“…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
“De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman
olanların ilkiyim” (En-âm
162-163).
Âyetin
söylediği gibi, bilenlerle bilmeyenler bir olmaz. Çünkü insan olmanın
ayrıcalığı idraktır ve idrâka bilmekle varılır. Fakat bu bilme, “bilmek için
bilmek” şeklinde değil, “yapmak için bilmek” şeklinde olan bilmedir. Çünkü
bilmenin kendisi amaç ve hedef olamaz. Zîrâ bunun bir anlamı yoktur. Eğer siz
“bilmek için bilmek”ten bahsederseniz, birisi de kalkıp “bilmemek için
bilmemek”ten bahseder. Bu sefer de bilmemek için bilmemek diye bir şey çıkar
ortaya ve bilmemek popüler bir şey olur. O-hâlde her-şeyde bir amaç ve hedef
olmalı ve bu amaç ve hedef, o şeyden daha üstün bir amaç ve hedef için olmalıdır.
Bir
şeyi bilmek, bir şey yapmak için, bir şeyi yapmak da, başta insan olmak üzere,
yaratılmış olanların faydası için olmalıdır. Fakat bu da ana-amaç ve hedef
değildir. Bir şeyi bilmenin ve yapmanın asıl amacı ve hedefi Allah’ın rızâsını
kazanmaktır. Zâten ancak O’nun rızâsı sonucunda sonsuz nîmet ve mutluluk diyârı
olan cennet kazanılabilir. O-hâlde bilmek, “Allah için bilmek”tir ki bu
zihniyette olanlar ancak Allah’ın bildirdiği kadarını bilirler ve bu onlara
yeter. Zâten Allah’ın bildirdiğinden başka gerçek, kesin ve hakîki bir bilgi de
yoktur.
Peki
Allah için değilse, bilmek ne için olur?. “Bilmek için bilmek” sözünün bir
anlamı olmadığına göre aslında “bilmek için bilmek” demek, “haz, zevk ve neşe
için bilmek ve bilmekle uğraşmak” demek olur. Bu tür bilmek ise ancak şeytanın,
nefsin ve tâğutların hoşuna gider. Zîrâ onlar amaçsızlıktan ve hedefsizlikten geçinirler.
Allah’ın bildirdiklerinden başka şeyi bilmek, amaçsız ve hedefsiz bir bilmedir.
Amacı ve hedefi olan bilmek ise sâdece Allah’ın bildirdiklerinde vardır.
Allah’ın bildirdiklerinin mutlakâ bir amacı ve hedefi vardır ve mutlakâ bir
amaca ve hedefe yöneliktir. Zîrâ Allah hiç-bir şeyi boşuna yaratmadığı gibi
hiç-bir şeyi de boşuna bildirmez. Allah’ın bildirdiklerinde “bilmek için bilmek”
zırvalığı yoktur.
Allah’a,
âhirete, gayba, vahye, peygambere, İslâm’a dayanamayan şeyler mecbûren boşluğa
ve amaçsızlığa dayanır. Çünkü başka dayanacak bir şey yoktur Böyle olunca da
bilmek “bilmek” için olur. Çünkü eğer Allah için değilse başka ne için
olacaktır ki!.
“Bilmek
için bilmek”, aynen “sanat için sanat”, “yemek için yemek”, “içmek için içmek”,
“gezmek için gezmek” vs. gibi, bir şey o şeyin kendisi içindir. Fakat bu
anlamsız, amaçsız ve boş bir şeydir. Şeytan ve nefs ancak anlamsız, amaçsız ve
boş şeylerden zevk aldığı için insanı bunlara yöneltmekte ve bunlarla
oyalamaktadır. Çünkü Allah bilinci ve inancı olmayan kişilerin bir şeyi “o
şeyin kendisi için” yapmaktan başka yapacakları bir şey yoktur. Bu yüzden de
kendilerini rahatlatmak için, bir şeyi, yine, “o şeyin kendisi için yapılması”ndan
bahsederler.
Rûha,
kâlbe ve gönle dayanarak yapılan şeylerde bir amaç ve hedef vardır. Allah’tan
kopuk olan akla dayanarak yapılan şeylerde ise bir amaç ve hedef olmaz. Bu
nedenle akla dayanan felsefede de bilmek ”bilmek için”dir. Merâk eder ve bilmek
ister. Tüm amaç bu. Peki bilince ne olacak?. Hiç; bilinmesi gereken yeni şeyler
merâk edilecek ve onlar bilinmeye çalışılacak. Fakat şu da var ki
vahiy-merkezli yâni vahyin kontrôlü ve yönlendirmesinde olmayan akıl amaçsız ve
hedefsiz olacağı gibi, bildikleri de kesin ve net olmaz. Böylece sürekli olarak
bilmeyle uğraşır durur. Zâten “bilmek için bilmek”te kesinlik aranmaz ve istenmez
de. Düşünebiliyor musunuz?, bir şeyi, bilinecek bir şey kalmayacak şekilde
kesin olarak bilmekten korkulmaktadır. Çünkü kesinlik bilmeyi bitirir. Bilme
bitince yada bilme belli bir seviyeye gelince “yapma” başlar, başlaması gerekir.
Bu da keyfi kaçırabilir. Allah’tan kopuk olan aklın en nefret ettiği şey keyfinin
kaçmasıdır.
“İnsan
ya meraktan yada …” derler. Bilmek için bilmenin nedeni meraktır. Merak ise boş
ve paralı adam işidir. Çünkü boş değilseniz ve sizi çalışmadan geçindirecek bir
geliriniz ve paranız yoksa, merâk etmekle ilgilenemezsiniz ve merâkınızı
gidermek için o şeye zaman ayıramazsınız. Zâten çok yoğun şekilde geçim yada
bir dâvâ için çalışıyorsanız çok da merâk etmezsiniz. Teoman Duralı bu konuda
şunları söyler:
“Bilim sâdece bilmek
için yapılır, Aristoteles’in koyduğu ilkedir. Herhangi bir ihtiyâca binâen, belirli
bir ihtiyâcı karşılamak üzere yada zorunlu bir ihtiyâcı kapatmak üzere bilim
yapılmaz. Bilmek için bilime giriyoruz. Bilimin dinamosu, bilimin güdücüsü,
bilimi yürürlüğe koyan duyu insanda meraktır. ‘İnsanlar Dünyâ’ya baktılar, şaştılar’
diyor Aristoteles, felsefe-bilimin kurucusu. Hayrete kapıldılar ve bu hayretin
cevâbını aradılar. Bunu îzah etmek çok zor bir iş. Zaman-zaman, yer-yer
gezilerimden bahsettiğim vakit bana sorarlar: Ne diye gittin oralara, ne iş
görmeye?. Hiç, merak ettim. Beni öteden bêri tanıyanlar, ‘sende zâten vardı bir
oynaklık’ derler. İlerleyen yaşlarımda artık ben merak sâikiyle gitmemeye başladım.
Görevli gidince bunu îzah edebiliyorum. ‘Falanca işten dolayı beni gönderdiler,
bu vesileyle orada bulundum’ diyorum. Çünkü merak sâikiyle bir iş görmek tam
mânâsıyla lükstür. Bütün ihtiyaçlar giderildikten sonra insanlar felsefe-bilime
yönelmişlerdir. Af buyurunuz, ‘aç ayı oynamaz’ örneğine geliyoruz. Bu bakımdan
maddî ve mânevî anlamda gelişmesini tamamlamış toplumlar felsefe-bilime intikâl
etmişlerdir. Hep bana şu sorulur, şu konuşulur: Felsefî biçimde yaşamak. Felsefece
yaşanmaz efendim, felsefe yaşamaya aykırıdır. Çünkü yaşamada duygunun yeri
vardır, felsefede duygunun yeri yoktur”.
Hakîkat,
“bilinebilecek” olan değil, “inanılacak” olandır. Bu-bağlamda, insanı iyiye ve
cennete götürecek olan şey “Kur’ân’ı iyi bilmek” değil, “ona îman etmek ve
îmânın gereğini yapmak”tır. Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek”
gerekir ki bu, amel-eylem hâlinde iken olur ancak.
Bilgi ile değil, îman ile ulaşılır iyiye ve
cennete. Bilmek daha doğrusu bilmeye çalışmak yada bildiğini sanmak îmânı
azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ
bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu
“îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan
modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin
nedeni budur. Îman etmek ve bilmek aynı-anda olmaz. Îman edilen şey bilinemez,
bilinen şeye ise îman edilmez.
Hakîkati sâdece bilmeniz yetmez, onu dile
getirmeniz ve sonra bildiklerinizle amel etmeniz de gerekir.
Bir şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir
şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir şey yapmaktır. Bilmek “yapmak”la
tamamlandığı gibi, yapmak da “bilmek” ile tamamlanır. İslâm’da bilmek,
uygulanmayla tamamlanır. Uygulanmayan şey tam olarak bilinmiş olmaz. Bilenlerin
bilmeyenlerden yada “Allah için bilme”nin, “bilmek için bilme”den farkı “bilinenle
amel etmek”tir. Yoksa “kuru-kuruya bilmek” değil.
Bilmek için bilmek gerçek bir bilme değildir.
Gerçek bilme, eylem hâlindeyken olur.
Bilmek konusunda; “daha çok bilmek” ile “daha
iyi bilmek” farklı şeylerdir.
Bilmek ve yapmak farklı şeylerdir. Bir kişi
okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor”
demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar. Çünkü bilmek, “sorunu çözmek”
demek değildir.
Bilmekten ziyâde, “ölçülü davranmak”
önemlidir. Ölçülü davranmak, “insanın kendini bilmesi” anlamına gelir. İnsanın
kendini bilmesi, ilim ile değil, kendini tutmasıyla olur. “Kendini bilmek”,
“kendini tutmak” demektir.
Bilmek, bir şeylere etki etmeli ve onu
değiştirebilmelidir. Hiç-bir şeyi değiştirmeyecekse bilmenin bir anlamı olmaz. 2+2’nin
4 olduğunun nedenini ve nasılını bilmek sonucu değiştirmez. Yine, suyun
formülünün 2 hidrojen 1 oksijen olduğunu bilmenin de yararı yoktur. Çünkü suyun
formülünün ne olduğunu bilmek suyu değiştirmez.
Kesin olarak bilmek, amel etmenin sonucunda
tamamlanır. “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi
öğretir” der Peygamberimiz.
Okuma-araştırma ile bir
şeyin ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o
şeyin içinde “yaşanması” gerekir. Bilmek, yaşamaktır.
Bilmenin etkisi “yapma”nın etkisine göre çok
zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada unutulur gider ama, yapılanlar âdet
ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok uzun yıllar boyunca sürer gider.
Okuma-yazma bilenlere; “okuma-yazma yapıyor
musun” diye sormak lâzım. “Bilmek”ten ziyâde “yapmak” önemlidir çünkü.
Her-şeyi bilmeye gerek yoktur. Yeterince
bilmek yeterlidir. Haddini bilmeyenler her-şeyi bilmek isterler. Cehâletten ve
câhillikten “bilgili olmak”la değil, “kendinizi bilmek”le kurtulabilirsiniz.
Kadim bir cümledir: “Kendini bil”.
Depremin zarârı, “doğayı iyi bilmemek”ten
ziyâde, “doğaya aykırı davran(ma)mak” ile alâkalıdır.
Nesnel bilgi diye bir şey yoktur. Herkes
inandığı şeyi bilir ve söyler. Gerçekten bilmek, “ancak Allah’ın bildirdiği
kadar idrâk etmek” demektir.
Bilmek yetmez, “bilenmek” de gerekir. Çünkü bilmek “yapabilmek”tir.
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel
olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve
hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
Bilenlerle bilmeyenler bir değildir, fakat
“yapmak için bilenler”le, “yapmamak için bilenler” de bir değildir. Bilmek için
bilmek ise hiç-bir şey değildir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder