4 Mart 2024 Pazartesi

Akla Tapmak


“De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar” (Neml 65).

 

İnsan ancak iki şeyden birini merkeze alarak ve iki şeyden birine göre düşünebilir, konuşabilir ve davranabilir; vahiy ve akıl.

 

İslâm elbette akla karşı değildir ve aklı kullanmayı şart koşar. Fakat aklı kullanmak ile aklı merkeze almak ve en üst ve üstün olanın akıl olduğunu kabûl ederek aklı ilahlaştırmak ve ona tapmak bambaşka bir şeydir.

 

Akıl sonsuz ve sınırsız bir idrâk gücü ve potansiyeli yoktur. Akıl, şaşmaz ve yanılmaz bir kuyumcu terâzisi de değildir. Akıl birbirine zıt ve aykırı yönde kullanılan sonuçlar üretebildiği için hiç-bir zaman akıl-birliği yoktur, olamaz. Aklın ancak daha üst ve şaşamaz-yanılmaz bir dayanağa dayanması gerekir ki şaşmaz-yanılmaz şekilde çalışabilsin. Aklın yaslanabileceği şaşmaz-yanılmaz tek dayanak vahiydir. Allah zâten vahyi, “akıl vahye dayanarak en doğru şekilde işletilebilsin” diye indirir ve peygamberler de “aklı vahiy-merkezli kullanmanın en güzel örnekleri”dirler. Vahiy-merkezli olmadıkça da aklın doğru çalışabilmesi ve herkes için iyi sonuçlar üretebilmesi mümkün değildir.

 

Akıl, vahiy-merkezli olmadığında şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olmak zorunda kalır. Çünkü başka seçenek yoktur. İşte düşüncesi yaklaşık 500 yıl önce başlayan ama etkisini son 200 yıldır tüm dünyâda gösteren “modernizm” denilen şeytan-işi pislik sistem merkeze; Allah, âhiret, dîn yâni ilâhî olan yerine, şeytan, nefs, tâğut-merkezli aklı almayı getirmiştir. Bunun için de Allah’ı, âhireti ve dini kâlplere, vicdanlara ve dört duvar arasına kapatmış, aklı ise hayâtın tam ortasına bir ilah gibi dikmiştir ve târihte hiç olmayan bir bağlılıkla akla tapmaktadırlar. Aklın bir ilah olduğu ve ona huşû ile tapıldığı, “aklı kullanmak” ifâdesiyle örtülmeye çalışılmaktadır. Akıl elbette kullanılacaktır, çünkü bunun için yaratılmıştır. Fakat akıl ancak vahiy-merkezli kullanılırsa hayır ve iyilik üretebilir ve bunu “herkes için” yapar, aksi-takdirde modernizm sürecinde de görüldüğü gibi fitne üretip ifsâd etmekten başka bir işe yaramaz. Ortaya çıkan fitne ortamından da ancak ve sâdece bâzı kişiler yaralanır. Zâten sistemin sürmesini de onlar ister ve bunun için olanca güçleri ile çalışırlar. Öyle ki bu uğurda her türlü şerefsizliği yapmaktan da çekinmezler.

 

Dünyâ’nın kötülüğe boğulmasına neden olan şey Allah, din, îman, Kur’ân, Peygamber ve vahiy-merkezli olan akıl yâni İslâm değildir. Biz şu-an İslâmî bir toplum, devlet ve medeniyet içinde yaşamıyoruz ki!. Dünyâ İslâm dünyâsı değildir. Biz şu-anda şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde, yönlendirmesinde ve yönetmesinde olan bir aklın ortaya çıkardığı zaman, mekân ve şartlar içinde yaşıyoruz. Allahsız modern dünyâ ve hayat içinde yaşıyoruz. Bu-bağlamda; “keşif” adı altında Amerika’yı, Avustralya’yı ve Afrika’yı işgâl edip sömürenler müslümanlar değildi. Kızılderilileri öldürenler, onların mallarını-mülklerini yağmalayanlar vahiy-merkezli olanlar değildi, (ki Avrupa, kızıl-derili ve yerlilerin altın ve gümüşleriyle zengin olmuş ve o çok beğenilen modern süreci başlatmıştır).

 

Kezâ Afrika’yı sömürgeleştiren ve Afrika’lı insanları köleleştirenler de müslümanlar değil akla tapan modern insanlar ve devletlerdi. Uzak-doğu ülkelerini işgâl edenler, oraları sömürgeye tâbi tutanlar, bu uğurda nice sayıdaki insanları öldürenler aklını vahiy-merkezli kullananlar değildi. Akla aykırı modern bir-çok sapık düşünce ve teorileri üretenler ve insanları bu düşünce ve teorilerle dinden-îmandan çıkararak dünyevileştirenler müslümanlar değildi. Yine; 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkaranlar, lâikliği, demokrasiyi, sekülerizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, feminizmi, ateizmi, deizmi, modernizmi, LGBT’yi çıkaranlar,. Japonya’ya atom bombasını atanlar, uzak, orta ve yakın doğu’da çeşitli fitneler çıkarıp oraları ifsâd edenler, Bosna-Hersek’te Srebrenitsa katliamını yapan ve Filistinlilerle Gazzelilere zulmedenler aklını vahiy-merkezli kullananlar değil, aklını şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullananlar ve Allahsız akla tapanlardır.  Tabi modernizmin de bâzı iyi yönleri vardır. Lâkin bunlar çok azdır. Modernizm dinden yâni “Allah’tan kopuk bir akıl uygarlığı” olduğu için modernlerin yaptıkları şeyler yakın-uzak vâdede zorluklar, kötülükler, pislikler ve zulümler ortaya çıkarmaktadır.

 

Evet; bu zulümleri yapanlar, hırsızlık, sömürü ve cinâyetlerle parayı bulunca (daha doğrusu çalınca) Rönesans, Protestanlık, Aydınlanma, Sanâyileşme ile dinden uzaklaşan ve vicdanlarını-merhâmetlerini kaybederek aklı ilahlaştıran ve ona tapan batı’lı modern insanlar ve devletlerdi. Peki o zaman niçin bunlara bir eleştiri getirilmiyor da eleştiri, îtirâz  ve isyân sâdece İslâm’a, dîne, müslümanlara vs. yapılıyor?. Şeytanın, nefsin ve tâğutların modernizm ile geldiği yeri ve yaptıkları kötülükleri-yanlışları niçin eleştirmiyorsunuz?. İşte ben de diyorum ki; din-îman-gelenek eleştirisi gereğinden çok fazla yapılıyor oluşundan dolayı modernizmin ve aklın eleştirisine bir türlü sıra gelmiyor. Hedef saptırıyorlar ve insanlara eleştirilecek, îtirâz edilecek ve isyân yükseltecek farklı şeyler ve odaklar gösteriyorlar. Böylece insanların-müslümanların gazlarını alıyorlar, sivriliklerini törpülüyorlar. Bu-arada kendileri de her türlü şirki, küfrü, adâletsizliği, ahlâksızlığı ve zulmü yâni şerefsizliği yapıyor.

 

Batı’da Yunan felsefesi ile doğu’da ise Mutezile ile başlayan akla tapmak İslâm filozofları ile devâm etmiş, modern felsefe ve modern-bilim ile akıl, mutlak bir ilah hâline getirilmiştir. Artık herkes “tek hakîki ilah olan Allah”a değil, “bâtıl ve sahte bir ilah hâline getirilen akla tapar hâle gelmiştir.

 

Aklı kullanmak demek, “akla tapmak demek” değildir. Akıl zâten sâdece “kullanmak” içindir. Fakat akıl ancak vahiy-merkezli kullanıldığında hayra döner. Bu nedenle vahiy her zaman en az bir adım önde olmalıdır. Akıl “temel” olan vahyi tâkip etmelidir, yoksa vahiy, köksüz olan aklı değil.

 

Şu da var ki aslında madde-merkezli olan somut bir cevher şeklinde “bir şeyin özü” falan sanılan “akıl” diye bir şey yoktur. Akıl yoktur, fakat “akletmek” vardır. Akletmeyi yapan da; rûh, kâlp, bilinç, şuur vs. insanı “insan” (beşer değil) yapan şeydir. Rûhun, kâlbin, zihnin, şuurun, bilincin bir sonucu olarak insana mahsus olan “akletmek” yâni “bağ kurmak” özelliği vardır. Yâni akı “önce” değildir. O bir sonuçtur. O sonuç “akledebilme yetisi”dir. Zâten Kur’ân’da akıl hep “kullanmak” ve “akletmek” şeklinde geçer.

 

Akla alan açmak için din sınırlandırılmak isteniyor. Böylece din sınırlanınca dînin üzerinden Allah’a değil, aklın üzerinden insana ve Dünyâ’ya tapılmaya başlanıyor ki “akla tapmak” budur.

 

Modernizmde dînin yerine geçirilen fizik ve matematik, akılla yapıldığı için akıl ancak maddenin ve değişenin bilgisi alanında çalışabilir. Tamam sorun yok, çalışsın; fakat madde, eşyâ, doğa vs. alanında çalışacak olan akıl ancak vahiy-merkezli yâni Allah’ın sözüne göre inşâ olmuşsa ancak herkes için doğruya ve iyiye yönelik olarak üretebilir, aksi-hâlde şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde olursa ancak Allahsız-dinsiz modern-bilim ve teknolojinin yaptığı gibi yıkıcı sonuçlar açığa çıkar. Zîrâ netliğe, kesinliğe, hakîkate ve ahlâka ulaşamaz. Zîrâ Yaratan’ı hesâba katmadan ve O’nun istediği gibi inşâ olmayan ve kullanılmayan akıl, yakın-uzak vâdede yaratılanı mutlakâ ifsâd eder-etmektedir. Yaratan’ı işe karıştırmadan, yaratılan üzerinde çalışmak da nedir!.   

 

Müslüman filozoflara özellikle meşşâilere göre; “akıl ile nakil/vahiy çelişirse akıl esas alınır, nakil akla uygun olarak te’vil edilir” prensibi geliştirilmiş ve akıl ilahlaştırılmıştır. Fakat bu çok yanlıştır. Akla şaşmaz-yanılmaz bir pâye vermek “akla tapmak” demektir. Oysa şaşmaz ve yanılmaz olan sâdece vahiydir ve vahiy, sapıtıp duran aklı yola koymak için indirilmiştir.

 

Eğer İslâm akıl-dîni olsaydı yine daha üst bir akılla çürütülebilirdi ama olmadı. Çünkü İslâm akıl değil vahiy-dînidir ve bu yüzden akıl-üstüdür. Akıl onu çürütemez, o aklı çürütür. Bu nedenle de akıl vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olmak zorundadır. Akıl mutlakâ vahiy-merkezli kullanılmak zorundadır. Teoman Duralı aklın dînin yörüngesinden çıkarılması sürecini anlatırken şunları söyler:

 

“İlk-defâ toplumun dinden çekip çıkarılması Yeni Çağ Avrupa medeniyetinde ortaya çıkmıştır. Orada da dînin yerini doldurmak üzere felsefe ileri sürülmüştür ve dînin yerini dolduran topluma yön vermekle yükümlendirilen felsefe-bilime ideoloji denilmiştir. Bunun yol açtığı fâciâlar gözümüzün önündedir, 20. yüzyıl târihin en karanlık çağıdır. Sâdece bir savaşta, İkinci Dünyâ Savaşı’nda 60 milyon insan ideolojik nedenlerle yok edilmiştir. İkinci Dünyâ Savaşı ideolojik savaşın ana örneğidir.

 

İnsan aklıyla Dünyâ’da da cenneti inşâ edecekti. Eski dinlerin, vahiy dinlerinin öncesindeki çok-tanrılı dinlerin efsâne ağırlığı Hristiyanlığa geçmiştir. Bu bakımdan Hristiyanlıkta istemediğiniz kadar çok efsâne vardır. Mûcizeniz varsa îzâha lüzum yok. Neden, sebep gösterme gereği yok. Mûcize der, geçer gidersiniz. İslâm ise özü îtibâriyle efsâne yönünden olağan-üstü derecede yoksundur. Bu kadar az, yok mesâbesinde mûcizeye sâhip bir dîni -dikkat buyurmanızı ricâ ediyorum- akıl yoluyla anlatabiliriz. Mutezile kelamcılarının muazzam hatâsı, aklı Kur’ân’ın üzerine bile çıkarmasıdır. Eş’arî de bundan pek beri değildir; akıl Mutezile’de olduğu kadar olmasa bile çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu neyi getirmiştir sonunda?. İslâm’ı inkâr eden Yeni Çağ çağdaşçıları -öyle diyelim- dîni akıl yoluyla çürütmeye kalkarlar; hâlbuki din akla dayanmaz. Akılla îzah edemezsiniz. Akıl mademki bir yaratıktır, yaratık Yaratan’ı îzah etmekten âcizdir. Mantıksız bir şeydir. Yaratılmış olanın  yaratanını açıklaması, çözümlemesi tamâmıyla bir mantıksızlıktır, saçmalıktır. Akılsız bir iş midir din?. Hayır, biçimsel, felsefi akla uygun değildir ama aklı-selim sâhibidir. Dînin, Müslümanlığın bildirdiği her-şey aklı-selimdir yâni akla aykırı değildir. Yaşama düzleminden çıktığımız andan îtibâren Allah’la ilgili, melekleriyle ilgili, peygamberleriyle ilgili bildirdiklerimiz akla dayatılamaz. Tek kaynağı vardır: Kur’ân ve Sünnet-Hadis, onun dışında bir kaynağı yoktur. Hristiyanlıkta bu böyle değil, bunları çok iyi görmemiz lâzım.

 

Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyeti dediğimiz olayda kablo kesildi. Akıl kendinden menkûl bir kaynak, bir membâ olarak kabûl edildi. Yâni artık enerjisini buradan almıyor, kendinden diyor. Nasıl oluyorsa bilmiyorum, hiç-bir Yeni Çağcı da bana bunu îzah edemedi. Îzah edilir bir tarafı da yok. Akıl en üst merci, daha üstü yok. Akıl-sâhibi insandan hareketle insancılık, hümanizma anlayışı çıkmıştır. En yüksek, en üst merci akıl-sâhibi insandır”.

 

Vahiyden kopuk olan akıl ancak fantezi üretebilir ve modellemeler yapabilir ki Allahsız akılla yapılan modellemeler mecbûren sürekli yanlışlanmaya ve değiştirilmeye açık olur. Bu nedenle de vahiyden kopuk olan akıl hep yanlış ve geçici teoriler üretebilir. Vahiy ile inşâ olmamış bir akıl ancak “zan” üretir.

 

Akıl, sebebi bulmaya yönelik çalışır ama Allahsız düşünceye göre sebebin de her zaman başka bir sebebi olacağı için akıl hiç-bir zaman netîceye ulaşamaz-ulaşamıyor. Gerçi “belli bir seviyedeki sebepten daha derine inmek” diye bir şey yoktur. Zîrâ maddenin de bir mahremi vardır ve bir noktadan sonra kendisini göstermez. O-hâlde bir şeyi açıklamanın son noktası yeni bir sebep değil. Son nokta “Allah”tır, “Allah yaratmıştır” sözünde ifâdesini bulan şeydir. Bir şeyin kesin târifi, o şeye bakılarak değil, o şeyi Allah’ın yarattığını bilerek yapılabilir.

 

Peki Allah maddeye niçin mahrem ve sınır koymuştur?. Neden onun sonuna kadar bilinmesinin önünde engeller vardır?. Çünkü Allah’ın murâdı aklı sonuna kadar çalıştırmak ve kullanmak ve de “maddeyi sonuna kadar bilmek” değildir. Allah maddeyi, olduğu şekliyle bizim kullanımımıza vermiştir ve hayâtımızı böylece sürdürerek vahiy-merkezli bir idrâk ve yaşam üzere olmamızı istemektedir. İşte akıl bunu dinden bağımsız olarak idrâk edemez. Dinden bağımsız olan akıl ancak işkence ve zulüm görür. “Aklı kullanmak” demek, “akla işkence ve zulmederek son sınırına kadar kullanmak” demek değildir. Zâten fıtrî, doğal ve normâl durumda buna gerek de olmaz.  

 

Son 150-200 yıldır kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan akıl, vahiyden kopuk olduğu için, târih boyunca insanları daha önce hiç olmadığı kadar birbirinden uzaklaştırmış ve birbirlerinden nefret eder hâle getirmiştir. Zîrâ akıl fazla öne çıkarılıp ona tapılmaya başlanınca insanlar merhâmeti, vicdânı, iyiliği, ahlâkı vs. unutmuştur. Çünkü vahiyden kopuk olan akıl ancak fitne üretir ve ifsâd eder.

 

Vahiy bilgisi Allah tarafından bir çaba olmadan gelir fakat geldikten sonra da vahyi kabûl edenlere büyük sorumluluklar yükler hattâ icâbında vahiy insanlardan, malların ve canların bile ortaya koyulmasını emreder. Aklî bilgi ise çalışıp-çabalayarak elde edilir ama elde edilen bilgi insanlara bir sorumluluk yüklemez ve ortaya çıkan bilgiyle sorumlu tutmaz. Böylece vahiyden kopuk aklın ürettiği bilgi sâdece birilerinin çıkarlarını karşılar, diğer insanlara ise bir fayda sağlamaz. Meselâ suyun “iki hidrojen ve bir oksijenden oluştuğu”nu bilmenin insanlığa hiç-bir faydası yoktur. Vahye göre olmayan çalışmayan akıl faydasızdır hattâ zararlıdır.

 

Aklın bir sınırı olduğu için ancak sınırlı olan şey üzerinde çalışabilir. O sınırlı olan şey maddedir. Vahiy-merkezli olmayan aklın alanı madde olduğu için, akla tapanlar da her-şeyi madde ile açıklamaya çalışırlar. Bir şeyi vahiyden kopuk akılla açıklamak demek, “madde ile açıklamak” demektir.

 

Gazâli’ye göre akıl sâdece şeriatın sınırlarında kalarak yâni îmânın gölgesinde olarak hakîkatleri idrâk etme başarısına ulaşabilir.

 

Vahiy-merkezli olmadığı için îmanlı olmayan akıl bir noktadan sonra insana yetmez de onu hüsrâna  düşürür:

 

 “(Gemi) onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).

 

İslâm, “aklı üstün olanlar”a ve aklına tapanlara değil, haşyeti üstün olanlara ve takvâsı yâni sorumluluk bilincine sâhip olanlara seslenir ve ancak onları hakka ve hakîkate ulaştırabilir:

 

“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele” (Yâsîn 11).

 

Zâten cennet de, akıl açısından üstün olanların değil, takvâca üstün olanların ödülü olacaktır:

 

“O cennet; biz, kullarımızdan takvâ sâhibi olanları (ona) vârisçi kılacağız” (Meryem 63).

 

“Takvâlı olmak” için üstün bir akla çok da ihtiyaç yoktur ama takvâlı davranmak için akla ihtiyaç vardır. Çünkü akıl aslında daha ziyâde amel-eylem aşamasında önemlidir:

 

“…Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe [ve imajca] değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Akıl, şeytânî-nefsî-beşerî telakkilerle aklımıza tapmak için değil, bize aklı veren Allah’a tapmak ve O’nun dediği yoldan gitmek içindir verilmiştir.

 

Kur’ân aklın mutlakâ kullanılmasını ister ve kullanılmaması durumunda kötü sonuçlarla karşılaşılacağını söyler. nacağını söyler: “Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

 Lâkin Kur’ân’da aklın çok övüldüğü ve kutsandığı görülmez. Fakat aklın vahiy-merkezli değil de, vahiyden kopuk olarak çıkar-merkezli kullanıldığında kişiye hakîkati bâtıl gibi göstereceğinden bahseder:

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Din, ne akıl olmadan hedefine tam olarak ulaşabilir, ne de akıl, din olmadan beşeriyetin huzûr ve sükûn içerisinde idâre edebilir. İnsan hakîkati keşfetme yolunda bu ikisinden birisi ile iktifâ edemez. Çünkü akıl, dînin ilâhî öğretileri olmadan hakîkati keşfedemez. Bu yüzden dînin açıklamaları aklın bir-çok hakîkati keşfetmesine yardımcı olur. Molla Sadra bu konuyu şöyle bir örnekle açıklamaktadır: “Her ne kadar dünyâ-hayâtının sonunda bir hesaplaşma günü ile karşılaşılacağı düşüncesi bir-takım aklî deliller ve felsefî yollarla ispatlanabilecek olsa da, eğer din bu konuya aydınlık getirmeseydi akıl aslâ bu sonuca varamazdı”.

 

Evet; aklın mutlakâ kullanılması gerekir ve kullanılmaması durumunda insan pislikten kurtulamaz. Fakat akıl ancak vahiy-merkezli olarak inşâ olursa ve kullanılırsa insan pislikten kurtulabilir. Aksi-takdirde, şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde kullanılacak olan akıl, insanları pislikten-pisliğe sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Üstelik insanı Dünyâ’da rezil edeceği gibi, âhirette de sonsuz azâba sürüklenmesine neden olur.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder