24 Mart 2024 Pazar

İslâm’ı Takıntılara Göre Yorumlamak

 

“(Şeytan) onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vaat etmez” (Nîsâ 120)

 

Takıntı: “Bir şeye hastalık derecesinde düşkünlük, obsesyon. Dâimi endişe. Kişiyi rahatsız eden, istediği hâlde kafasından atamadığı düşünceler. Fikri sâbit, nöroz, saplantı”.

 

Takıntılar yada tıbbi literatürde daha yaygın kullanım şekliyle obsesyonlar, kişiyi rahatsız eden, tekrarlayıcı ve zorlayıcı düşünceler, duygu veyâ dürtülerdir. Kişi çoğunlukla obsesyonunun mantıksız olduğunun farkındadır ancak yine de zihninden atmakta zorlanır.

 

İslâm ve onun kitabı olan Kur’ân’ın ne dediğinin, neyi emrettiğinin, neyi yasakladığının ve tavsiyelerinin anlaşılıp idrâk edilebilmesi için, yıllarca üzerinde çalışarak uzmanlaşmaya, dâhi olmaya, o işe yıllarını vermeye, onu inceden-inceye araştırmaya gerek yoktur. Çünkü Kur’ân, okunduğunda yada dinlenildiğinde hemen anlaşılabilecek açılıkta bir Kitap’tır, İslâm da yaşandığında kolayca benimsenebilecek bir din’dir. Çünkü Allah ne demek istiyorsa apaçık şekilde söyler ve bundan çekinmez. Bir şeyi gizli-kapaklı ve üstü-örtülü bir şekilde söylemez. Kur’ân bir bilmece-bulmaca kitabı olmadığı gibi, gizemli, içinde esrârengiz bilgiler bulunduran bir sırlar kitabı da değildir. Kur’ân apaçık bir kitaptır ve anlaşılıp idrâk edilebilmesi için kolaylaştırılmıştır. Zâten vahyin en ideâl örneği olan Peygamberimiz ile birlikte İslâm ve Kur’ân ete-kemiğe büründürülerek hayatın tam ortasında göstere-göstere yaşanmış ve “en güzel örneklik” olarak ortaya konulmuştur.

 

Bu nedenle Allah’ın ne dediği apaçık olduğu gibi ne ve nasıl yapılması gerektiği de apaçıktır. Bundan dolayı “acaba Kur’ân burada ne demek istedi”, “buradan ne anlamalıyız”, “bunun semantiği, etimolojisi, kökü, sapı nedir”  vs diyerek âyetleri anlayabilmek için yıllarca okumaya, araştırmaya, incelemeye, onu didik-didik etmeye gerek yoktur. Bu zâten vahyin raconuna terstir. Kur’ân’ı anlayıp idrâk edebilmek için onu ciddi-samîmi bir şekilde, takıntılara ve ön-yargılara fazla yer vermeden odaklanarak dikkatli bir şekilde okumak yeterlidir. Çünkü Kur’ân icâbında hayatlarında hiçbir kitap bile görmemiş yada bir kitaba dokunmamış, çoğunluğu okuma-yazma da bilmeyen insanlara gönderilmiştir. Böyle olmasına rağmen indirilen vahiyler kendilerine okunduğunda söylenenleri mü’minler kabûl etmiş, kâfir ve müşrikler ise kabûl etmemiştir. Hattâ ilginçtir, Kur’ân’ı ve Peygamberimiz’i kabûl etmeyenler büyük oranda, okuma-yazma bile, toplumun dâhi dedikleri kişilerdi. Zîrâ Kur’ân beyinlerden ziyâde kâlplere ve ruhlara hitâp ettiği için beyni ve cebi dolu olanlardan çok, gönlü zengin olanlara etki etmiştir.

 

İnsanlık-târihi boyunca insanlar vahyin apaçık bildirisine karşı hep, te’vile ve yoruma yönelmiştir. Çünkü yaşam-tarzları ve alışkanlıklarından dolayı Kur’ân’ı ve İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edememişlerdir. İnsanların İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edememesinin başka bir nedeni de, herkesin bir şeylere takmış olmasıdır. Kimisi parasına, kimisi îtibârına, kimisi makam ve mevkisine, kimisi mesleğine takmış ve İslâm’ı kabûl ettiği anda bunları kaybetme riskiyle karşı-karşıya kalabileceklerini ânında anladıkları için vahye ve Peygamberimiz’e îtirâz etmiş hattâ düşman olmuşlardır. Bundan sonra da hem korkuları, hem takıntıları hem de düşmanlıkları artmıştır. Allah mü’minlere yardımını ulaştırıp İslâm’ı hâkim kıldıktan ve insanlar akın-akın İslâm’a girdikten sonra da insanlar takıntılarında kurtulamamışlar ve Kur’ân’ı kafalarına ve takıntılarına göre yorumlamaya başlamışlardır. Kim neye takmışsa Kur’ân’ı ona göre yorumlamaya başlamıştır. Müslüman olmadan önce Kur’ân’a ve Peygamberimiz’e karşı takıntılarına göre îtirâz edenler, bu sefer de Kur’ân’ı takıntılarına göre anlayıp yorumlamaya başlamıştır. İnsanların çoğunun şirk koşmadan inanmamasının nedeni kanımca budur.

 

Cemel, Nehrevan ve Sıffin savaşları hep birilerinin bir şeylere takmış olmasının sonucudur. Yine ortaya çıkan mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf, hizip, akım, cemaat, felsefe, bilim hep insanların takıntılarına göre farklılaşmış ve diğerlerine göre bambaşka bir şekle bürünmüştür.

 

Modernizm ile birlikteyse iyice çoğalmış, artık kelle-başı takıntılar ortaya çıkmıştır. Herkesin farklı bir takıntısı olduğu için herkes dîni, İslâm’ı ve Kur’ân’ı kendi kafasına yâni takıntısına göre yorumlamaya başlamıştır. Bu durum son 100-150 yıldır zirveye ulaşmıştır.

 

Ana-takıntıları merkeze alarak söyleyecek olursak; kimisi Kur’ân’ı da bir kenara bırakarak büyük çoğunluğu uydurma olan hadisler ve rivâyetlere takmıştır ve bu merkezde dîni anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadır, üstelik efendilerinin, şeylerinin ve lîderlerinin sözlerini ve rüyâlarını bile dîne dâhil etmekten çekinmemektedirler. Kimisi de hâkim modern paradigma olan batılı düşünme ve eylem biçimlerini kafaya takmış ve vahyi ona uydurmaya çalışmaktadır. Bir kısmı lâikliğe, bir kısmı demokrasiye, cumhûriyete, diğeri seküler sisteme, kapitâlizme, liberâlizme, komünizme, sosyâlizme, faşizme, feminizme, özgürlüğe, hümanizme, modern-bilimi ve teknolojiye, kimisi uzaylılara, ruhlara, cinlere, perilere, komplô teorilerine, masallara, kehânetlere, kimisi, şehvete, şöhrete, servete, siyâsete, cehâlete, şirke, küfre, münâfıklığa, emperyâlizme, zulme, kimisi sûnîliğe, yapay zekâya, internete, sosyâl medyaya, sinyâllere, kırmızı ve yeşil renklere, kânunlara, ekonomiye, kâra, partilere, lîderlere, kahramanlara, savaşa, silahlara, harama, günaha, suça vs. takmaktadır. Herkes İslâm’ı, Kur’ân’ı ve hayâtı bunlara göre yâni herkes kendi aşırı bağlılık duyduğu ve takıntı hâline getirdiği şeye göre yorumlamakta ve öyle kabûl etmektedir. Modernite ile birlikte özellikle ekonomik-bilimsel-teknolojik gelişme(!), bir “takıntı” hâline gelmiştir.

 

Takıntılarını din yapmış olan ama özellikle Peygamberimiz’e takmış olan birileri de, Peygamberimiz’in övüldüğü iki âyeti, takmış oldukları “matematik formülüne uymuyor” diye Kur’ân’dan çıkarmışlardır. Diğer bâzı takıntılı sapıklar da işin bokunu çıkarmış ve Medenî âyetleri tümden iptâl ve inkâr etme yoluna girmişlerdir. Birileri ise tepkilerden çekindikleri için ama aslın da göt korkusundan dolayı Kur’ân’ın hiç-bir âyetini iptâl ve inkâr etmemekle birlikte ahlâk ve ibâdetlerle ilgili olanlar dışındaki âyetlerin artık günümüzde geçerliliğini kaybettiği için “teberrüken okunması gereken târihsel âyetler” olarak görmekte ve meydanı boş buldukları için bunu her yerde söyleyebilmektedirler.

 

Yine kimisi de, Kur’ân’ı ancak, takıntı hâline getirdikleri modernizme, seküler-lâik sisteme, modern-bilim ve teknolojiye, son moda verilere ve teorilere uydurabildikleri oranda kabûl edebilmekte ve buna uydurmak için de icâbında Kur’ân’a işkence etmekten ve onu absürtlükler içinde boğmaktan çekinmemektedirler. Üstelik resûl-nebî ayırımı gibi falan kâfirliklerle Peygamberimiz’i boşa çıkarmakta ve böylece, tek-başınayken yoruma açık olan Kur’ân’ı tam da moderne uydurmak için bir yerlerini yırtmaktadırlar. Peygamberimiz’in resûl yâni -sözde- tebliğ yanını öne çıkarıp ona itaat edileceğini ama nebî yönüne itaat edilmesi gerekmediğini söylemektedirler. Hâlbuki Kur’ân Ahzâb Suresi 21. Âyette bize o’nu “en güzel örneklik” olarak göstermiştir ki bunu Kur’ân’da gösterdiği için Peygamberimiz bizim için kıyâmete kadar en güzel örnektir. Fakat sorun şu ki, bu örneklik modernizme yâni mevcut paradigmaya, seküler sisteme, modern-bilim ve teknolojiye uymamaktadır. Bu örneklik bir “yaşanmışlık” olduğu ve yaşanmışlığın yorumu yapılamayacak olduğu için, Peygamberimiz’i tümden etkisizleştirme ve o’nu sâdece bir postacı gibi göstermek zorunda kalmaktadırlar. İşte bunların hepsi de şeytanın onlara yüklediği sapık takıntılar yüzünden olmaktadır.    

 

Oysa Kur’ân apaçık bir kitaptır ve okundukça da daha iyi idrâk edilebilmektedir. Üstelik ne denildiği ve nasıl yapılması gerektiği de apaçık bir şekilde en güzel örnekliğimiz Peygamberimiz’in 23 yılık resûl-nebî örnekliği ile ortaya konmuş ve din tamamlanmıştır. Buna rağmen “tamam ama şu nasıl, bu ne” gibi sorular bitmemektedir çünkü apaçık emirlere rağmen insanlar yine de takıntılarına göre hareket etmekte, vahiy, korkuları, çıkarları, bağlılıkları, sapkın düşünce ve inançları yüzünden kâlplere işleyememektedir. Kâlplere işlemeyince de insanlar apaçık vahyi kabûl edip ve benimseyip de ona göre yaşayamamaktadır. Bu da takıntıların artarak devâm etmesine neden olmaktadır.

 

Oysa İslâm, “insanların takıntıları bitsin ve sâdece Allah’a bağlansınlar ve Peygamber’i rehber edinsinler” diye vâr olan tek hak din’dir. Zâten İslâm “tam bir teslîmiyetle sâdece Allah’a bağlanmak” demektir. Sâdece Allah’a bağlanmak, diğer tüm bağlılıkları ve dolayısıyla takıntıları yok eder ve kişiyi hür kılar. Aksi-hâlde takıntılar artarak devâm eder ve kuşatır insanları. Sonuçta da insanlar takıntılar içinde oyalanır durur.

 

Takıntılar doğal ve doğuştan gelen şeyler değildir. Sâdece Allah’a bağlanmanın ve hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı ve tevhidi hâkim kılmayı kafaya takmayanlarda oluşan bir bozukluk hâlidir. Şeytan zâten takıntılara sebep olan vesveselerini “sâdece Allah’a” bağlanıp “sâdece O’na”  güvenmeyenlere verir. Çünkü diğerlerine vesveseler etki etmez.

 

Modernizm bir takıntı uygarlığıdır. İnsanların takıntılarından geçinir. Bu nedenle de sürekli olarak yeni takıntılar ortaya çıkarır. İnsanlar da bu takıntılar nedeniyle sürüklenip giderler. Üstelik herkes kendi takıntısını üstün tutar ve dîni İslâm’ı da kendi takıntısına göre yorumladığı için kendi takıntısını ve bağlılığını en üstün takıntı ve bağlılık olarak görür. Oysa en güçlü bağlılık “sâdece Allah’a” olan bağlılıktır ki sâdece Allah’a bağlanmak tüm bâtıl bağlılıkları iptâl eder ve böylece takıntılarından kurtulmuş olan insanlar tertemiz bir şekilde İslâm ile karşı-karşıya kalırlar.

 

Takıntılara göre yapılan hiç-bir yorum İslâm’ın ve Kur’ân’ın gerçek yorumu ve açıklaması değildir. Çünkü İslâm bir takıntı değil, “tam bir teslîmiyetle teslim olma dîni”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder