı faydalı şeyler ile ortaya çıkar, çünkü benimsenmesi ve hayâtiyetini sürdürebilmesi için buna mecburdur. Hem böyle olduğu için hem de bâtıl -sünnetullah ve imtihan nedeniyle- genelde hâkim ve baskın durumda olduğu için insanlar bâtıla ve bâtılın ortaya çıkardıklarına uymaya mecbur bırakılmakta ve mecbur kalmaktadırlar. Tabi ortaya konan şeyler içinde insanlara faydası olan bâzı iyi şeyler de olmaktadır.

 

Aslında “gelişme” denilen şey “değişme”dir. Bu nedenle “gelişme” zannedilen şey, zihniyetin, üretimin ve mekânın dolayısı ile zamânın değişimidir. Seküler insan için bu değişimin neye göre ve hangi merkezde olduğu önemli değildir ve seküler insan değerlendirmesini sâdece konforunun, keyfinin, hazzının, zevkinin ve rahatının artıp-artmamasına göre yapar. Fakat mü’minler öyle değildir. Mü’minler her ortaya çıkanın ve her değişimin değerlendirmesini kesin şekilde, Allah’ın rızâsına uygun olup-olmamasına göre yaparlar. Bâtılın ve câhiliyenin, dolayısıyla da küfrün, şirkin ve zulmün hâkimiyetinde ortaya konan her “gelişim” zannedilen değişim, yenilik ve başkalaşma, merkeze Allah alınmadığı için şeytana, nefse ve tâğutlara göre olur. Bu yüzden mü’minler gelişmelere ayak uydurmak noktasında dikkatlidirler ve çok seçidirler. Hattâ çoğu-zaman radikâl kararlar almayı düşünerek mevcut câhiliyenin yâni modernitenin etkisinden tamâmen kurtulmanın hesâbını yaparlar. Zîrâ mü’minler, Allah’ın rızâsına çok büyük oranda uygun olmayan ve aykırı olan modernitenin ortaya koyduğu gelişim-değişimlere ayak uydurmak zorunda hissetmezler. Zâten siteme zihnen ve pratik anlamda olabildiğince muhâlif durmalarının nedeni budur.               

 

“Gelişmelere ayak uydurmak”, “mevcut sisteme ayak uydurmak” demektir. Mevcut sistem Allah’ın emirlerine, yasaklarına ve hükümlerine uygun olmadığı ve de aykırı olduğu için, “Allah’ın rızâsına aykırı olana ayak uydurmak” anlamına gelir. İslâm, “her gelişmeye ayak uydurulmasın ve sâdece Allah’ın rızâsına ve dînine uygun olana ayak uydurulsun” diye vardır. O-hâlde, insanlar her gelişmeye ayak uydurmayı matah bir şey zannede-dursun, mü’minler gelişmelere ayak uydurmak mecbûriyetinde olmadıklarını, her gelişmeye ayak uydurmaktan kaçınmaları gerektiğini ve “sâdece Allah’ın râzı olduğu şeylere ayak uydurmak” gerektiğini çok iyi bilirler. Zâten her namazda bunu ikrâr ederler ve: “Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz” (Fâtiha 5) derler ki, her ibâdet ve Allah rızâsına uygun olan her amel-eylem “sâdece Allah’a ayak uydurmak” demektir.

 

Her gelişmeye ayak uydurmak ağır bir pasiflik ve tembellik durumudur. Tabi aynı-zamanda şeytana uymaktır, zîrâ seküler bir dünyâda “gelişme” denilen ve ortaya çıkan olayların hemen tamâmı şeytanın fısıltılarına, nefsin kışkırtmalarına yada tâğutların sapkın yalanlarına dayanır. Bundan dolayı her gelişmeye ayak uyduran insanlar, beyinleri iğdiş edilmiş, zihinleri dumura uğratılmış ve aptallaştırılmış hâle gelirler. Korona sürecinde bunu çok net gördük. Her denilene ve her açıklamaya, aptalca ve ahmakça uyan insanlar, kendilerine zarar verecek-vermiş olan şeyleri, önünü-sonunu hiç düşünmeden uygulamayı seve-isteye kabûl ettiler. Bu, büyük bir huşû, kesin bir îman ve çok güçlü bir güven duydukları modern-bilim ve teknolojinin ortaya koyduğu her gelişmeye sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız ayak uydurmalarının bir sonucu idi.

 

Gelişmelere ayak uydurmanın iyi bir şey olduğunu zannedenlerin, bâzen hadis olarak da sürekli söyledikleri sözlerden biri de; “zaman sana uymuyorsa sen zamâna uy” sözüdür. Bu sözün Hz. Ali’ye âit olduğunu söyleyenler de vardır. Çocuk terbiyesi ile alâkalı olan bir soruya Hz. Ali: “Onları hangi usûle göre terbiye ediyorsunuz?” diye sormuş, onlar da; “elbette ki babalarımızdan gördüğümüz gibi” diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Ali -sözde-; “çocuklarınızı babanızdan gördüğünüz usûllere göre değil; zamânın îcaplarına göre terbiye edin. Zaman size uymazsa, siz zamana uyun!” buyurmuş.

 

Tabi bu sözler uydurulmuş zırvalıklardır. Mevcut zamânı kutsayanların yaptıkları bu şey, İslâm’ın ilkelerine birebir aykırı olan bu sözü Peygamberimiz’e yada Hz. Ali gibi birilerine isnât ederek meşrûlaştırmak istemekten başkası değildir. İslâm açısından bu sözün kabûl edilmesi mümkün değildir. Zîrâ İslâm tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda, “zamâna uymak” için değil, “zamânı kendi temel ilkelerine göre değiştirmek ve dönüştürmek için” vardır. Tüm peygamberler gibi mü’minlerin görevi de, “İslâm’ı gelişmelere ve zamâna uydurmak” değil, “mekânı, zamânı ve mevcudu İslâm’a uydurmak”tır:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) !Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

  

Târih-boyunca Allah rızâsına uygun olmayan ve aykırı olan gelişmelere ayak uydurmuş olan kavimler hep helâka uğramıştır. Helâk olan kavimler hep, Allah yerine şeytana ve nefse, dolayısıyla tâğutlara uydukları için mahvolmuşlardır. Onlardan biri olan Ad kavmi için Kur’ân şöyle der:

 

“İşte Ad (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O’nun elçilerine isyân ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler” (Hûd 59).

 

Gelişmelere daha doğrusu değişmelere ayak uydurmak ancak Allah ve İslâm-merkezli olursa meşrû olur ve iyi sonuç verir. O-hâlde değişimi kimin neye göre yaptığı önemlidir. İslâm-dışı olan hiç-bir gelişmeye ve değişmeye mecbur değiliz. Adâletsiz, eşitsiz, hakîkatsiz, haksız, ahlâksız, kötü, çirkin, haram, günah, ayıp, suç, zulüm içeren hiç-bir gelişmeye-değişmeye mecbur değiliz.

 

Mü’minler; sosyâl, kültürel, toplumsal, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsi vs. alanlardaki, İslâm’a ve dolayısıyla hakka-hakîkate uygun olmayan ve aykırı olan hiç-bir gelişmeye ve değişmeye mecbur değildir. Beşerin, insanın, aklın, modern zihniyetin, beşerî ideolojilerin, lâikliğin, sekülerizmin, demokrasinin, cumhûriyetin, kemâlizmin, feminizmin, kapitâlizmin, liberâlizmin, komünizmin, sosyâlizmin, modernizmin, post-modernizmin, post-truthun, meta-versenin, yapay zekânın, modern-bilim ve teknolojinin ortaya çıkardığı hiç-bir gelişmeye ve değişmeye mecbur değildir.

 

Modernite ile birlikte modern insan için ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline gelmiştir. Oysa tüm insanlar üzerinde aynı etkiyi yapan şey, “gelişme” değildir.

 

Bir şeyin gelişmesi, geliştiği şeyden “zamanla başkalaşması” demektir. Bir zaman sonra gelişen o şey başkalaşarak, ilk geliştiği şey olmaktan çıkar.

 

Dünyâ, “gelişme”nin değil, “değişmenin” yaşandığı mekândır. Değişme ise ancak “İslâmî anlamda bir değişme” olduğunda “iyi bir değişim” olmuş olur.

 

Birileri de İslâm’ı değiştirerek -sözde- geliştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa İslâm dîninin gelişmeye ihtiyâcı yoktur. Zîrâ İslâm, ilkel bir din değildir. İslam Medeniyeti’nden bi-haber olanlar ve hakîki bir İslâm ülkesinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmeyenler, Avrupa’yı-Batı’yı; bilimin, insânî değerlerin, gelişmenin vs. beşiği zannederler. Oysa bunları başlatan İslâm, ifsâd eden ise Avrupa-Batı’dır.

 

Mü’minler; içkinin, sigaranın, uyuşturucunun, kumarın, zinânın, fâizin, ekonomik uçurumları doğuran politikaların, kısaca Allah’ın emir ve yasaklarına, kânun ve kurallarına yâni İslâm’a  uygun olmayan ve aykırı olan hiç-bir şeye mecbur değildir ve tüm bunlara karşıdır. Zâten mü’minler işte bu nedenle hor görülmekte yâni gelişmelere ve değişimlere ayak uydurmadıkları için onlara maddî ve mânevî anlamda zulmedilmektedir. Zîrâ tüm zamanlarda ve mekânlarda, şeytanın, nefsin ve tâğutların izinde yürümeyi bayraklaştırmış olanlar, kendi hayat-tarzlarına ve yaşam-şekillerine uymayan, dolayısıyla gelişmelere ve değişmelere ayak uydur(a)mayanlardan hoşnut olmazlar. Lâkin mü’minler için bu sorun değildir:

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Çünkü mü’minler çok iyi bilirler ve îman ederler ki:

 

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2024

 

Devamını Oku »