“De
ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman
dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar”
(Neml 65).
İnsan
ancak iki şeyden birini merkeze alarak ve iki şeyden birine göre düşünebilir,
konuşabilir ve davranabilir; vahiy ve akıl.
İslâm
elbette akla karşı değildir ve aklı kullanmayı şart koşar. Fakat aklı kullanmak
ile aklı merkeze almak ve en üst ve üstün olanın akıl olduğunu kabûl ederek
aklı ilahlaştırmak ve ona tapmak bambaşka bir şeydir.
Akıl
sonsuz ve sınırsız bir idrâk gücü ve potansiyeli yoktur. Akıl, şaşmaz ve
yanılmaz bir kuyumcu terâzisi de değildir. Akıl birbirine zıt ve aykırı yönde kullanılan
sonuçlar üretebildiği için hiç-bir zaman akıl-birliği yoktur, olamaz. Aklın
ancak daha üst ve şaşamaz-yanılmaz bir dayanağa dayanması gerekir ki şaşmaz-yanılmaz
şekilde çalışabilsin. Aklın yaslanabileceği şaşmaz-yanılmaz tek dayanak
vahiydir. Allah zâten vahyi, “akıl vahye dayanarak en doğru şekilde
işletilebilsin” diye indirir ve peygamberler de “aklı vahiy-merkezli kullanmanın
en güzel örnekleri”dirler. Vahiy-merkezli olmadıkça da aklın doğru
çalışabilmesi ve herkes için iyi sonuçlar üretebilmesi mümkün değildir.
Akıl,
vahiy-merkezli olmadığında şeytan, nefs ve tâğut-merkezli olmak zorunda kalır.
Çünkü başka seçenek yoktur. İşte düşüncesi yaklaşık 500 yıl önce başlayan ama
etkisini son 200 yıldır tüm dünyâda gösteren “modernizm” denilen şeytan-işi
pislik sistem merkeze; Allah, âhiret, dîn yâni ilâhî olan yerine, şeytan, nefs,
tâğut-merkezli aklı almayı getirmiştir. Bunun için de Allah’ı, âhireti ve dini
kâlplere, vicdanlara ve dört duvar arasına kapatmış, aklı ise hayâtın tam
ortasına bir ilah gibi dikmiştir ve târihte hiç olmayan bir bağlılıkla akla
tapmaktadırlar. Aklın bir ilah olduğu ve ona huşû ile tapıldığı, “aklı
kullanmak” ifâdesiyle örtülmeye çalışılmaktadır. Akıl elbette kullanılacaktır,
çünkü bunun için yaratılmıştır. Fakat akıl ancak vahiy-merkezli kullanılırsa
hayır ve iyilik üretebilir ve bunu “herkes için” yapar, aksi-takdirde modernizm
sürecinde de görüldüğü gibi fitne üretip ifsâd etmekten başka bir işe yaramaz.
Ortaya çıkan fitne ortamından da ancak ve sâdece bâzı kişiler yaralanır. Zâten
sistemin sürmesini de onlar ister ve bunun için olanca güçleri ile çalışırlar.
Öyle ki bu uğurda her türlü şerefsizliği yapmaktan da çekinmezler.
Dünyâ’nın
kötülüğe boğulmasına neden olan şey Allah, din, îman, Kur’ân, Peygamber ve
vahiy-merkezli olan akıl yâni İslâm değildir. Biz şu-an İslâmî bir toplum,
devlet ve medeniyet içinde yaşamıyoruz ki!. Dünyâ İslâm dünyâsı değildir. Biz şu-anda şeytanın, nefsin ve
tâğutların kontrôlünde, yönlendirmesinde ve yönetmesinde olan bir aklın ortaya
çıkardığı zaman, mekân ve şartlar içinde yaşıyoruz. Allahsız modern dünyâ ve
hayat içinde yaşıyoruz. Bu-bağlamda; “keşif” adı altında Amerika’yı, Avustralya’yı
ve Afrika’yı işgâl edip sömürenler müslümanlar değildi. Kızılderilileri öldürenler,
onların mallarını-mülklerini yağmalayanlar vahiy-merkezli olanlar değildi, (ki
Avrupa, kızıl-derili ve yerlilerin altın ve gümüşleriyle zengin olmuş ve o çok
beğenilen modern süreci başlatmıştır).
Kezâ Afrika’yı sömürgeleştiren ve
Afrika’lı insanları köleleştirenler de müslümanlar değil akla tapan modern insanlar
ve devletlerdi. Uzak-doğu ülkelerini işgâl edenler, oraları sömürgeye tâbi
tutanlar, bu uğurda nice sayıdaki insanları öldürenler aklını vahiy-merkezli
kullananlar değildi. Akla aykırı modern bir-çok sapık düşünce ve teorileri
üretenler ve insanları bu düşünce ve teorilerle dinden-îmandan çıkararak
dünyevileştirenler müslümanlar değildi. Yine; 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkaranlar,
lâikliği, demokrasiyi, sekülerizmi, liberâlizmi, kapitâlizmi, feminizmi,
ateizmi, deizmi, modernizmi, LGBT’yi çıkaranlar,. Japonya’ya atom bombasını
atanlar, uzak, orta ve yakın doğu’da çeşitli fitneler çıkarıp oraları ifsâd edenler,
Bosna-Hersek’te Srebrenitsa katliamını yapan ve Filistinlilerle Gazzelilere zulmedenler
aklını vahiy-merkezli kullananlar değil, aklını şeytan, nefs ve tâğut-merkezli
kullananlar ve Allahsız akla tapanlardır.
Tabi modernizmin de bâzı iyi yönleri vardır. Lâkin bunlar çok azdır. Modernizm
dinden yâni “Allah’tan kopuk bir akıl uygarlığı” olduğu için modernlerin yaptıkları
şeyler yakın-uzak vâdede zorluklar, kötülükler, pislikler ve zulümler ortaya
çıkarmaktadır.
Evet; bu zulümleri yapanlar, hırsızlık,
sömürü ve cinâyetlerle parayı bulunca (daha doğrusu çalınca) Rönesans,
Protestanlık, Aydınlanma, Sanâyileşme ile dinden uzaklaşan ve vicdanlarını-merhâmetlerini
kaybederek aklı ilahlaştıran ve ona tapan batı’lı modern insanlar ve
devletlerdi. Peki o zaman niçin bunlara bir eleştiri getirilmiyor da eleştiri,
îtirâz ve isyân sâdece İslâm’a, dîne,
müslümanlara vs. yapılıyor?. Şeytanın, nefsin ve tâğutların modernizm ile
geldiği yeri ve yaptıkları kötülükleri-yanlışları niçin eleştirmiyorsunuz?.
İşte ben de diyorum ki; din-îman-gelenek eleştirisi gereğinden çok fazla
yapılıyor oluşundan dolayı modernizmin ve aklın eleştirisine bir türlü sıra
gelmiyor. Hedef saptırıyorlar ve insanlara eleştirilecek, îtirâz edilecek ve
isyân yükseltecek farklı şeyler ve odaklar gösteriyorlar. Böylece insanların-müslümanların
gazlarını alıyorlar, sivriliklerini törpülüyorlar. Bu-arada kendileri de her
türlü şirki, küfrü, adâletsizliği, ahlâksızlığı ve zulmü yâni şerefsizliği
yapıyor.
Batı’da
Yunan felsefesi ile doğu’da ise Mutezile ile başlayan akla tapmak İslâm
filozofları ile devâm etmiş, modern felsefe ve modern-bilim ile akıl, mutlak
bir ilah hâline getirilmiştir. Artık herkes “tek hakîki ilah olan Allah”a
değil, “bâtıl ve sahte bir ilah hâline getirilen akla tapar hâle gelmiştir.
Aklı
kullanmak demek, “akla tapmak demek” değildir. Akıl zâten sâdece “kullanmak”
içindir. Fakat akıl ancak vahiy-merkezli kullanıldığında hayra döner. Bu nedenle
vahiy her zaman en az bir adım önde olmalıdır. Akıl “temel” olan vahyi tâkip etmelidir,
yoksa vahiy, köksüz olan aklı değil.
Şu da
var ki aslında madde-merkezli olan somut bir cevher şeklinde “bir şeyin özü”
falan sanılan “akıl” diye bir şey yoktur. Akıl yoktur, fakat “akletmek” vardır.
Akletmeyi yapan da; rûh, kâlp, bilinç, şuur vs. insanı “insan” (beşer değil)
yapan şeydir. Rûhun, kâlbin, zihnin, şuurun, bilincin bir sonucu olarak insana
mahsus olan “akletmek” yâni “bağ kurmak” özelliği vardır. Yâni akı “önce” değildir.
O bir sonuçtur. O sonuç “akledebilme yetisi”dir. Zâten Kur’ân’da akıl hep “kullanmak”
ve “akletmek” şeklinde geçer.
Akla
alan açmak için din sınırlandırılmak isteniyor. Böylece din sınırlanınca dînin
üzerinden Allah’a değil, aklın üzerinden insana ve Dünyâ’ya tapılmaya başlanıyor
ki “akla tapmak” budur.
Modernizmde
dînin yerine geçirilen fizik ve matematik, akılla yapıldığı için akıl ancak maddenin ve değişenin bilgisi
alanında çalışabilir.
Tamam sorun yok, çalışsın; fakat madde, eşyâ, doğa vs. alanında çalışacak olan
akıl ancak vahiy-merkezli yâni Allah’ın sözüne göre inşâ olmuşsa ancak herkes
için doğruya ve iyiye yönelik olarak üretebilir, aksi-hâlde şeytanın, nefsin ve
tâğutların merkezinde olursa ancak Allahsız-dinsiz modern-bilim ve teknolojinin
yaptığı gibi yıkıcı sonuçlar açığa çıkar. Zîrâ netliğe, kesinliğe, hakîkate ve
ahlâka ulaşamaz. Zîrâ Yaratan’ı hesâba katmadan ve O’nun istediği gibi inşâ
olmayan ve kullanılmayan akıl, yakın-uzak vâdede yaratılanı mutlakâ ifsâd
eder-etmektedir. Yaratan’ı işe karıştırmadan, yaratılan üzerinde çalışmak da
nedir!.
Müslüman filozoflara özellikle meşşâilere
göre; “akıl ile nakil/vahiy çelişirse akıl esas alınır, nakil akla uygun olarak
te’vil edilir” prensibi geliştirilmiş ve akıl ilahlaştırılmıştır. Fakat bu çok
yanlıştır. Akla şaşmaz-yanılmaz bir pâye vermek “akla tapmak” demektir. Oysa şaşmaz
ve yanılmaz olan sâdece vahiydir ve vahiy, sapıtıp duran aklı yola koymak için
indirilmiştir.
Eğer
İslâm akıl-dîni olsaydı yine daha üst bir akılla çürütülebilirdi ama olmadı.
Çünkü İslâm akıl değil vahiy-dînidir ve bu yüzden akıl-üstüdür. Akıl onu
çürütemez, o aklı çürütür. Bu nedenle de akıl vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde
olmak zorundadır. Akıl mutlakâ vahiy-merkezli kullanılmak zorundadır. Teoman
Duralı aklın dînin yörüngesinden çıkarılması sürecini anlatırken şunları söyler:
“İlk-defâ toplumun dinden çekip çıkarılması Yeni Çağ
Avrupa medeniyetinde ortaya çıkmıştır. Orada da dînin yerini doldurmak üzere
felsefe ileri sürülmüştür ve dînin yerini dolduran topluma yön vermekle
yükümlendirilen felsefe-bilime ideoloji denilmiştir. Bunun yol açtığı fâciâlar
gözümüzün önündedir, 20. yüzyıl târihin en karanlık çağıdır. Sâdece bir
savaşta, İkinci Dünyâ Savaşı’nda 60 milyon insan ideolojik nedenlerle yok
edilmiştir. İkinci Dünyâ Savaşı ideolojik savaşın ana örneğidir.
İnsan aklıyla Dünyâ’da da cenneti inşâ edecekti. Eski
dinlerin, vahiy dinlerinin öncesindeki çok-tanrılı dinlerin efsâne ağırlığı
Hristiyanlığa geçmiştir. Bu bakımdan Hristiyanlıkta istemediğiniz kadar çok
efsâne vardır. Mûcizeniz varsa îzâha lüzum yok. Neden, sebep gösterme gereği
yok. Mûcize der, geçer gidersiniz. İslâm ise özü îtibâriyle efsâne yönünden
olağan-üstü derecede yoksundur. Bu kadar az, yok mesâbesinde mûcizeye sâhip bir
dîni -dikkat buyurmanızı ricâ ediyorum- akıl yoluyla anlatabiliriz. Mutezile
kelamcılarının muazzam hatâsı, aklı Kur’ân’ın üzerine bile çıkarmasıdır. Eş’arî
de bundan pek beri değildir; akıl Mutezile’de olduğu kadar olmasa bile çok
önemli bir yer tutmaktadır. Bu neyi getirmiştir sonunda?. İslâm’ı inkâr eden
Yeni Çağ çağdaşçıları -öyle diyelim- dîni akıl yoluyla çürütmeye kalkarlar;
hâlbuki din akla dayanmaz. Akılla îzah edemezsiniz. Akıl mademki bir
yaratıktır, yaratık Yaratan’ı îzah etmekten âcizdir. Mantıksız bir şeydir.
Yaratılmış olanın yaratanını açıklaması,
çözümlemesi tamâmıyla bir mantıksızlıktır, saçmalıktır. Akılsız bir iş midir din?.
Hayır, biçimsel, felsefi akla uygun değildir ama aklı-selim sâhibidir. Dînin,
Müslümanlığın bildirdiği her-şey aklı-selimdir yâni akla aykırı değildir.
Yaşama düzleminden çıktığımız andan îtibâren Allah’la ilgili, melekleriyle
ilgili, peygamberleriyle ilgili bildirdiklerimiz akla dayatılamaz. Tek kaynağı
vardır: Kur’ân ve Sünnet-Hadis, onun dışında bir kaynağı yoktur. Hristiyanlıkta
bu böyle değil, bunları çok iyi görmemiz lâzım.
Yeni Çağ din-dışı Avrupa medeniyeti dediğimiz olayda
kablo kesildi. Akıl kendinden menkûl bir kaynak, bir membâ olarak kabûl edildi.
Yâni artık enerjisini buradan almıyor, kendinden diyor. Nasıl oluyorsa
bilmiyorum, hiç-bir Yeni Çağcı da bana bunu îzah edemedi. Îzah edilir bir
tarafı da yok. Akıl en üst merci, daha üstü yok. Akıl-sâhibi insandan hareketle
insancılık, hümanizma anlayışı çıkmıştır. En yüksek, en üst merci akıl-sâhibi
insandır”.
Vahiyden
kopuk olan akıl ancak fantezi üretebilir ve modellemeler yapabilir ki Allahsız
akılla yapılan modellemeler mecbûren sürekli yanlışlanmaya ve değiştirilmeye
açık olur. Bu nedenle de vahiyden kopuk olan akıl hep yanlış ve geçici teoriler
üretebilir. Vahiy ile inşâ olmamış bir akıl ancak “zan” üretir.
Akıl,
sebebi bulmaya yönelik çalışır ama Allahsız düşünceye göre sebebin de her zaman
başka bir sebebi olacağı için akıl hiç-bir zaman netîceye ulaşamaz-ulaşamıyor.
Gerçi “belli bir seviyedeki sebepten daha derine inmek” diye bir şey yoktur.
Zîrâ maddenin de bir mahremi vardır ve bir noktadan sonra kendisini göstermez.
O-hâlde bir şeyi açıklamanın son noktası yeni bir sebep değil. Son nokta “Allah”tır,
“Allah yaratmıştır” sözünde ifâdesini bulan şeydir. Bir şeyin kesin târifi, o
şeye bakılarak değil, o şeyi Allah’ın yarattığını bilerek yapılabilir.
Peki
Allah maddeye niçin mahrem ve sınır koymuştur?. Neden onun sonuna kadar bilinmesinin
önünde engeller vardır?. Çünkü Allah’ın murâdı aklı sonuna kadar çalıştırmak ve
kullanmak ve de “maddeyi sonuna kadar bilmek” değildir. Allah maddeyi, olduğu
şekliyle bizim kullanımımıza vermiştir ve hayâtımızı böylece sürdürerek vahiy-merkezli
bir idrâk ve yaşam üzere olmamızı istemektedir. İşte akıl bunu dinden bağımsız
olarak idrâk edemez. Dinden bağımsız olan akıl ancak işkence ve zulüm görür.
“Aklı kullanmak” demek, “akla işkence ve zulmederek son sınırına kadar
kullanmak” demek değildir. Zâten fıtrî, doğal ve normâl durumda buna gerek de
olmaz.
Son
150-200 yıldır kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan akıl, vahiyden kopuk
olduğu için, târih boyunca insanları daha önce hiç olmadığı kadar birbirinden
uzaklaştırmış ve birbirlerinden nefret eder hâle getirmiştir. Zîrâ akıl fazla
öne çıkarılıp ona tapılmaya başlanınca insanlar merhâmeti, vicdânı, iyiliği,
ahlâkı vs. unutmuştur. Çünkü vahiyden kopuk olan akıl ancak fitne üretir ve
ifsâd eder.
Vahiy
bilgisi Allah tarafından bir çaba olmadan gelir fakat geldikten sonra da vahyi
kabûl edenlere büyük sorumluluklar yükler hattâ icâbında vahiy insanlardan, malların
ve canların bile ortaya koyulmasını emreder. Aklî bilgi ise çalışıp-çabalayarak
elde edilir ama elde edilen bilgi insanlara bir sorumluluk yüklemez ve ortaya
çıkan bilgiyle sorumlu tutmaz. Böylece vahiyden kopuk aklın ürettiği bilgi
sâdece birilerinin çıkarlarını karşılar, diğer insanlara ise bir fayda
sağlamaz. Meselâ suyun “iki hidrojen ve bir oksijenden oluştuğu”nu bilmenin insanlığa
hiç-bir faydası yoktur. Vahye göre olmayan çalışmayan akıl faydasızdır hattâ
zararlıdır.
Aklın
bir sınırı olduğu için ancak sınırlı olan şey üzerinde çalışabilir. O sınırlı
olan şey maddedir. Vahiy-merkezli olmayan aklın alanı madde olduğu için, akla
tapanlar da her-şeyi madde ile açıklamaya çalışırlar. Bir şeyi vahiyden kopuk
akılla açıklamak demek, “madde ile açıklamak” demektir.
Gazâli’ye göre akıl sâdece şeriatın
sınırlarında kalarak yâni îmânın gölgesinde olarak hakîkatleri idrâk etme
başarısına ulaşabilir.
Vahiy-merkezli olmadığı için îmanlı
olmayan akıl bir noktadan sonra insana yetmez de onu hüsrâna düşürür:
“(Gemi) onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde
yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle
birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa
sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen
olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi,
böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen
de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zâlimler
topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).
İslâm, “aklı
üstün olanlar”a ve aklına tapanlara değil, haşyeti üstün olanlara ve takvâsı yâni
sorumluluk bilincine sâhip olanlara seslenir ve ancak onları hakka ve hakîkate ulaştırabilir:
“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve
gayb ile Rahmân olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi
uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele” (Yâsîn 11).
Zâten cennet de, akıl açısından üstün
olanların değil, takvâca üstün olanların ödülü olacaktır:
“O cennet; biz, kullarımızdan takvâ
sâhibi olanları (ona) vârisçi kılacağız” (Meryem 63).
“Takvâlı olmak” için üstün bir akla
çok da ihtiyaç yoktur ama takvâlı davranmak için akla ihtiyaç vardır. Çünkü
akıl aslında daha ziyâde amel-eylem aşamasında önemlidir:
“…Allah katında sizin en üstün (kerîm)
olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe [ve imajca] değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber
alandır” (Hucurât
13).
Akıl, şeytânî-nefsî-beşerî
telakkilerle aklımıza tapmak için değil, bize aklı veren Allah’a tapmak ve
O’nun dediği yoldan gitmek içindir verilmiştir.
Kur’ân aklın mutlakâ kullanılmasını
ister ve kullanılmaması durumunda kötü sonuçlarla karşılaşılacağını söyler.
nacağını söyler: “Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme
(imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır”
(Yûnus 100).
Lâkin Kur’ân’da aklın çok övüldüğü ve
kutsandığı görülmez. Fakat aklın vahiy-merkezli değil de, vahiyden kopuk olarak
çıkar-merkezli kullanıldığında kişiye hakîkati bâtıl gibi göstereceğinden
bahseder:
“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti.
Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra
bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve
büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir
büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Din, ne akıl olmadan hedefine tam olarak ulaşabilir,
ne de akıl, din olmadan beşeriyetin huzûr ve sükûn içerisinde idâre edebilir. İnsan
hakîkati keşfetme yolunda bu ikisinden birisi ile iktifâ edemez. Çünkü akıl, dînin
ilâhî öğretileri olmadan hakîkati keşfedemez. Bu yüzden dînin açıklamaları
aklın bir-çok hakîkati keşfetmesine yardımcı olur. Molla Sadra bu konuyu şöyle
bir örnekle açıklamaktadır: “Her ne kadar dünyâ-hayâtının sonunda bir
hesaplaşma günü ile karşılaşılacağı düşüncesi bir-takım aklî deliller ve
felsefî yollarla ispatlanabilecek olsa da, eğer din bu konuya aydınlık
getirmeseydi akıl aslâ bu sonuca varamazdı”.
Evet; aklın mutlakâ kullanılması gerekir ve
kullanılmaması durumunda insan pislikten kurtulamaz. Fakat akıl ancak
vahiy-merkezli olarak inşâ olursa ve kullanılırsa insan pislikten kurtulabilir.
Aksi-takdirde, şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde kullanılacak olan
akıl, insanları pislikten-pisliğe sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Üstelik
insanı Dünyâ’da rezil edeceği gibi, âhirette de sonsuz azâba sürüklenmesine
neden olur.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder