1 Mart 2024 Cuma

Acıdan Kaçmak

 

“Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o: ‘Herhâlde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu’ diye Rabbine seslenmişti” (Sâd 41).

 

Hz. Eyyûb, kendisine büyük zorluk ve “kahredici bir acı” ve azap veren bir hastalığın yada derdin nedenini Allah’a değil de şeytana bağlıyor. Çünkü biz hem başımızdaki derdin ve acının bizim için hayır mı şer mi olduğunu bilemeyiz: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216), hem de başımıza gelen şey gerçekten kötüyse, o Allah’tan değil, kendi yaptıklarımız yüzünden başımıza gelmiştir: “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir…” (Nîsâ 79).

 

O-hâlde insan, ya kendisi için kısa bir zaman sonra hayra dönüşecek olan bir acıdan, yada aslında kendisi yüzünden başına gelen bir acıdan kaçmaktadır.

 

Târih, “acıların târihi”dir. Derinlemesine düşünüldüğünde, Dünyâ’da ne kadar da çok acı var. Peki neden?. Çünkü Dünyâ cennet değildir ve “geçici bir imtihan yurdu”dur. İmtihanın olduğu yerde acının, zorluğun, sıkıntıların ve derdin olmaması düşünülemez. Fakat sorun şu ki, Dünyâ’nın doğal zorlukları, dertleri ve acıları vardır. Meselâ sıcak, soğuk, ağır gibi şeyler doğal zorluklardır. Sel, yangın, deprem, bir âletin, aracın yada düzenin bozulması doğal dertlerdir. Kazâ, belâ, hastalıklar ve ölüm ise doğal acılardır. Doğal zorluklar, dertler ve acılar, bir nebze tedbir alınsa da kesin olarak kurtulamayacağımız imtihanlarımızdır. Fakat bir de insanlardan kaynaklanan zorluklar, dertler ve acılar vardır ki işte asıl zorluk, dert ve acılar insanların ortaya çıkardığı nedeniyle çekilmektedir. İnsanların ortaya çıkardığı zorlukların daha zor olmasının nedeni doğal olmamasından dolayıdır. Doğal olmayan şeyler insanlara büyük acılar vermektedir.    

 

Peki doğal olmayan avcılar ne zaman ortaya çıkar?. İnsan “sâdece Allah’a” bağlanmayıp da şeytana, nefsine ve tâğutlara göre düşündüğünde, konuştuğunda ve davrandığında ortaya çıkar. Zâten “acıdan kaçmak” düşüncesi de, “doğal olmayan acılardan kaçmak”tır.  

 

Tüm kâinat Allah’ın akorduna göre güzel bir ses çıkarır. İnsan ise Dünyâ’yı bir-türlü akord edememekte ve bu yüzden de acının sesinden başka bir ses çıkmamaktadır. İşin garibi, modern insan bu acılara alışmaktadır da.

 

Modern insan, acılardan kaçmak yada acılarını susturmak uğruna acılar içinde kalan varlıktır. Oysa acı, “çekmek” içindir. Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz. Allah bizi kendi ellerimizin yaptığı yüzünden ortaya çıkan acılarla da imtihan ettiği için, o acıyı çekmek de kaçınılmazdır. Tabi bir de zorlukları ve acıyı ortaya çıkarıp da kaçan şerefsizler de vardır.

 

Fransız Yurttaşlık Bildirgesi’nde: “İnsanoğlunun nihâi hedefi mutluluğa ulaşmaktır, mutluluk ise ekonomik refahta gizlidir” denir. O-hâlde mutluluğa ulaşmak için paraya ulaşmak, paraya ulaşmak için de para kazanmaya kilitlenmek gerekecektir. Fakat bu durum insanın ruhsal-psikolojik yönünü olumsuz etkileyecek ve onu daha da mutsuz edecektir. Üstelik para çoğaldıkça insanın merhâmeti azalır ve acımasız olmaya başlar. Çok para, acıyı azaltmaz yada bitirmez ve ancak para-sâhibini acımasız kılar. Nefiste meydana gelen acımasızlık insanın rûhuna acı verir. Bu nedenle çok para sâhip olmakla acıdan kaçmak sürdürülebilir değildir.

 

Acısızlık olarak kabûl edilen mutluluk, peşinde koşmakla elde edilebilecek bir şey değildir. Zâten mutluluk bireysel ve bencil değildir. Bencil ve bireysel olana haz ve zevk denir. Mutluluk, tüm insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu edecek şeyler ile gerçekleşebilir.

 

Hedonistler (hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, “insanın biricik hedefi” olması gerektiğini söylerler. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak!”.

 

Hazcılar hazzı kesintiye uğratmamak ve hazlarını en üst seviyede sürdürmek isterler. Bir yazıda hazcılık için şunlar söylenir:

 

“Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos, temsilcisi Epiküros’tur. Hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya haz adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlâki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan, doğası gereği acıdan kaçınıp, hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Hedonizmin kurucularından biri olan Aristippos bedensel zevkin önemini vurgular. Diğer kurucu Epiküros ise duygusal hazzın da önemli olduğunu savunur.

 

Hedonistler devamlı olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzının karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hattâ ‘bilgi’nin bile ‘an’da yaşanan duygulardan oluştuğu düşünülür. Hedonistlerde sıklıkla görülen ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde özetlenebilir”.

 

İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar -güyâ- acıdan kaçmak ve mutluluğa ulaşmak için irâdelerini kaybetmeyi göze alabilmektedirler. 

Anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz ve zevk ile anlamın bir-arada olması mümkün değildir. Hazda anlam yoktur. O bir “kendinden geçme hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getirir. Hazlar geçicidir, acılar kalıcıdır.

 

Acıdan kaçmak acımasız insanlar ortaya çıkarır. Bu en çok da “ticârette acımasızlık” olarak kendini gösterir. “Ticârette acımasız olacaksın” sözü dilden-dile dolaşmaktadır. Böyleleri kurnaz da olurlar. Çünkü acımasız olanlar kurnaz olur, yada kurnaz olanlar acımasızdır. Zîrâ acımasızlık insanı kurnazlaştırır. Acımazsız olanlar acıdan en çok kaçmak isteyenlerdir. Acıdan kaçmak için çeşitli kurnazlıklar düşünürler ve kurnazlıklar yaparlar.

 

İşte İslâm ‘da zekat, infâk ve hayır-hasenat bu nedenle vardır ve olmalıdır. Böylece başkalarının dertleri ve acıları azaltılabilir. Zâten insan ancak başkalarının acılarını azaltabildiği oranda acımazsızlıktan kurtulabilir. Fakat bu üç kuruşluk yardımlarla pek olacak şey değildir. Zekatın ve infâkın oranı ve miktarı, biraz acıtacak düzeyde olmalıdır, yoksa “cimrinin zekatı” olmaktan kurtulamaz ve çok da işe yaramaz.

 

Acısı olmayanın ahlâkı da olmaz. Çünkü ahlâksızlık daha çok haz, neşe, konfor ve zevk içindeyken ortaya çıktığı gibi, ahlâk ise zorluk, dert ve acı içindeyken ortaya çıkar. İnsanlar ikiye ayrılır. 1-Bedeni fiyakalı olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı olması için “acı çekmesi” gerekir.

 

İnsanın gâyesi “Dünyâ’da mutlu olmak” değil, “cennette mutlu olmak”tır. Çünkü mutluluk bir sonuçtur ve Dünyâ’da Allah’ın râzı olacağı şekilde yaşayanlara verilecek olan “cennet ödülü”dür. Cennete herkes mutludur. Mutluluk bir sonuçtur, bu nedenle “mutlu olmak için bir şeyler yapmak” değil, “bir şeyler yapıldıktan sonra mutlu olmak” vardır.

 

Dînin en yüce amacı insanı mutlu etmek değildir yada din insanı Dünyâ’da mutlu etmek için değil, cennette mutlu etmek için vardır. Çünkü “mutluluk herkesin kesintisiz bir şekilde mutlu olması” demektir. Dünyâda ise anlık mutluluklar olabilir. Acıdan kaçmak ise, Dünyâ’daki acılardan değil, “cehennem azâbından” dolayı olan acıdan kaçmaktır ki bunun yolu da, Dünyâ’da mutlulukların azalmasına ve bâzı acıların ve zorlukların olmasına neden olan, icâbında malların ve canların bile Allah için ortaya konulup zorluklara ve acılara mâruz kalabilmeyi kabûl etmek ve hakkıyla kulluk yapmaktan geçer. Yoksa öyle acılardan kaça-kaça âhirette mutluluğa ulaşmak mümkün değildir. Peygamberler içinde mutlu-mesut ve dertsiz-tasasız yaşayan bir peygamber örneği yoktur.

 

“Bize Dünyâ’da da iyilik ver âhirette iyilik ver” âyeti, “bizi her iki âlemde de haz ve neşe içinde yaşat” demek değildir. Asıl olan yurt âhiret yurdu olduğundan dolayı, “âhireti kazanabilmek için Dünyâ’da hakkıyla kulluk yapabilmeyi nasip et” demektir ki Dünyâ-yaşamı için en iyi şey budur. Dünyâ’daki iyilik, Allah’ın râzı olacağı ama bâzı bedelleri olan bir yaşam üzere olmaktır.

 

Felsefe, modern-bilim, teknoloji, beşerî ideolojiler, bâtıl dinler, İslâmî olmayan düşünceler vs. herkes ve her-şey insanı Dünyâ’da mutlu etmek için ortaya çıktığını söyler. Oysa Kur’ân’da yâni İslâm’da böyle bir amaç ve hedef yoktur. Çünkü Dünyâ imtihan dünyâsıdır ve imtihan dünyâsında sürekli ve kesintisiz bir mutluluk olmaz ve sâdece mutlu anlar vardır. Diğerleri ise, âhireti, cenneti ve cehennemi iptâl ve inkâr ettiğinden yada cennet ve cehennem çok da belirgin ve îman esâsı olarak görülmediği için insanları Dünyâ’da mutlu etmeye çalışırlar. Tabi kesintisiz şekilde Dünyâ’da mutlu olmak mümkün olmadığı yada “herkes için” mümkün olmadığından dolayı sâdece bâzıları -sözde- mutlu olur ve bu nedenle de sonuçta bencil bir Dünyâ ortaya çıkar. Fakat mutluluk “herkes için mutluluk” olacağından ve herkes mutlu ise gerçek mutluluğa ulaşılabileceğinden ve bu da ancak cennette olabileceğinden dolayı, azınlığın ulaştığı şey de mutluluk değil, “kısa sürekliğine acıdan uzak kalmak”tan başkası değildir. Mutluluk ile haz her zaman karıştırılmakta ve haz, zevk ve neşe mutluluk zannedilmektedir. Cennete herkes mutlu olduğu için gerçek ve kesintisiz mutluluk vardır orada.

 

Farâbi, felsefe ile dînin amacını aynı görmekte ve bunun “en yüce mutluluk” olduğunu belirtmektedir. Mutluluk kavramı, Farâbi’nin ahlâk felsefesinin ve hattâ genel felsefesinin en temel konusunu oluşturmaktadır. Çünkü Farâbi’de cennet-cehennem semboliktir. Ona göre cennet ve cehennem diye bir yer yoktur ve ölümle birlikte bedenden ayrılan nefs, düşünce-gücünün ulaşmış olduğu mertebeye göre ya mutluluk içerisinde ya da mutsuzluk ve azap içerisinde bozulmaya uğramadan bedenden ayrı olarak vâr olmaya devâm edecektir.

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Evet; gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir:

 

 “Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20)

 

Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen pratikte bilim ve teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Bilimin “mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar. Bilim-adamları ahlâk-timsali kişiler değildir ki!. Bilim özünde “mutlak iyi” bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır da. Hattâ bilim ve teknolojinin kuşatmasında insanoğlu, târih boyunca hiç olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir. Modern-bilim ve teknolojinin faydasından ziyâde zarârı vardır ve acı vermektedir.

 

Peki acı mı daha gerçektir, yoksa acının yokluğu mu?. İlki daha gerçektir, çünkü acıyı an-an yaşarsınız. Ölmek ise bâzen, acı içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde yaşamak, “hayat sürmek” değildir.

 

Yeni bir bilinçli nesil için, sezaryenin yasaklanması mı gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz ve acısız doğum”dur. Oysa “doğum” bilinçsiz ve acısız olamaz.

 

Aşırı bağlılıklardan kaynaklanan körlükleri, yaşanacak “aşırı acılar” açabilir ancak: “O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar” (Şuârâ 201). Modern insana belâ yetmiyor ve ille de acı azap ile karşılaşması gerekiyor. Çünkü nefsi kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez-yetmiyor. Onu ancak “acı azap” kendine getirir.

 

İnsanın yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesesini önler. Çünkü sopayı yiyen insan, onun acısını çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur. Şeytan acı çeken insana vesvese veremez. O acıdan kaçmak için yol arayanlara vesveseler verir.

 

Tevhid acıdır, zîrâ bedeli vardır; şirk ise tatlıdır, insanı kendinden geçirir, çünkü bedeli yoktur. Modern insanın tevhidten şirke doğru kaçmasının nedeni budur. Fakat şu bilinsin ki bâtıldan geriye bir tek acılar kalır.

 

Modern insan, modernizmin kıskacında acı çekmektedir.

 

Göz yaşı acının sıvı haklidir. Efkâr, feryat, figân ve öfke ise sesli hâlidir.

 

Putlar, kendilerine tapanlara hiç acımazlar. Allah ise, “Rahmân ve Rahîm”dir. O-hâlde putlardan kaçıp Allah’a sığınmak gerekir.

 

Acıdan kaçılamayacağının ve kaçılmaması gerektiğinin farkında olanlar, “acının insana kattığı değeri bilenler”dir.

 

Modernizm bir “seyretme uygarlığı”dır. Öyle ki, derin zulümler ve acılar da “yalnızca seyredilen” şeyler hâline geldi. Üstelik birilerinin yaşadığı derin acılar, haz, zevk ve konfor içinde seyrediliyor.

 

Modern insan, “başkalarına” bakarak rahatlayan yada acı çeken insandır. Onu huzurlu yada huzursuz eden şey, başkalarına bakarak yaptığı kıyaslamadır.

 

Acısızlık için beşikteki bebeğe bile acımayan zâlimlere sevgi göstermek yada acı çekenleri görmezden gelmek, ezikliğin daniskasıdır.

 

Bâzen de acı üzerinize o kadar boca edilmiştir ki, artık bir an olsun acıdan kaçmak isteseniz bile kaçacak yer bulamazsınız. Çünkü acı her yeri sarmış ve kuşatmıştır. Herkes ve her yer acı içindedir. Her yer acıyla öyle bir dolmuştur ki, kaçacak ve göçecek bir yer kalmamıştır. Ancak bir acıdan başka bir acıya kaçılabilmektedir. Mevcut acılar da yeni acılara gebedir. Üstelik herkes kendi dünyevî menfaatlerine ve çıkarlarına kilitlenmiş durumda olduğu için bu acıları sâdece izlemektedir. İşte bu acıların mağdurları olanlar Gazze ve Gazzeli mü’minlerdir. Müslüman olduğunu söyleyen fakat aslında on numara münâfık olan müslümanlar acıdan kaçmak için bir yerlerini yırtarlarken taşı-toprağıyla tüm Gazze ve çoluğu-çocuğu ile tüm Gazzeli mü’minler acı içinde yoğrulmaktadır. Böyle bir durumda acıdan kaçmayı düşünmek şerefsizlikten başka bir şey değildir.  .

 

“Acı gerçek” şu ki; acı gerçektir.

 

“Sâdece Allah’a” sığınmak, acının en iyi ilacıdır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder