“Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye
çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap-ehli de inansaydı kendileri için elbette
daha hayırlı olurdu. İçlerinden îman edenler de var, ama pek-çoğu yoldan
çıkmışlardır” (Âl-i İmran
110).
Lûgatta
medeniyet: “Adâlet-severlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik.
Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san’atta tekâmül etmiş
cemiyetlerin hâli. İslâmiyetin emirlerine göre, usûlü dâiresinde yaşayış” şeklinde
tanımlanır.
Abdurrahman Arslan medeniyetin tanımını
yaparken şunları söyler:
“Arapçadaki m.d.n. ‘şehre gelmek; bir yerde
iskân etmek’ anlamına geldiğinden, bu yol izlenerek Medîne’den medeniyet
türetilmiştir. Türetilen kavram tümüyle dîne âit bir kavram özelliğine
sâhiptir”.
Allah
katındaki tek hak din İslâm’dır: “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır” (Âl-i İmran 19). Böyle olduğu için mü’minlerin kurduğu
devlet de medeniyet de İslâm devleti ve İslâm medeniyetidir. İslâm devleti ve
medeniyeti yâni mutlak anlamda “sâdece Allah’a” teslim olmuş olanların
“din-merkezli” kurduğu bir sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî,
siyâsî ve askerî kısaca her alanda tüm işlerin “sâdece Allah’a dayanan ve
İslâm’a yâni Kur’ân ve Sünnet’e uygun olarak ve aykırı olmayarak düzenlendiği
bir toplum ve devlet yapılanmasıdır.
İslâm
medeniyeti, tüm dinamiğini Kur’ân ve Sünnet’ten alan yada ona tüm yapılanmasını
Kur’ân ve Sünnet’e dayandıran bir yapılanmadır. Yoksa İslâm medeniyeti, İslâm-dışı
düşünce, fikir ve akımların yorumlarıyla Kur’ân’ı ve Sünnet’i yorumlamak ve bir
devlet, toplum ve uygarlık şekli ortaya koymak demek değildir. Böyle olduğunda
ona “İslâm medeniyeti” değil, belki “müslüman uygarlığı” denebilir. Çünkü İslâm
medeniyeti mutlak ve kesin anlamda İslâm-merkezli bir din iken, İslâm uygarlığında
İslâm’ın bir geçerliliği olsa da merkezde İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet değil,
“örf” vardır. İslâm da dâirenin içindedir ama dâirenin merkezinde değildir ve
dâirenin merkezinde örf vardır. Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısından
sonra müslümanların kurduğu tüm devlet ve uygarlıklarda bu böyle olmuştur.
Müslümanların kurduğu uygarlıklarda dînin bir geçerliliği olsa da olsa “müslümanların
uygarlığı” kesin anlamda dîne dayanmayan yarı-dünyevî bir uygarlıktır.
Müslümanların uygarlığı tamâmıyla ilâhî değil, yarı-ilâhi yarı-beşerî olan bir
uygarlıktır. Bu nedenle de “medeniyet” değildir. Müslümanların târih boyunca
kurduğu uygarlıklar, içine dînî de dâhil eden bir beşerîliktir. Fakat hakkını
yemeyelim, bu uygarlıklar elbette “modernite” denilen şeytânî-beşerî melânetten
çok-çok daha iyi ve üstün olan uygarlıklardı.
Tüm
zamanlarda İslâm devletini kuranlar ve medeniyetini başlatanlar yada bunun için
çalışanlar, mutlak ve kesin anlamda sâdece Allah’a dayanan ve tam bir
teslîmiyetle vahiy-merkezli düşünen, konuşan ve amel-eylemde bulunan
peygamberlerdir. Peygamberlerin başlattığı medeniyetler tüm zamanlarda, dînin
geçerliliğinin olduğu uygarlıklar da dâhil, beşerî uygarlıklar tarafından değiştirilmek
istenmiştir. Üstelik, -sözde- İslâm’a bağlı olanlar İslâm medeniyetinden
koparak müslüman uygarlığına entegre
olmalarına rağmen kendilerini İslâm medeniyeti üzere zannederler. Hattâ müslümanların
yükseltmek yada yeniden kurmak istedikleri yapılanma “İslâm medeniyeti” değil,
bin yıllık müslüman uygarlığıdır. Bu elbette günümüz modernitesinden daha iyi
olur ama peygamberlerin kurduğu yada kurmak istedikleri İslâm medeniyeti
seviyesine ulaşamaz. Zâten târih boyunca da ulaşmamıştır. Zîrâ “müslüman
uygarlığı” İslâm medeniyeti” değildir. Böyle olduğu için müslümanların
(mü’minlerin değil) kurduğu uygarlıklar çok daha az yıkıcı olmuş olsalar ve
başka yapıcı ve iyi özellikleri olsa da mutlak ve kesin anlamda İslâm’a yâni
Kur’ân ve Sünnet’e dayanmadıkları için onlar da fitne üretmekten ve ifsâd
etmekten uzak duramamışlardır:
“O, iş-başına
geçti mi (yada sırtını çevirip gitti mi) yer-yüzünde bozgunculuk çıkarmaya,
ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Atasoy Müftüoğlu:
“Müslümanların
vâr olduğu, ancak, İslâmî bir toplumun vâr olamadığı bir Dünyâ’da yaşıyoruz. Bu
korkunç çelişkiye ilişkin bir farkındalığa sâhip değiliz. Müslüman olarak vâr
olmak mümkün iken, İslâmî bir toplum/Dünyâ inşâ etmek niçin mümkün olmasın diye
kendimize sormuyoruz” der.
İslâm
medeniyetinin ne olduğunu bilmeyen, böyle bir medeniyetin içinde yaşamak
konusunda câhil ve isteksiz oldukları için İslâm medeniyeti yerine, bir bok
zannederek bâtıl batı’nın şeytânî, nefsî ve beşerî şerefsiz uygarlığında
yaşamayı tercih edenlere Mehmet Âkif Ersoy şöyle seslenir:
“Avrupa
medeniyeti, bir medeniyet-i fâzıla, bir medeniyet-i hakîkiye-i insâniye
değildir. Batı medeniyeti (daha doğrusu uygarlığı) Allah ve insan merkezli bir
medeniyet değildir, rûhu sağır, kâlbi hissizdir. Batı medeniyeti ikiyüzlüdür.
Gerçekte kahpe ve yüzsüz, hayâsız ve sefildir. Bu medeniyetin mensupları
güvenilmez, alçak, sömürgeci ve İslâm milletlerine düşmandır ve batı’ya dâima
temkinli yaklaşılmalıdır”.
İslâm
toplumu, devleti ve medeniyetinin kurulmasının olmazsa-olmaz şartı, mutlak ve
kesin anlamda sâdece Allah’a dayanmak, âhiret bilinci ve îmânı içinde olmak,
gayba îman etmek, vahyi yâni Kur’ân’ı tek kaynak ve Peygamberimiz’i en ideâl
rehber olarak görerek, her alanda ve her işte sâdece Kur’ân’ı ve Sünnet’i
merkeze almak ve bunlara uygun olan ve aykırı olmayan düşünceler ve ameller
üretmek ve bundan dâim olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti budur. Ahmed Doğan
İlbey, medeniyeti hakkında şunları söyler:
“Kur’ânî
mânâda tek medeniyet İslâm medeniyetidir. İslâm-dışı sosyâl organizasyonlara,
batı’dan mülhem seküler ve teknik gelişmelere medeniyet denemez. ‘Kur’ân ve Sünnet’e
tâbi olmakla meydana gelmiş toplum yâhut milletin Dünyâ’yı İslâmca
şekillendirmesi’dir medeniyet. İslâm medeniyetinin varlığı ancak müslüman
toplumun varlığı ile kâimdir. Dolayısıyla bir beldede müslüman bir toplum
ahkâmı yaşamak için ortaya çıkmazsa medeniyet oluşmaz. Ahkâmı yürümeyen
müslümanların varlığı medeniyet oluşumu için yeterli değildir. Bundandır ki
Mekke’de müslümanların varlığı medeniyet meydana getirmemiştir. Medeniyet,
İslâm ahkâmını yaşamak için Medîne’ye hicret eden müslümanlarca
oluşturulmuştur”.
“Ve işte
böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine
adâlet örneği ve hakkın şâhitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit
olsun” (Bakara 143).
İslâm’ın
“muâsır medeniyet”e ulaşma hedefi yoktur, olamaz. Zîrâ İslâm medeniyeti “tüm
zamanların en muâsır medeniyeti”dir. O-hâlde müslümanların da “muâsır
uygarlık”a (medeniyet değil) ulaşmaya çalışması İslâm’dan kopmadan ve İslâm
medeniyetinden uzaklaşmadan olmaz. Zâten “muâsır medeniyet” denilen
uygarlıklar, İslâm’a ve İslâm medeniyetine karşı çıkarılmış “modern
barbarlıklar”dır. İnsanlık, İslâm medeniyetinin ne olduğunun bilgisi ve
bilincine sâhip olmadığı için, zamânın barbarlıklarını medeniyet
zannetmektedir.
Şu
kesindir ki Dünyâ’da insanca ve mü’mince yaşamanın tek ve biricik yolu, ancak
ve ancak İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet ile mümkündür, insanca ve mü’mince yaşamak
ancak, sâdece İslâm’ı merkeze alanların kurduğu İslâm toplumu, İslâm devleti ve
İslâm medeniyeti içinde olabilir.
Tek
bir medeniyet vardır, o da İslâm Medeniyeti’dir. Medeniyet, “dîniyet” yâni
din-merkezlilik demektir
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder