“Kulumuz Eyyûb’u
da hatırla. Hani o: ‘Herhâlde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu’
diye Rabbine seslenmişti” (Sâd
41).
Hz. Eyyûb, kendisine büyük zorluk ve
“kahredici bir acı” ve azap veren bir hastalığın yada derdin nedenini Allah’a
değil de şeytana bağlıyor. Çünkü biz hem başımızdaki derdin ve acının bizim
için hayır mı şer mi olduğunu bilemeyiz: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır
ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz
bilmezsiniz” (Bakara
216), hem de başımıza gelen şey gerçekten kötüyse, o Allah’tan değil, kendi
yaptıklarımız yüzünden başımıza gelmiştir:
“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da
kendindendir…” (Nîsâ 79).
O-hâlde insan, ya kendisi için kısa
bir zaman sonra hayra dönüşecek olan bir acıdan, yada aslında kendisi yüzünden
başına gelen bir acıdan kaçmaktadır.
Târih, “acıların târihi”dir. Derinlemesine
düşünüldüğünde, Dünyâ’da ne kadar da çok acı var. Peki neden?. Çünkü Dünyâ
cennet değildir ve “geçici bir imtihan yurdu”dur. İmtihanın olduğu yerde acının,
zorluğun, sıkıntıların ve derdin olmaması düşünülemez. Fakat sorun şu ki,
Dünyâ’nın doğal zorlukları, dertleri ve acıları vardır. Meselâ sıcak, soğuk,
ağır gibi şeyler doğal zorluklardır. Sel, yangın, deprem, bir âletin, aracın
yada düzenin bozulması doğal dertlerdir. Kazâ, belâ, hastalıklar ve ölüm ise
doğal acılardır. Doğal zorluklar, dertler ve acılar, bir nebze tedbir alınsa da
kesin olarak kurtulamayacağımız imtihanlarımızdır. Fakat bir de insanlardan
kaynaklanan zorluklar, dertler ve acılar vardır ki işte asıl zorluk, dert ve
acılar insanların ortaya çıkardığı nedeniyle çekilmektedir. İnsanların ortaya
çıkardığı zorlukların daha zor olmasının nedeni doğal olmamasından dolayıdır.
Doğal olmayan şeyler insanlara büyük acılar vermektedir.
Peki doğal olmayan avcılar ne zaman ortaya
çıkar?. İnsan “sâdece Allah’a” bağlanmayıp da şeytana, nefsine ve tâğutlara
göre düşündüğünde, konuştuğunda ve davrandığında ortaya çıkar. Zâten “acıdan
kaçmak” düşüncesi de, “doğal olmayan acılardan kaçmak”tır.
Tüm kâinat Allah’ın akorduna göre güzel bir
ses çıkarır. İnsan ise Dünyâ’yı bir-türlü akord edememekte ve bu yüzden de acının
sesinden başka bir ses çıkmamaktadır. İşin garibi, modern insan bu acılara
alışmaktadır da.
Modern insan, acılardan kaçmak yada acılarını
susturmak uğruna acılar içinde kalan varlıktır. Oysa acı, “çekmek” içindir.
Acıyı çekmeyen o acıdan kurtulamaz. Allah bizi kendi ellerimizin yaptığı
yüzünden ortaya çıkan acılarla da imtihan ettiği için, o acıyı çekmek de
kaçınılmazdır. Tabi bir de zorlukları ve acıyı ortaya çıkarıp da kaçan
şerefsizler de vardır.
Fransız Yurttaşlık Bildirgesi’nde:
“İnsanoğlunun nihâi hedefi mutluluğa ulaşmaktır, mutluluk ise ekonomik refahta
gizlidir” denir. O-hâlde mutluluğa ulaşmak için paraya ulaşmak, paraya ulaşmak
için de para kazanmaya kilitlenmek gerekecektir. Fakat bu durum insanın
ruhsal-psikolojik yönünü olumsuz etkileyecek ve onu daha da mutsuz edecektir. Üstelik
para çoğaldıkça insanın merhâmeti azalır ve acımasız olmaya başlar. Çok para,
acıyı azaltmaz yada bitirmez ve ancak para-sâhibini acımasız kılar. Nefiste
meydana gelen acımasızlık insanın rûhuna acı verir. Bu nedenle çok para sâhip
olmakla acıdan kaçmak sürdürülebilir değildir.
Acısızlık olarak kabûl edilen mutluluk,
peşinde koşmakla elde edilebilecek bir şey değildir. Zâten mutluluk bireysel ve
bencil değildir. Bencil ve bireysel olana haz ve zevk denir. Mutluluk, tüm
insanları hem Dünyâ’da hem de âhirette mutlu edecek şeyler ile gerçekleşebilir.
Hedonistler
(hazcılar), mutluluk zannettikleri hazzın, “insanın biricik hedefi” olması
gerektiğini söylerler. Epikür
insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: “Yaşamın tadını
çıkarmak ve acılardan kaçınmak!”.
Hazcılar
hazzı kesintiye uğratmamak ve hazlarını en üst seviyede sürdürmek isterler. Bir
yazıda hazcılık için şunlar söylenir:
“Bu yaklaşımın kurucusu Aristippos,
temsilcisi Epiküros’tur. Hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya
haz adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlâki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise
mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan,
doğası gereği acıdan kaçınıp, hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle
davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Hedonizmin kurucularından biri olan
Aristippos bedensel zevkin önemini vurgular. Diğer kurucu Epiküros ise duygusal
hazzın da önemli olduğunu savunur.
Hedonistler devamlı olarak zevk ve
hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar.
Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzının karşısındaki diğer insanları önemsemeden
yaşaması gerektiğini savunurlar. Hattâ ‘bilgi’nin bile ‘an’da yaşanan
duygulardan oluştuğu düşünülür. Hedonistlerde sıklıkla görülen ortak
özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için
kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde özetlenebilir”.
İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları,
acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek
üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar -güyâ- acıdan kaçmak ve mutluluğa
ulaşmak için irâdelerini kaybetmeyi göze alabilmektedirler.
Anlam daha çok acı ile birliktedir. Haz ve zevk
ile anlamın bir-arada olması mümkün değildir. Hazda anlam yoktur. O bir
“kendinden geçme hâli”dir. Anlam ise insanı kendine getirir. Hazlar geçicidir,
acılar kalıcıdır.
Acıdan
kaçmak acımasız insanlar ortaya çıkarır. Bu en çok da “ticârette acımasızlık”
olarak kendini gösterir. “Ticârette acımasız olacaksın” sözü dilden-dile
dolaşmaktadır. Böyleleri kurnaz da olurlar. Çünkü acımasız olanlar kurnaz olur, yada kurnaz
olanlar acımasızdır. Zîrâ acımasızlık insanı kurnazlaştırır. Acımazsız olanlar
acıdan en çok kaçmak isteyenlerdir. Acıdan kaçmak için çeşitli kurnazlıklar
düşünürler ve kurnazlıklar yaparlar.
İşte
İslâm ‘da zekat, infâk ve hayır-hasenat bu nedenle vardır ve olmalıdır. Böylece
başkalarının dertleri ve acıları azaltılabilir. Zâten insan ancak başkalarının
acılarını azaltabildiği oranda acımazsızlıktan kurtulabilir. Fakat bu üç
kuruşluk yardımlarla pek olacak şey değildir. Zekatın ve infâkın oranı ve
miktarı, biraz acıtacak düzeyde olmalıdır, yoksa “cimrinin zekatı” olmaktan kurtulamaz
ve çok da işe yaramaz.
Acısı olmayanın ahlâkı da olmaz. Çünkü
ahlâksızlık daha çok haz, neşe, konfor ve zevk içindeyken ortaya çıktığı gibi,
ahlâk ise zorluk, dert ve acı içindeyken ortaya çıkar. İnsanlar ikiye ayrılır. 1-Bedeni fiyakalı
olanlar; 2-Rûhu fiyakalı olanlar. Rûhun fiyakalı olması için “acı çekmesi”
gerekir.
İnsanın
gâyesi “Dünyâ’da mutlu olmak” değil, “cennette mutlu olmak”tır. Çünkü mutluluk
bir sonuçtur ve Dünyâ’da Allah’ın râzı olacağı şekilde yaşayanlara verilecek
olan “cennet ödülü”dür. Cennete herkes mutludur. Mutluluk bir sonuçtur, bu nedenle “mutlu olmak için bir şeyler yapmak”
değil, “bir şeyler yapıldıktan sonra mutlu olmak” vardır.
Dînin
en yüce amacı insanı mutlu etmek değildir yada din insanı Dünyâ’da mutlu etmek
için değil, cennette mutlu etmek için vardır. Çünkü “mutluluk herkesin
kesintisiz bir şekilde mutlu olması” demektir. Dünyâda ise anlık mutluluklar
olabilir. Acıdan kaçmak ise, Dünyâ’daki acılardan değil, “cehennem azâbından”
dolayı olan acıdan kaçmaktır ki bunun yolu da, Dünyâ’da mutlulukların azalmasına
ve bâzı acıların ve zorlukların olmasına neden olan, icâbında malların ve canların
bile Allah için ortaya konulup zorluklara ve acılara mâruz kalabilmeyi kabûl
etmek ve hakkıyla kulluk yapmaktan geçer. Yoksa öyle acılardan kaça-kaça
âhirette mutluluğa ulaşmak mümkün değildir. Peygamberler içinde mutlu-mesut ve
dertsiz-tasasız yaşayan bir peygamber örneği yoktur.
“Bize
Dünyâ’da da iyilik ver âhirette iyilik ver” âyeti, “bizi her iki âlemde de haz
ve neşe içinde yaşat” demek değildir. Asıl olan yurt âhiret yurdu olduğundan
dolayı, “âhireti kazanabilmek için Dünyâ’da hakkıyla kulluk yapabilmeyi nasip
et” demektir ki Dünyâ-yaşamı için en iyi şey budur. Dünyâ’daki iyilik, Allah’ın
râzı olacağı ama bâzı bedelleri olan bir yaşam üzere olmaktır.
Felsefe,
modern-bilim, teknoloji, beşerî ideolojiler, bâtıl dinler, İslâmî olmayan
düşünceler vs. herkes ve her-şey insanı Dünyâ’da mutlu etmek için ortaya
çıktığını söyler. Oysa Kur’ân’da yâni İslâm’da böyle bir amaç ve hedef yoktur.
Çünkü Dünyâ imtihan dünyâsıdır ve imtihan dünyâsında sürekli ve kesintisiz bir
mutluluk olmaz ve sâdece mutlu anlar vardır. Diğerleri ise, âhireti, cenneti ve
cehennemi iptâl ve inkâr ettiğinden yada cennet ve cehennem çok da belirgin ve
îman esâsı olarak görülmediği için insanları Dünyâ’da mutlu etmeye çalışırlar. Tabi
kesintisiz şekilde Dünyâ’da mutlu olmak mümkün olmadığı yada “herkes için”
mümkün olmadığından dolayı sâdece bâzıları -sözde- mutlu olur ve bu nedenle de sonuçta
bencil bir Dünyâ ortaya çıkar. Fakat mutluluk “herkes için mutluluk” olacağından
ve herkes mutlu ise gerçek mutluluğa ulaşılabileceğinden ve bu da ancak
cennette olabileceğinden dolayı, azınlığın ulaştığı şey de mutluluk değil, “kısa
sürekliğine acıdan uzak kalmak”tan başkası değildir. Mutluluk ile haz her zaman
karıştırılmakta ve haz, zevk ve neşe mutluluk zannedilmektedir. Cennete herkes
mutlu olduğu için gerçek ve kesintisiz mutluluk vardır orada.
Farâbi, felsefe ile dînin amacını aynı
görmekte ve bunun “en yüce mutluluk” olduğunu belirtmektedir. Mutluluk kavramı,
Farâbi’nin ahlâk felsefesinin ve hattâ genel felsefesinin en temel konusunu
oluşturmaktadır. Çünkü Farâbi’de cennet-cehennem semboliktir. Ona göre cennet
ve cehennem diye bir yer yoktur ve ölümle birlikte bedenden ayrılan nefs,
düşünce-gücünün ulaşmış olduğu mertebeye göre ya mutluluk içerisinde ya da
mutsuzluk ve azap içerisinde bozulmaya uğramadan bedenden ayrı olarak vâr
olmaya devâm edecektir.
“Îman edip
sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
Evet;
gerçek mutluluğa ancak, Dünyâ’da îman edip sâlih amel işlemekle ve böylece
cenneti hak ederek oraya girmekle ulaşılabilir:
“Îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır.
İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır” (Tevbe 20)
Teoride olumlu gibi gözükmesine rağmen
pratikte bilim ve teknoloji, insanlığın anasını ağlatmış durumdadır. Bilimin
“mutlak iyi” olduğunu zannedenler, insanın nefsini hiç hesâba katmıyorlar.
Bilim-adamları ahlâk-timsali kişiler değildir ki!. Bilim özünde “mutlak iyi”
bir şey değildir. Kötüye kullanılmaya çok fazla müsâittir ve kullanılmaktadır
da. Hattâ bilim ve teknolojinin kuşatmasında insanoğlu, târih boyunca hiç
olmadığı oranda zulüm görmekte ve acı çekmektedir. Modern-bilim ve teknolojinin
faydasından ziyâde zarârı vardır ve acı vermektedir.
Peki acı mı daha gerçektir, yoksa acının
yokluğu mu?. İlki daha gerçektir, çünkü acıyı an-an yaşarsınız. Ölmek ise bâzen,
acı içinde yaşamaktan daha iyidir. Zîrâ acı içinde yaşamak, “hayat sürmek”
değildir.
Yeni bir bilinçli
nesil için, sezaryenin yasaklanması mı gerekir acaba?. Zîrâ sezaryen “bilinçsiz
ve acısız doğum”dur. Oysa “doğum” bilinçsiz ve acısız olamaz.
Aşırı bağlılıklardan kaynaklanan körlükleri,
yaşanacak “aşırı acılar” açabilir ancak: “O pek acı azâbı görünceye kadar
ona inanmazlar” (Şuârâ 201). Modern insana
belâ yetmiyor ve ille de acı azap ile karşılaşması gerekiyor. Çünkü nefsi
kışkırtılmış ve yoldan çıkmış insana azap yetmez-yetmiyor. Onu ancak “acı azap”
kendine getirir.
İnsanın
yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesesini önler. Çünkü
sopayı yiyen insan, onun acısını çekerken şeytanın vesvesesini duyamaz. “Dayak
cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur. Şeytan acı çeken
insana vesvese veremez. O acıdan kaçmak için yol arayanlara vesveseler verir.
Tevhid acıdır, zîrâ bedeli vardır; şirk ise
tatlıdır, insanı kendinden geçirir, çünkü bedeli yoktur. Modern insanın tevhidten
şirke doğru kaçmasının nedeni budur. Fakat şu bilinsin ki bâtıldan geriye bir
tek acılar kalır.
Modern
insan, modernizmin kıskacında acı çekmektedir.
Göz
yaşı acının sıvı haklidir. Efkâr, feryat, figân ve öfke ise sesli hâlidir.
Putlar, kendilerine tapanlara hiç acımazlar.
Allah ise, “Rahmân ve Rahîm”dir. O-hâlde putlardan kaçıp Allah’a sığınmak
gerekir.
Acıdan kaçılamayacağının
ve kaçılmaması gerektiğinin farkında olanlar, “acının insana kattığı değeri
bilenler”dir.
Modernizm bir “seyretme uygarlığı”dır. Öyle
ki, derin zulümler ve acılar da “yalnızca seyredilen” şeyler hâline geldi. Üstelik
birilerinin yaşadığı derin acılar, haz, zevk ve konfor içinde seyrediliyor.
Modern insan, “başkalarına”
bakarak rahatlayan yada acı çeken insandır. Onu huzurlu yada huzursuz eden şey,
başkalarına bakarak yaptığı kıyaslamadır.
Acısızlık için beşikteki bebeğe bile acımayan
zâlimlere sevgi göstermek yada acı çekenleri görmezden gelmek, ezikliğin
daniskasıdır.
Bâzen de acı üzerinize o kadar boca edilmiştir
ki, artık bir an olsun acıdan kaçmak isteseniz bile kaçacak yer bulamazsınız. Çünkü
acı her yeri sarmış ve kuşatmıştır. Herkes ve her yer acı içindedir. Her yer
acıyla öyle bir dolmuştur ki, kaçacak ve göçecek bir yer kalmamıştır. Ancak bir
acıdan başka bir acıya kaçılabilmektedir. Mevcut acılar da yeni acılara
gebedir. Üstelik herkes kendi dünyevî menfaatlerine ve çıkarlarına kilitlenmiş
durumda olduğu için bu acıları sâdece izlemektedir. İşte bu acıların mağdurları
olanlar Gazze ve Gazzeli mü’minlerdir. Müslüman olduğunu söyleyen fakat aslında
on numara münâfık olan müslümanlar acıdan kaçmak için bir yerlerini
yırtarlarken taşı-toprağıyla tüm Gazze ve çoluğu-çocuğu ile tüm Gazzeli
mü’minler acı içinde yoğrulmaktadır. Böyle bir durumda acıdan kaçmayı düşünmek
şerefsizlikten başka bir şey değildir. .
“Acı gerçek” şu ki; acı gerçektir.
“Sâdece
Allah’a” sığınmak, acının en iyi ilacıdır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder