“De ki:
Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan
Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman
olanların ilkiyim” (En-âm
162-163).
İşte
bütün mesele, bu âyette söylenen sözü kesin bir inançla söyleyebilmek yada
söyleyememektir. Dünyâ’yı değiştirecek ve İslâmi bir yörüngeye sokabilecek
olanlar bu sözü tüm kâlpleri ve inançlarıyla söyleyebilen Allah’ın râzı olduğu
kişilerdir. Bu sözü söyleyebilmek için İslâm’ı gerçekten de sevmek ve bu
nedenle de ona adanabilmek gerekir.
Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi”
ve güzel olmaz. İnsan sevmediği ve istemediği bir işi yapmaz, yapsa da iyi ve
güzel yapmaz da ya aksatır yada yarım-yamalak yapar. Böyle bir işten elbette
bir hayır gelmez.
İnsan ya Allah’ın râzı olacağı ve olduğu
şeyleri, yada nefsinin hoşuna giden şeyleri yapmayı sever. Fakat nefsin sevdiği
şeyleri yapmanın sonucu sâdece şu kısa dünyâ-hayâtında görülebilir. Yâni nefsin
hoşuna giden şeyleri yapmak geçicidir, fânidir ve kısa zamanda biter gider.
Oysa Allah’ın râzı olduğu şeyleri yapmanın bu dünyâda bâzı zor sonuçları olsa
da âhirette ebedî iyi sonuçları olur.
Allah’ın râzı olduğu şeyler, İslâm ile
belirlenmiştir. O-hâlde İslâm’ı sevmek, cenneti sevmek; nefsi sevmek ise
Dünyâ’yı sevmek anlamına gelir.
Hz. Âdem ve Havvâ cennette onca nîmetler içindeyken
bile şeytan onları, Allah’ın yasakladığı şeyi yaptırarak kandırmıştır. Tabi
bunu, “iki melek olmayı” sevdirerek yapmıştır. Âdem ve Havvâ sâdece “tek bir
ağaca dokunmayın” emrine karşı, insanda bulunan nefsin etkisi nedeniyle yasak
olana yönelmeyi sevmişler ama sonunda da pişmân olmuşlardır. Çünkü cennetten
kovulmuşlardır. İşte o günden bêri insanlar Allah’ın râzı olduğu şeyleri
sevmekten çok şeytanın ve nefsin râzı olduğu şeyleri sevmiştir.
Kendine
“müslüman” diyenlerin çoğu aslında İslâm’ı sevmiyorlar. Zâten Allah’ın varlığını
kabûl ettiklerinde İslâm’ı da kabûl ettiklerini ve işin bittiğini zannederek
başka bir şey yapmaya gerek olmadığını düşünmektedirler. O yüzden de İslâm’ın
emir ve yasaklarını yerine getirmiyorlar. Namaz, oruç, zekat, hac, kurban, baş-örtüsü,
tesettür vs. emirleri yerine getirmedikleri gibi yasakları da genelde
çiğniyorlar. Kur’ân’ı okumak ve idrâk etmek ve de ona göre yaşamak düşüncesi
zâten akıllarının ucundan bile geçmiyor. Zâten çoğu kişi Kur’ân’ı, “teberrüken
Arapçasından anlamadan seslendirilecek bir mushaf” olarak görüyor. Onu idrâk
edip de ona göre bir yaşam-tarzı belirlemeyi hem düşünmüyor hem de aslında sevmiyorlar.
Bu nedenle de “Allah Kur’ân ile bize bir şeyler söylüyor” sözüne burun
kıvırabiliyor ve hattâ kızabiliyorlar da.
Peki insanlar
niçin İslâm’ın gereklerini yerine getirmiyorlar?. En genel nedeni cehâlet,
sonra şeytan, nefs, tâğutlar, modernizm ve modern yaşama-tarzı, âilelerin ve
ataların umursamazlığı, insanların sorumluluk almak istememeleri, kafa ve beden
konforlarının bozulmasından korkmaları, vakitlerini Kur’ân ve ibâdetler için
harcamak istememeleri, “azalır” düşüncesiyle paralarını yoksullarla paylaşmaya
yanaşmaktan kaçınmaları, namaz ve sahur için uykularını bölmek zor geldiği,
oruç ile aç kalmaktan korkmaları, namazın hayâtı kontrôl etmesinden
hoşlanmamaları vs. gibi nedenlerdir. Fakat aslında tüm bunları yapmamalarının
nedeni, “İslâm’ı sevmemeleri”dir.
Bu
dediklerimi yapmanın zorlukları vardır ama bunları yerine getirmeyenlere
baktığımızda hiç şaşmadan ve aksatmadan çok daha zor şeyleri yapabiliyorlar.
Meselâ spor yapıyorlar ki bâzı ağır sporlar da buna dâhildir. 15-20 km. koşuyor,
ağır halterleri kaldırıyor, zorlana-zorlana vücut geliştirme çalışıyor, kanter
içinde yürüyor, koşuyor, üstelik bunlara çok daha fazla vakit ayırabiliyorken,
Allah’ın emrettiklerini yapmıyor. Niye?. Zor geldiği için mi?. Elbette hayır!.
Yapmıyor, çünkü bunları yapmayı sevmiyor. Zîrâ nefsi bunları yapmaktan
hoşlanmıyor. Fakat daha zor olanları yapabiliyor, çünkü onları yapmayı seviyor.
Sevince nefsi de sevmiş oluyor.
Açıkça
söylüyorum; namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, imkânı ve durumu müsâit
olmasına rağmen hacca gitmek istemeyenler ve zekat vermeyenler yada veremeyenler,
kurban kesmeyenler, Kur’ân okumayanlar, tebliğ-dâvet yapmayanlar, Allah’ın râzı
olmayacağı şeyleri yapmaktan vazgeçmeyenler, tüm bunları “İslâm’ı sevmedikleri
için” yapmıyorlar, başka bir sebepten dolayı değil. Peki niye sevmiyor?. Zor
geldiğinden falan değil, inanamadıkları yada yeterince inanmadıkları için sevmiyorlar. Bir îman sorunu olduğu için,
Allah, onlara, râzı olduğu şeyleri yapma sevgisi vermiyor. Olay budur. Çünkü
insan ancak inandığı şeyi bilir, bildiği şeyi sever ve sevdiği şeyi yapar. Sevmediklerini
ise ya hiç yapmaz yada zorla ve istemeyerek yapar ki İslâm söz-konusu olduğunda
bir şeyi istemeden ve sevmeden yapmak, eğer bir süre sonra bir değişim olmuyorsa
ve o şey severek yapılmaya başlanmadıysa boştur ve boşa gider.
Evet;
insanlar ikiye ayrılır: 1-İslâm’ı sevenler, 2-İslâm’ı sevmeyenler. İslâm’ı
sevenler Allah’ın emri ve yasaklarına harfiyen uyarlar ve yapılması gerekeni
yapar ve yapılmaması gerekenden uzak dururlar. Bunu yapmaktan gocunmazlar ve bu
onlara, İslâm’ı sevmeyenlerin zannettiği gibi zor da gelmez. İslâm’ı sevmeyenler
ise Allah’ın emir ve yasaklarına uymamak için her-şeyi yaparlar. İlginçtir;
yapmamak için her-şeyi yapmaktadırlar. Mâzeretler hiç-bir zaman bitmez. Çünkü şeytan
gerekli mâzereti her zaman iletecektir.
Birisi,
“ben Hz. Muhammed’i sevmiyorum, içimde ona karşı öyle bir duygu yok” demişti. Ben
de; “peki Atatürk’ü seviyor musun?” dediğimde, “evet çünkü o şunları-şunları yapmıştır”
demişti. Peygamberimiz’in neler yaptığını sorduğumda bu konuda bilgisi olmadığını
gördüm. “Bilmediğin ve tanımadığın birini nasıl seveceksin ki!” dedim. İşte
bunun gibi, insanlar İslâm’ı bilmiyorlar, Peygamber’i tanımıyorlar bu nedenle
de İslâm’a karşı gönüllerinde bir yakınlık ve sevgi hissetmiyorlar. Tabi bilip
tanımak herkes için yeterli olmayabilir. Hakîkati kabûl edebilmek önemlidir.
Türkiyeli
lâiklerde ağır bir ön-yargı ve düşmanlık derecesine varacak şekilde bir Arap-müslüman
ve doğu’lu düşmanlığı vardır. Bu da İslâm’a ilgi duymamanın ve onu sevmemenin
nedenlerinden biridir. Çünkü lâiklerin önderi ve örneği olan, ülkenin kurucusu
olan Mustafa Kemal doğu’lu değil ve doğu’yu hem sevmiyor hem de İslâm’ı insan-ürünü
bir şey olarak görüyor. Ona bağlı olanlar ve onu sevenler de bu telâkki
nedeniyle elbette İslâm’ı sevmiyorlar yada İslâm’a mesâfeli duruyorlar.
Atatürk’ün sevmediği bir şeyi onlar da sevmiyor. Bunun belki kendileri de
farkında değildir.
İlginçtir,
zamânında Türklere zulmetmiş ve aslında Türk bile olmamasına rağmen onu seven,
öven ve çocuklarına onların isimlerini verdikleri zâlim kişiler vardır. Meselâ
Mete Han ve Cengiz Han böyledir. Seviyorsa kim ve ne olursa-olsun çocuğuna onun
adını bile veriyor. Tabi bu çoğunlukla câhilce yapılmaktadır. Ya bu Cengiz Han
ve onun çocukları, Anadolu Selçuklu Türk halkını kılıçtan geçirmiş, soymuş ve
tecâvüz falan ederek zulmetmiş kişilerdir. Mete Han denilen kişi babası
Teoman’ı tuzağa düşürerek öldürmüştür. Fakat yine de bunları seviyorlar ve onlara
bağlılıklarını bildiriyorlar. Fakat İslâm’ı ve Peygamberimiz’i sevmiyorlar ve o’nun
adını bile duymak istemiyorlar. Bu-bağlamda, “Türklere Anadolu’nun kapısını
açan Alparslan’dır” deniyor. (Kapı açma sözü de öyle değildir ama şimdi ona
girmeyelim). Oysa Alparslan onun adı değil lâkâbıdır ve onun gerçek adı
Muhammed’tir; Muhammed bin Davud Çağrı. Böyle olunca da “Türklere Anadolu’nun
kapılarını açan Muhammed’tir” demek gerekecektir ki cumhûriyetin lâikleri
bundan imtinâ edeceklerdir. Çünkü Türkçe olmadığı ve Arapça olduğu için o ismi
sevmiyorlar. İyi de o zamanki Bizanslılar “biz Alparslan’a yenildik”
demiyorlardı ki, “Muhammed’e yenildik” diyorlardı. Zâten onları kahreden
şeylerden biri de buydu.
İslâm’ı
sevmeyenler aslında İslâm’a bağlı değillerdir. İslâm bir-anda yok olup gitse ne
hayatlarında bir değişiklik ve eksiklik olur ne de bu onların umurunda olur.
Çünkü “inanıyorum” demekle hayatlarında bir şey değişmiyor ki!. Aslında inançları
da “İslâm’a inanmak ve İslâm’ı kabûl etmek” değil, Allah denilen bir yaratıcıyı
kabûl etmektir. Yâni aslında İslâm’ı kabûl etmedikleri, ona inanmadıkları için
İslâm’ı sevmiyorlar ve bilmiyorlar da. Çünkü insan ancak inandığı şeyi kabûl
eder, bilir ve sever.
Tabi İslâm’ı
bilmedikleri ve sevmedikleri için onun gücünün de farkında değiller. Bu nedenle
de İslâm’ın Dünyâ’yı düzeltip
değiştirebileceğini inanmıyorlar. Bir keresinde birisi, “beni modernizm bile kurtaramamış,
İslâm mı kurtaracak” demişti. İnandığı, sevdiği ve insanın ulaşabileceği en ileri
seviye olarak gördüğü modernizmin bile Dünyâ’yı düzeltemediği için İslâm’ın hiç
düzeltemeyeceğini sanıyor ve böyle diyor.
Oysa
İslâm’ı bilenler ve sevenler böyle değildir. Onlar Kur’ân’ı da Peygamberimiz’i
de tanırlar ve severler. Öyle ki bu uğurda canlarını ve mallarını bile ortaya
koyabilirler.
Modern, seküler demokrasiyi ve cumhuriyet
târihini sevenler ve öve-öve bitiremeyenler; -eğer câhil değillerse- dîni
sevmeyenler ve özgürce/şeytanca yaşamak isteyenlerdir. Bir
mü’minin mevcut modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern hayat-tarzından zevk
alması çok büyük bir sorundur.
Sövmeniz
gerekip de sövmediğiniz şeyi, kısa bir süre sonra sevmeye ve ölümüne savunmaya başlarsınız.
Zoru
sevmeyenler, kolaylığın ve rahatın kölesi olurlar.
İslâm’ı-Kur’ân’ı
bilmeyenler, Peygamberimiz’i tanımayanlar yâni İslâm’a bağlı olmayanlar elbette
İslâm’ı sevmiyorlar ve bu yüzden de Allah’ın emir ve yasaklarını yerine
getirmiyorlar.
Tüm
zamanlarda ve mekânlarda, peygamberlerin gönderildiği toplumların İslâm’a ve
Peygamber’e düşmanlık yapmalarının nedeni ne ise, tüm zamanlarda ve mekânlarda
İslâm’ı sevmemenin nedeni de odur.
Hiç
kıvırmadan söyleyeyim; insanların İslâm’ı sevmemesinin nedeni, câhil, kâfir,
müşrik yada münâfık olmaktan başkası değildir. İslâm’ı sevmeyenler câhil, kâfir, müşrik ve münâfık olacakları
gibi, câhil, kâfir, müşrik ve münâfık olanlar da İslâm’ı sevmezler.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder