“(Şeytan) onlara vaâd ediyor, onları en
olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey
vaat etmez” (Nîsâ 120)
Takıntı:
“Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük, obsesyon. Dâimi endişe. Kişiyi
rahatsız eden, istediği hâlde kafasından atamadığı düşünceler. Fikri sâbit,
nöroz, saplantı”.
Takıntılar
yada tıbbi literatürde daha yaygın kullanım şekliyle obsesyonlar, kişiyi
rahatsız eden, tekrarlayıcı ve zorlayıcı düşünceler, duygu veyâ dürtülerdir.
Kişi çoğunlukla obsesyonunun mantıksız olduğunun farkındadır ancak yine de
zihninden atmakta zorlanır.
İslâm
ve onun kitabı olan Kur’ân’ın ne dediğinin, neyi emrettiğinin, neyi yasakladığının
ve tavsiyelerinin anlaşılıp idrâk edilebilmesi için, yıllarca üzerinde çalışarak
uzmanlaşmaya, dâhi olmaya, o işe yıllarını vermeye, onu inceden-inceye
araştırmaya gerek yoktur. Çünkü Kur’ân, okunduğunda yada dinlenildiğinde hemen
anlaşılabilecek açılıkta bir Kitap’tır, İslâm da yaşandığında kolayca benimsenebilecek
bir din’dir. Çünkü Allah ne demek istiyorsa apaçık şekilde söyler ve bundan
çekinmez. Bir şeyi gizli-kapaklı ve üstü-örtülü bir şekilde söylemez. Kur’ân
bir bilmece-bulmaca kitabı olmadığı gibi, gizemli, içinde esrârengiz bilgiler
bulunduran bir sırlar kitabı da değildir. Kur’ân apaçık bir kitaptır ve
anlaşılıp idrâk edilebilmesi için kolaylaştırılmıştır. Zâten vahyin en ideâl
örneği olan Peygamberimiz ile birlikte İslâm ve Kur’ân ete-kemiğe büründürülerek
hayatın tam ortasında göstere-göstere yaşanmış ve “en güzel örneklik” olarak ortaya
konulmuştur.
Bu
nedenle Allah’ın ne dediği apaçık olduğu gibi ne ve nasıl yapılması gerektiği
de apaçıktır. Bundan dolayı “acaba Kur’ân burada ne demek istedi”, “buradan ne
anlamalıyız”, “bunun semantiği, etimolojisi, kökü, sapı nedir” vs diyerek âyetleri anlayabilmek için yıllarca
okumaya, araştırmaya, incelemeye, onu didik-didik etmeye gerek yoktur. Bu zâten
vahyin raconuna terstir. Kur’ân’ı anlayıp idrâk edebilmek için onu ciddi-samîmi
bir şekilde, takıntılara ve ön-yargılara fazla yer vermeden odaklanarak
dikkatli bir şekilde okumak yeterlidir. Çünkü Kur’ân icâbında hayatlarında hiçbir
kitap bile görmemiş yada bir kitaba dokunmamış, çoğunluğu okuma-yazma da
bilmeyen insanlara gönderilmiştir. Böyle olmasına rağmen indirilen vahiyler
kendilerine okunduğunda söylenenleri mü’minler kabûl etmiş, kâfir ve müşrikler
ise kabûl etmemiştir. Hattâ ilginçtir, Kur’ân’ı ve Peygamberimiz’i kabûl etmeyenler
büyük oranda, okuma-yazma bile, toplumun dâhi dedikleri kişilerdi. Zîrâ Kur’ân
beyinlerden ziyâde kâlplere ve ruhlara hitâp ettiği için beyni ve cebi dolu
olanlardan çok, gönlü zengin olanlara etki etmiştir.
İnsanlık-târihi
boyunca insanlar vahyin apaçık bildirisine karşı hep, te’vile ve yoruma
yönelmiştir. Çünkü yaşam-tarzları ve alışkanlıklarından dolayı Kur’ân’ı ve İslâm’ı
“olduğu gibi” kabûl edememişlerdir. İnsanların İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edememesinin
başka bir nedeni de, herkesin bir şeylere takmış olmasıdır. Kimisi parasına,
kimisi îtibârına, kimisi makam ve mevkisine, kimisi mesleğine takmış ve İslâm’ı
kabûl ettiği anda bunları kaybetme riskiyle karşı-karşıya kalabileceklerini
ânında anladıkları için vahye ve Peygamberimiz’e îtirâz etmiş hattâ düşman
olmuşlardır. Bundan sonra da hem korkuları, hem takıntıları hem de
düşmanlıkları artmıştır. Allah mü’minlere yardımını ulaştırıp İslâm’ı hâkim
kıldıktan ve insanlar akın-akın İslâm’a girdikten sonra da insanlar
takıntılarında kurtulamamışlar ve Kur’ân’ı kafalarına ve takıntılarına göre
yorumlamaya başlamışlardır. Kim neye takmışsa Kur’ân’ı ona göre yorumlamaya başlamıştır.
Müslüman olmadan önce Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e karşı takıntılarına göre
îtirâz edenler, bu sefer de Kur’ân’ı takıntılarına göre anlayıp yorumlamaya
başlamıştır. İnsanların çoğunun şirk koşmadan inanmamasının nedeni kanımca
budur.
Cemel,
Nehrevan ve Sıffin savaşları hep birilerinin bir şeylere takmış olmasının
sonucudur. Yine ortaya çıkan mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, hizip, akım,
cemaat, felsefe, bilim hep insanların takıntılarına göre farklılaşmış ve diğerlerine
göre bambaşka bir şekle bürünmüştür.
Modernizm
ile birlikteyse iyice çoğalmış, artık kelle-başı takıntılar ortaya çıkmıştır.
Herkesin farklı bir takıntısı olduğu için herkes dîni, İslâm’ı ve Kur’ân’ı
kendi kafasına yâni takıntısına göre yorumlamaya başlamıştır. Bu durum son
100-150 yıldır zirveye ulaşmıştır.
Ana-takıntıları
merkeze alarak söyleyecek olursak; kimisi Kur’ân’ı da bir kenara bırakarak büyük
çoğunluğu uydurma olan hadisler ve rivâyetlere takmıştır ve bu merkezde dîni
anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadır, üstelik efendilerinin, şeylerinin ve
lîderlerinin sözlerini ve rüyâlarını bile dîne dâhil etmekten
çekinmemektedirler. Kimisi de hâkim modern paradigma olan batılı düşünme ve
eylem biçimlerini kafaya takmış ve vahyi ona uydurmaya çalışmaktadır. Bir kısmı
lâikliğe, bir kısmı demokrasiye, cumhûriyete, diğeri seküler sisteme, kapitâlizme,
liberâlizme, komünizme, sosyâlizme, faşizme, feminizme, özgürlüğe, hümanizme,
modern-bilimi ve teknolojiye, kimisi uzaylılara, ruhlara, cinlere, perilere, komplô
teorilerine, masallara, kehânetlere, kimisi, şehvete, şöhrete, servete, siyâsete,
cehâlete, şirke, küfre, münâfıklığa, emperyâlizme, zulme, kimisi sûnîliğe,
yapay zekâya, internete, sosyâl medyaya, sinyâllere, kırmızı ve yeşil renklere,
kânunlara, ekonomiye, kâra, partilere, lîderlere, kahramanlara, savaşa,
silahlara, harama, günaha, suça vs. takmaktadır. Herkes İslâm’ı, Kur’ân’ı ve
hayâtı bunlara göre yâni herkes kendi aşırı bağlılık duyduğu ve takıntı hâline
getirdiği şeye göre yorumlamakta ve öyle kabûl etmektedir. Modernite ile
birlikte özellikle ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı”
hâline gelmiştir.
Takıntılarını
din yapmış olan ama özellikle Peygamberimiz’e takmış olan birileri de,
Peygamberimiz’in övüldüğü iki âyeti, takmış oldukları “matematik formülüne
uymuyor” diye Kur’ân’dan çıkarmışlardır. Diğer bâzı takıntılı sapıklar da işin
bokunu çıkarmış ve Medenî âyetleri tümden iptâl ve inkâr etme yoluna
girmişlerdir. Birileri ise tepkilerden çekindikleri için ama aslın da göt
korkusundan dolayı Kur’ân’ın hiç-bir âyetini iptâl ve inkâr etmemekle birlikte
ahlâk ve ibâdetlerle ilgili olanlar dışındaki âyetlerin artık günümüzde geçerliliğini
kaybettiği için “teberrüken okunması gereken târihsel âyetler” olarak görmekte
ve meydanı boş buldukları için bunu her yerde söyleyebilmektedirler.
Yine
kimisi de, Kur’ân’ı ancak, takıntı hâline getirdikleri modernizme, seküler-lâik
sisteme, modern-bilim ve teknolojiye, son moda verilere ve teorilere uydurabildikleri
oranda kabûl edebilmekte ve buna uydurmak için de icâbında Kur’ân’a işkence
etmekten ve onu absürtlükler içinde boğmaktan çekinmemektedirler. Üstelik
resûl-nebî ayırımı gibi falan kâfirliklerle Peygamberimiz’i boşa çıkarmakta ve
böylece, tek-başınayken yoruma açık olan Kur’ân’ı tam da moderne uydurmak için
bir yerlerini yırtmaktadırlar. Peygamberimiz’in resûl yâni -sözde- tebliğ
yanını öne çıkarıp ona itaat edileceğini ama nebî yönüne itaat edilmesi
gerekmediğini söylemektedirler. Hâlbuki Kur’ân Ahzâb Suresi 21. Âyette bize
o’nu “en güzel örneklik” olarak göstermiştir ki bunu Kur’ân’da gösterdiği için Peygamberimiz
bizim için kıyâmete kadar en güzel örnektir. Fakat sorun şu ki, bu örneklik
modernizme yâni mevcut paradigmaya, seküler sisteme, modern-bilim ve
teknolojiye uymamaktadır. Bu örneklik bir “yaşanmışlık” olduğu ve yaşanmışlığın
yorumu yapılamayacak olduğu için, Peygamberimiz’i tümden etkisizleştirme ve o’nu
sâdece bir postacı gibi göstermek zorunda kalmaktadırlar. İşte bunların hepsi
de şeytanın onlara yüklediği sapık takıntılar yüzünden olmaktadır.
Oysa
Kur’ân apaçık bir kitaptır ve okundukça da daha iyi idrâk edilebilmektedir.
Üstelik ne denildiği ve nasıl yapılması gerektiği de apaçık bir şekilde en
güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in 23 yılık resûl-nebî örnekliği ile ortaya
konmuş ve din tamamlanmıştır. Buna rağmen “tamam ama şu nasıl, bu ne” gibi
sorular bitmemektedir çünkü apaçık emirlere rağmen insanlar yine de takıntılarına
göre hareket etmekte, vahiy, korkuları, çıkarları, bağlılıkları, sapkın düşünce
ve inançları yüzünden kâlplere işleyememektedir. Kâlplere işlemeyince de insanlar
apaçık vahyi kabûl edip ve benimseyip de ona göre yaşayamamaktadır. Bu da
takıntıların artarak devâm etmesine neden olmaktadır.
Oysa
İslâm, “insanların takıntıları bitsin ve sâdece Allah’a bağlansınlar ve Peygamber’i
rehber edinsinler” diye vâr olan tek hak din’dir. Zâten İslâm “tam bir
teslîmiyetle sâdece Allah’a bağlanmak” demektir. Sâdece Allah’a bağlanmak,
diğer tüm bağlılıkları ve dolayısıyla takıntıları yok eder ve kişiyi hür kılar.
Aksi-hâlde takıntılar artarak devâm eder ve kuşatır insanları. Sonuçta da insanlar
takıntılar içinde oyalanır durur.
Takıntılar
doğal ve doğuştan gelen şeyler değildir. Sâdece Allah’a bağlanmanın ve
hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi hâkim kılmayı kafaya
takmayanlarda oluşan bir bozukluk hâlidir. Şeytan zâten takıntılara sebep olan
vesveselerini “sâdece Allah’a” bağlanıp “sâdece O’na” güvenmeyenlere verir. Çünkü diğerlerine
vesveseler etki etmez.
Modernizm
bir takıntı uygarlığıdır. İnsanların takıntılarından geçinir. Bu nedenle de
sürekli olarak yeni takıntılar ortaya çıkarır. İnsanlar da bu takıntılar nedeniyle
sürüklenip giderler. Üstelik herkes kendi takıntısını üstün tutar ve dîni İslâm’ı
da kendi takıntısına göre yorumladığı için kendi takıntısını ve bağlılığını en
üstün takıntı ve bağlılık olarak görür. Oysa en güçlü bağlılık “sâdece Allah’a”
olan bağlılıktır ki sâdece Allah’a bağlanmak tüm bâtıl bağlılıkları iptâl eder
ve böylece takıntılarından kurtulmuş olan insanlar tertemiz bir şekilde İslâm
ile karşı-karşıya kalırlar.
Takıntılara
göre yapılan hiç-bir yorum İslâm’ın ve Kur’ân’ın gerçek yorumu ve açıklaması
değildir. Çünkü İslâm bir takıntı değil, “tam bir teslîmiyetle teslim olma
dîni”dir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder