“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine
uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye
(geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru
yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara
170).
Klâsik
yada modern anlamda, Allah’a dayanmayan tüm bağlılıklar “atalar”a dayanmak
zorundadır. Bir inanç sistemi ya Allah’tan gelir ve peygamberler yoluyla insanlara
ulaştırılır yada atalar yoluyla gelir ve kuşaktan-kuşağa ulaşır. Üçüncü bir yol
yoktur. Yâni ya vahye ve peygamberlere uyarak “sâdece Allaha” taparsınız, yada
ataların getirdiklerini merkeze alarak insana-beşere taparsınız ki bunun
ana-göstergesi “atalara tapmak” şeklindedir. Üçüncü bir yol yoktur.
Allah’a
tapmayanlar başka bir yol olmadığı için mecbûren “ata”lara taparlar. Çünkü insanın
değer verdiği ve uyduğu şey ya Allah’tan gelmiştir yada insanlardan. İnsanlar
ya Allah’ın kânunlarına yada “ata”larının geleneklerine, kânunlarına ve
yollarına uyarlar. Bu nedenle Allah’tan gelen vahye ve peygamber örnekliklerine
göre yaşayamayanlar, ataların ortaya çıkardığı ve sürdürüp geldiği dinlere,
inançlara, yollara, felsefeye, düşünceye, ideolojilere, onarın ürettiği ve
yaptığı şeylere yâni kısaca atalarına göre yaşarlar. Fakat şu iyi bilinmelidir
ki, kime göre düşünüyor, konuşuyor ve yapıyorsanız “ona tapıyorsunuz” demektir.
Tapmak, “tapılana göre yapmak” demektir.
Târih
boyunca gönderilmiş tüm peygamberlerin muhâtapları, Allah’a inanan ama
atalarına tapanlar olmuştur. Bunlara kâfir ve müşrik denilmesi, Allah’ın dîni
yerine ataların dinlerine uyanlar yâni atalarının açtığı yolda, gösterdiği
hedefte gideni atalarının kânun, kural, tavsiye ve yasaklarına göre
yaşamalarıdır. Allah’a inanmak ama atalara uymak, aslında “atalara tapmak”
demektir. Atalara uymak insanların kadim dinleridir. Hâlbuki tüm zamanlarda
atalar inanç konusunda yanlış yolda olmuşlar, küfre ve şirke düşmüşlerdir.
Gafletin ana-nedeni ve peygamberlerin gönderilmesin sebebi budur:
“Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gâfil
kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)” (Yâsîn 6).
İslâm,
“ataların dîninden ve sünnetinden, sünnetullaha ve peygamberlerin sünnetine
(güzel örneklik) dönüş”tür. Çünkü:
“Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın
da Rabbidir” (Saffât 126).
Peygamberlerin
gönderildiği toplumlar hep, -sözde- Allah’a inanmalarına rağmen atalarına uyan
kişilerdi. Peygamberler insanları “ata”lara uymaktan men edip “sâdece Allah’a”
uymaya çağırmışlardır ve zâten tüm mücâdele de bu nedenle verilmiştir:
“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor
ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).
Tüm
seküler sistemler, ortaya koydukları paradigmaları için sözde meşrûiyetlerini
“atalarından” almak zorundadırlar. Fakat bunun elbette bir bedeli vardır. Tüm
şirk, küfür, adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve zulüm ve insanların başına
gelen musîbetler hep “atalara uymak”tan dolayıdır. Çünkü kânun, kural, düşünce,
söylem ve davranışlar Allah’a göre olmadığında atalara yâni insanlara göre
olur. Kendisine uyulmayı istismâr etmeyecek tek varlık Allah olduğu için, ataların
çıkardığı kânun, kural ve uygulamalar yâni dinler hep küçük bir azınlığın işine
yarayacak, onları mutlu edecek ve geriye kalan büyük çoğunluk ise zorluklar ve
korkular içinde yaşamak zorunda kalacaklardır. Zâten tüm zamanlarda; “atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter” diyenler de, peygamberlere ilk karşı çıkan bu
ayrıcalıklı sınıftır. Allah’ın atalara değil de “sâdece kendisine”
uyulmasını istemesinin nedeni, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın,
ahlâksızlığın ve dolayısı ile küfrün, şirkin ve zulmün ortadan kalkması
içindir. Çünkü Allah nimetlerini “sâdece bâzı insanların” değil, tüm kullarının
üzerinde eşit ve âdil şekilde görmek ister.
Aslında
ilk başta, şeytanın, nefsin ve tâğutların yâni çıkarcı mutlu azınlığın baskısı
nedeniyle -sözde- Allah’a inanmalarına ve O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl
etmelerine rağmen tüm düşünce, söylem ve eylemlerinde atalara uyanalar, bunu
daha sonra cehâletten dolayı sürdürürler. Halkın geneli, hak dîne değil de din
adına uydurulmuş boş şeylere inanırlar ve buna göre düşünce, söylem ve davranış
gösterirler. Bu da “bâtıla bağlılık” olarak tezâhür eder ve böylece atalar dîni
ortaya çıkmış olur. Bu sâdece geçmişte kalmış bir şey de değildir. Modern
anlamda da “ata”lara uymak durumu devâm etmektedir. Meselâ eskiden bêri gökteki
Tengriye inandıklarını söylemelerine rağmen, yerde ise sonu han, kan ve ğan ile
bitenlere uymuşlardır. Gök-Tengriye inanmışlar ama yeryüzünde atalara
uymuşlardır. Oğuz Ata, Mete Ata, Atilla Ata, Cengiz Ata, Selçuk Ata, Alparslan
Ata, Osman Ata, Korkut Ata, Saltuk Ata, Mevlâna Ata, Yûnus Ata ve en sonunda da
Kemal Ata, Türklerin hiç durmadan izlerinde yürüdükleri, koşulsuz-şartsız uydukları
ve yolunda gittikleri atalar olmuştur. Türklerin “Ata”ya bu kadar bağlı
olmasına şaşırmamak gerekir. Zîrâ Türkler, aslında tüm zamanlarda Tengriyi
göklere hapsedip yeryüzünde “atalar”a tapınmışlardır. Günümüzde de “kâinât
imamı”, dünyâ lîderi, Nobel sâhibi, para babası nice atalar vardır uyulan daha
doğrusu Allah yerine kendisine tapılan. %99’u müslüman(!) olan Türkler, -sözde-
Allah’a inanmakta fakat atalara uymakta ve tapmaktadırlar.
Oysa
Allah, tüm atalar da dâhil herkesin tek Rabbidir:
“Dedi ki: O sizin de Rabbiniz, geçmişteki
atalarınızın da Rabbidir” (Şuârâ
26).
Târih boyunca sürekli olarak
peygamberlerin gönderilmesinin ve vahiylerin indirilmesinin nedeni nedir?.
Çünkü ortada bir sorun vardır, bir haksızlık vardır ve bir zulüm vardır.
Bunların sebebi, “sâdece Allah’a uyulmaması” ve -sözde- Allah’a inanılmasına rağmen
atalara uyulması”dır. Atalarını bu sapık yolda bulanlar, kendileri de aynı
yolda gitmişler ve onlar da klâsik yada modern kişiler olsun, atalara
uymuşlardır-uymaktadırlar:
“Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak
bulmuşlardı. Kendileri de onları izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı” (Sâffât 69)
Yaratan,
hidâyet veren, yediren, içiren, şifâ veren, öldürecek, diriltecek ve âhirette
affedebilecek olan sâdece Allah olmasına rağmen insanlar yine de Allah’a değil
de atalarına uymaktadırlar:
“Onlara İbrâhim’in haberini de aktar-oku: Hani,
babasına ve kavmine: ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz?’ demişti. Demişlerdi ki:
‘Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz’. Dedi
ki: ‘Peki, duâ ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?. Yada size bir
yararları veyâ zararları dokunuyor mu?’. ‘Hayır’ dediler. ‘Biz atalarımızı
böyle yaparlarken bulduk’. (İbrâhim) dedi ki: ‘Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu
gördünüz mü?. Hem siz, hem de eski atalarınız?. İşte bunlar, gerçekten benim
düşmanımdır; yalnızca âlemlerin Rabbi hâriç. Ki beni yaratan ve bana hidâyet
veren O’dur; Bana yediren ve içiren O’dur; ‘Hastalandığım zaman bana şifâ veren
O’dur; ‘Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O’dur, ‘Din (cezâ) günü
hatâlarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur” (Şuârâ 69-82).
Çünkü her-şeyi ataları üzerinden
değerlendirmektedirler:
“Andolsun, bu (azab ve dirilme) tehdidi, bize
ve daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, olsa-olsa geçmişlerin uydurma masallarından
başkası değildir” (Neml
68).
Helâli-haramı günahı-sevâbı bile, her
şeyi yaratan Allah değil de atalar belirlemektedir:
“Onlar, ‘çirkin bir hayâsızlık’
işlediklerinde: ‘atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bunu bize emretti’ derler.
De ki: ‘Şüphesiz Allah, çirkin hayâsızlıkları emretmez!. Bilmediğiniz bir şeyi
Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf
28).
Allah’a
ve dîne ucundan-kıyısında bağlı olmalarına, O’na tam bir teslîmiyetle teslim
olmayı yobazlık ve körlük olarak görmelerine, Allah, âhiret, gayb, melekler,
vahiy, peygamberleri, Kur’ân ve Sünnet yâni İslâm hakkında kuşkular ve şüpheler
içinde olmalarına rağmen, atalarına körü-körüne ama sorgusuz-suâlsiz,
koşulsuz-şartsız ve kuşkusuz-şüphesiz tam bir teslîmiyetle bağlanıp
uymaktadırlar. Peki neden?. Çünkü Allah’a, âhirete, dîne, İslâm’a göre
yaşamanın bâzen ağır da olabilen bedelleri vardır. İslâm, kendisini kabûl edenlere
zorluklar, zorunluluklar, sorumluluklar, ödevler ve görevler yükler. Bu da
insanın, hayâtı “dilediği gibi”, haz, zevk, neşe ve refah içinde yaşamasına engel
olur. Zîrâ İslâm’ı kabûl etmek, bir-çok şeyden vazgeçebilmeyi ve sonuçta da
“sınırlı yaşamayı kabûl etmek” demektir:
“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı
şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan
vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı
başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).
Atalara uymanın olumlu yönleri de
vardır elbette. En önemli olumlu yön “beslenme”yle ilgilidir. Onlar gibi
beslenirseniz, doğru beslenmiş olursunuz. Âdâb ve edeb konusunda atalardan
örnek alınacak şeyler vardır. Aslında atalara uymanın kınanan tarafı, Allah’a
inanıldığı söylenmesine rağmen, Allah’ın sözlerine ve kurallarına göre değil de
ataların sözlerine ve kurallarına göre düşünülmesi, konuşulması ve
yaşanılmasıdır. Göklerin Rabliğinin Allah’a verilirken, yeryüzünün rabliğinin
atalara verilmesidir. Yoksa atalara ne olursa-olsun her durumda karşı çıkmak
diye bir şey yoktur ki Allah zâten atalara yâni ana-babaya “öf” bile
denilmesini yasaklar ve onlara merhâmetle davranılmasını emreder. Modern nesil,
“atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri
kalmadı ve bir yük olarak görülmeye başladılar. Sonuçta da huzur-evlerine gün
doğdu.
Evet; şirk, “Allah’a inanmak ama
atalara uymak”tır. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip, atalara tapmak”tır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Mart 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder