23 Şubat 2024 Cuma

Tasavvufçular ve Fâizciler

  

 

“Allah’a karşı yalan uydurup iftirâ düzenden veyâ kendisine hiç-bir şey vahyolunmamışken ‘bana da vahy geldi’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim’ diyenden daha zâlim kimdir?. Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun âyetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen” (En-âm 93).

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız Allah’tan ve elçisinden bir savaş bekleyin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara 274-279).

 

İnsanın tüm zamanlardaki en büyük hayâli, “Dünyâ’da çok da emek harcamadan, üst seviyede ve konfor içinde yaşamak yâni iyi bir ev, binek, iş, eş, çocuk, âile, yeme, içme, giyme ve gezme içinde olmak”tır. Üstelik mânevî anlamda da, “çaba sarf etmeden ve zahmetsizce, ‘bilme ve olma’ hâlini edinip, hem maddî hem de mânevî konfor içinde yaşamak ve nihâyet, uzun ve mutlu-huzurlu bir ömrün sonunda, cenneti de hak etmiş olarak, acı çekemeden ve uykuya dalar gibi ölmek”tir.

 

İmtihan ve sünnetullah nedeniyle bu hayâlin gerçekleşmesi imkânsızdır. Zîrâ Dünyâ “imtihan dünyâsı”dır ve bu nedenle de Dünyâ’da sürekli olarak doğal zorluklardan başka, insanların ortaya çıkardığı zorluklar, sıkıntılar, dertler, çileler, zulümler, acılar ve perişanlıklar mutlakâ olacaktır. Eğer bunlar olmayacak olsaydı cennet anlamasızlaşırdı. O-hâlde, insanın doğumundan ölümüne kadar, ara-ara tatlı, neşeli, zevkli, eğlenceli ve mutlu zamanları olacak olsa da, daha çok sorunlar, zorluklar ve dertlerle uğraşmak zorunda kalacaktır ve bunları aşmak için çalışıp-çabalayacak ve uğraşıp duracaktır. Zâten insan da âhirette, hayatta karşılaştığı zorluklar karşısındaki tutumu ve zorlukları aşma çabasında neye dayandığı ve nasıl bir yöntem belirlediğine göre değerlendirmeye tâbi tutulacaktır. Öyleyse insanın dünyâ-hayâtında maddî olsun, mânevî olsun, kolayca elde edeceği bir şey yoktur ve zâten Allah da bedâvadan elde edilen şeye haram, günah ve zulüm der.

 

Hak katındaki tek hak din olan ve tüm peygamberlerin üzerinde olduğu İslâm Dîni, çalışıp-çabalamadan, yorulmadan ve zahmetsizce elde etmeyi normâl görmez. Hattâ Allah, insanın hiç-bir şey yapmadan boş-boş durmasını bile uygun görmez de şöyle der:

 

“O hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).

 

Bu sâdece maddî kazanç için değil, mânevî-dînî kazanç için de aynıdır. Hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamış, tüm peygamberlerin ömürleri küfür, şirk, zulüm, adâletsizlik, haksızlık ve ahlâksızlık ile mücâdele içinde geçmiştir. İslâmî sistemde insana oturup durduğu yerden “meşru olan” maddî bir kazanç bile gelmeyeceği gibi, hiç-bir şey yapmadan oturup durduğu yerde mânevî kazanç da gelmez. Eğer geliyorsa yada geliyor gibi görünüyorsa, bu ya haram ve günahtır yada boş laf ve “kendini kandırma”dır. Üstelik bu, kişinin kendine kısa-uzun vâdede zarar vereceği gibi topluma da zarar vermesi kaçınılmazdır. O-hâlde insanlar, maddî ve mânevî anlamda bedâvadan geçinenlere îtibâr etmemeli ve karşı çıkmalıdır.  

 

İnsanın iç-âlemini ve dış-âlemini doyurması, ikisi için de çalışmasını gerektirir. Maddî alanda çalışıp bir kazanç sağlayarak geçinmesi gerekeceği gibi, mânevî âlemi için de ibâdet, düşünce, okuma, dinleme ve insanlarla birlikte çeşitli etkilikler yapma şeklinde mâneviyata dönük işler yapması gerekir. Zâten hayâtın maddî ve mânevî yönünü idrâk etmek ancak iş, çalışma ve çabalama sürecindeyken olur. Oturup durulunca ve hiç-bir şey yapmayınca hiç-bir şey olmaz ve bir değişiklik olmaz.

 

Fakat insanlar maddî olarak da mânevî olarak da pek bir şey yapmadan hem maddî hem de mânevî olarak kısa yoldan, kolayca, çok emek harcamadan ve rahatını-konforunu bozmadan kazanma ve elde etme derdindedir. Bu maddî alanda fâiz, kirâ, rant ve spekülasyon gibi helâl olmayan yollardan olurken, mânevî alanda ise -sözde- okumadan, araştırmadan, ibâdet etmeden, bir çaba sarf etmeden ve oturup dururken kendisine Allah’tan bilgilerin ve ilmin gelivermesi şeklinde olmaktadır. Böylece bâzı “seçilmiş” insanlar, oturup durduğu yerden ve hiç çalışıp-çabalamadan, fâiz, kirâ, rant, spekülasyon ve keşf, ilham ve tecelli ile falan hem maddî hem de mânevî anlamda nasiplenmektedirler. İnsanların büyük çoğunluğu ise bunu “normâl” gördüğü için hiç-bir şey dememektedir.

 

Bu-bağlamda mistikler, ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar ve bâzı cemaatlerin söylemlerinde, özellikle bu toplulukların lîderlerinin ve onlara yakın olanların mûcize ve kerâmetlerinden bahsedildiğini, insanların yıllar-boyunca yoğun emek-çaba sarf ederek ve göz-nûru dökerek elde ettikleri bilgileri, ilhamla, keşfle, Allah’tan gelen tecellilerde falan bir-anda elde ettiklerini söylediklerini duyarsınız. Meselâ tasavvuf ve vahdet-i vücut küfrünün önde gelenlerinden Muhyiddin îbn-i Arâbî şöyle der:

 

“Allah’a hamd olsun, ilim konusunda Hz. Peygamber’den başkasını taklid etmedim. Bilgilerimizin hepsi hatâdan uzaktır. Nakle ve rivâyete de dayanmaz. Allah’a çok şükürler olsun, söylediklerimizin hepsi Allah’ın kâlbimize verdiği ilhâma dayanmaktadır. Yazdıklarımın ve yazmakta olduklarımın hepsi imlâ-yı ilâhiye (Allah’ın dikte ettirmesine), ilkâ-i Rabbânî’ye ve nefes-i ruhâniye istinâd etmektedir. Bilgilerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır. Bizim ve bu yolda olanların bilgilerinin kaynağı akıl ve fikir değil, feyz-i ilâhîdir. Bilgilerimizin tümü zevke, yâni yaşamaya ve iç-tecrübeye dayanmaktadır. Ulûm-ı zevkiyenin kaynağı ilâhî tecellîdir. Bâzen doğru bir haber ve sıhhatli bir nazar-yolu ile de bilgi-sâhibi olmaktayız.

 

Futûhat’ın hiç-bir bölümünü irâdeme ve aklıma dayanarak yazmış değilim. Hakk Teâlâ ilham-meleği ile ne şekilde imlâ ettirdiyse o tarzda kaleme aldım. Eserlerimi akla ve fikre dayanarak değil, sâdece ilham-meleğinin kâlbime getirdiği nefese istinâd ederek yazıyorum. Sahih bir akîde, tümü ile keşf ve şuhûdâ dayanır. Keşfte kat’iyen hatâ olmaz ama istidlâlde yanılmalar çok olur”.

 

İbn Arâbi’nin el-Futûhatû’l-Mekkiyye isimli eseri, Mekke’de iken -sözde- ona gelen fetihler, feyizler ve ilhamlar ile yazılmıştır. Fusûs isimli eserini, rüyâda gördüğü Hz. Peygamber’in emriyle ve onun istediği şekilde yazdığını bu eserin önsözünde zikreder. Yâni İbn-i Arâbî, Fusûs’u fazlasız ve eksiksiz olarak Hz. Peygamber’den almış, aldığı gibi tebliğ etmiştir. Fusûs’un, “Fass-ı Şit” bölümünde: “Velîler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar” der. İlham, hiç-bir aracı olmadan Allah’tan alınan bilgidir. İbn-i Arâbî ve daha evvel Bayezid Bistâmî, mîrâca çıktıklarını ve burada bir-çok bilgi öğrendiklerini uzun-uzun anlatmışlardır.

 

Üstelik bu “mübârek” insanların sözlerinde ve yazdıklarında zinhar bir hatâ ve yanılma da yoktur. Çünkü “mutasavvıfların ve kâmil velîlerin sözleri hatâ kabûl etmez, onlarda yanılma olmaz” derler.

 

Mutasavvıflar, “Kur’ân’ın özü ve cevheri bizde, kabuğu ve curufu, zâhir ulemâsındadır” diyerek kendilerine ehl-i lübb (özcüler), zâhir ulemasına  ehl-i kışı (kabukçular) derler. Zâhir ve rusûm ulemâsının bildiği tevhid, ya kabuktur veyâ kabuğun da kabuğudur. Âriflerin bildikleri tevhid ya özdür veyâ özün de özüdür. Mârifet sâhibi tasavvufçular, dînin rûhuna, ulûhiyetin sırrına ve rubûbiyetin ilgisine vâkıftırlar. Celâleddin Rûmî, “biz Kur’ân’ın özünü, rûhunu, içini ve cevherini aldık, postunu köpeklerin önüne attık” diyerek, asıl köpeğin kendisi olduğunu saklayarak ulemâya olan nefretini ortaya koyar. Asıl köpek Celâleddin Rûmî’dir. Zîrâ Moğollara yapmadığı köpeklik kalmamıştır. Mâsum ve mazlum insanları kırıp-geçiren Baycu Noyan’ı “ulu kişi” ve Cengiz Han’ı ise peygamber îlân etmesi bu itliğin en büyük kanıtıdır. Tabi bu köpekliğin maddî ve mânevi mükâfatını Moğollar ondan esirgememiştir.   

 

Söyledikleri ipe-sapa gelmez ve uçuk sözler için; “peki bu dînî ve İslâmî bilgiyi size kim rivâyet etti?. Bunun senedi nedir?” diye sorduğunuzda: “Bana kâlbim Rabbimden haber veriyor” derler. Zâhir ulemâsına hitâb ederken Bayezid Bistâmî şöyle der: “Miskinler, ölünün ölüden rivâyetine dayanıyor. Hâlbuki biz Hay ve ölümsüz olan Yüce Allah’tan bilgi almaktayız”.

 

Bu -sözde- ulu kişiler bir hadisin sahih olup-olmadığını bile okuyup-araştırarak değil, mânevî âlemde bizzat Resûlûllah’a sorarak öğreniyorlarmış. Meselâ sahih olup-olmadığı tartışma konusu olan bir hadis için  şöyle derler: “Bu hadisin senedinde her ne kadar ileri-geri laf edilmişse de, bizim gibi kimselere göre bu hadis keşfen sahihtir. Bu, bizim için muhakkak olarak bir zevktir. Çünkü biz, rusüm ulemâsı tarafından anlatılan şer’î hükümlerin çoğunu, onlara ve eserlerine baş vurmadan bu yoldan öğreniyor ve keşfen biliyoruz”.

 

Rivâyet yolu ile gelen nice sahih hadisler vardır ki, bunlar râvilere göre sahih olduğu hâlde, keşf sâhibi olan zâtlara göre sahih değildir. Zîrâ hadisin sahih olup-olmadığı (mükâşefe ve müşâhede yolu ile) Resûlûllah’a sorulmuş, Resûlûllah bu hadisin mevzû olduğunu ona haber vermiş, o da bu hadisle amel etmeyi terk-etmiştir. İsmâil Hakkı Bursevî, “ben gizli bir hazîne idim...” hadîsi naklen gayr-ı sâbit olsa bile keşfen sahihtir. Gerçi Suyûtî ‘bu hadisin aslı yoktur’ demiştir amma mükâşefe ehli olanlar indinde bu hadis sahihtir. Zîrâ muhaddisler senedle naklederler, Ehl-i keşf ise fem-i Nebevî’den bizzat ahzedip söylerler”. Bu tutumlarıyla nakil ve rivâyetlerden kurtulan mutasavvıflar, çok rahat ve serbest hareket etme imkânına kavuşmuşlardır.

 

İbn-i Arâbî, Fahruddin Râzî’ye gönderdiği mektupta: “Ey dost, ilimde kemâl derecesine ulaşmak için nakil ve hoca aracılığı olmadan bilgileri vâsıtasız olarak Allah’tan almak lâzımdır. Bilgisi nakle ve hocaya dayananlar ömürlerini hâdis ve mahlûk varlıklarla uğraşarak tüketirler. Rablerinden haz ve nasib alamazlar. Bir ömür harcarlar, yine de ilmin hakîkatini kavrayamazlar. Bir şeyhe intisab ederek tasavvuf yoluna girsen, hiç yorulmadan ve zahmet çekmeden, Hızır gibi ilham-yolu ile sıhhatli bilgiler alırsın. Nazara, fikre, zanna ve tahmine dayanan bilgiler değil, sâdece keşf ve şuhûda dayanan bilgiler ilimdir” der.

 

İbn-i Teymiye bu gibi fikir ve kanâatlâr hakkında şöyle der: “Mutasavvıflar, şeyhlerin manzum eserlerine ‘cenîbû’l-Kur’ân’ (Kur’ân’ın eşi ve dengi) adını verirler. Kur’ân’dan çok bu nevî eserlerden haz alır ve vecde gelirler”.

 

İnsanlar yoğun okuma-araştırma içinde olarak ve büyük çaba sarf-etmenin sonucunda ulaşılan bilgiye ve ilme  değil de, bir-anda Allah’tan gelen bilgilere îtibâr ederler ve bu bilgilere sâhip olanların kuyruklarına takılırlar. Oysa dinde keşif, ilham ve sezgilere göre hareket edenlerin, Dünyâ’da ise akla göre hareket ettikleri görülür. Hem de aklî olmayan hiç-bir şeyi kabûl etmezler. Dîne aklı karıştırmayanlar, akla da dîni karıştırmazlar. Bu nedenle tasavvufta din Dünyâ’ya, Dünyâ ise dîne karıştırılmaz ve tam bir lâiklik hâkim olur. Hâlbuki bu tam bir münâfıklıktır. Keyifleri nasıl isterse öyle hareket ederler.

 

Zâten maddî âlemde de kişinin parayı nasıl kazandığı değil, ne kadar kazandığı önemli görüldüğünden dolayı, fâizciler üstün kişiler olarak görülür. Fâiz ile hiç çalışıp-çabalamadan para kazananlar akıllı ve üstün insanlar olarak görülmekte ve “helâl olsun” denilmektedir.

 

Yıllarca çalıştıktan sonra yaşlılık zamanında emekli olmuş olanlar, ancak geçinebilecekleri, 2024 yılı îtibârıyla 10.000 TL gibi bir maaşla idâre ederken; asgarî ücret adı altında vardiyalı olarak gece-gündüz ve icâbında hamallık gibi ağır işler yaparak çalışanlar en fazla 20.000 TL kadar bir ücretle geçinmek zorunda kalırlarken, 2024 yılı başı îtibârıyla meselâ 10 milyon (10 trilyon) TL parası olan biri, fâizlerin %50’lerin üstüne çıktığı bir zamanda parasını bankaya fâiz karşılığında yatırdığı zaman yılda 5 milyon, ayda ise 400.000 TL üzerinde fâiz alacaktır ki, bu, emek sonucu kazanılan paraya göre çok uçuk bir rakamdır. miktardı. Aradaki farkı görüyor musunuz?. Şu da var ki fâizcilerin aldıkları fâiz siyâsilerin cebinden değil, az bir ücret karşılığında çalışan garibanların cebinden çıkmaktadır. Bu nasıl bir şerefsizlik ve nasıl bir kahpeliktir!..

 

Mânevî alanda hiç kimse, “adamlar ilmi elde edeceğim diye kendini paralıyor, sen nasıl oluyor da oturduğun yerden ve istediğin zaman hatâsız ve şaşmaz bilgiyi direkt ve aracısız olarak Allah’tan alabiliyorsun” diye sormazken, bu kişileri eleştirmezken, onlara îtirâz ve isyân etmezken; maddî alanda ise hiç kimse, devlete, “biz zor ve ağır şartlarda çalışarak şu kadarcık bir ücret kazanabilirken, sen nasıl olur da bir-şekilde parayı elde etmiş olanlara, oturup durdukları yerde ve hiç-bir şey yapmadıkları hâlde, çok aşırı, abartılı ve astronomik seviyedeki rakamları fâiz olarak verebilirsin” diye sormuyor, eleştirmiyor, îtirâz ve isyân etmiyor. Hâlbuki bu “ölümüne karşı çıkılacak” çok absürd ve saçma bir şeydir.

 

Âlimler kendilerini paralayarak, gözlerini, zamanlarını, uykularını vs. fedâ ederek ilim-sâhibi olurken, tasavvufçular ise oturup durdukları yerden ve hiç-bir şey yapmadan bir-anda hatasız-kusursuz tam bilgiyi aracısız ve vâsıtasız bir şekilde direkt olarak Allah’tan alabilirken; emekçiler, işçiler ve emekliler, 10.000 ve20.000 TL’yi zor görürken, fâizciler ise aynen tasavvufçuların bilgiyi ve ilmi zahmetsizce elde ettikleri gibi, çok-çok yüksek miktardaki fâiz parasını zahmetsizce elde edebilmektedirler.

 

Tasavvufçular Allah’tan, fâizciler ise devletten zahmetsizce geçinebiliyorlar. Mistikler, ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, bâzı cemaatler vs. içinde birileri -güyâ- bilgiyi-ilmi-hakîkati en doğru, hatâsız ve şaşmaz bir şekilde Allah’tan bedâvaya hiç-bir zahmete girmeden alabildiklerine inandırdıklarının sırtından geçinirlerken, “devlet bizim paramı kullanıyor ve bu parayla durumu kurtarıyor, devleti biz sırtımızda taşıyoruz, elbette bunun bir karşılığı olacak” diyen fâizciler de yine emekli, işçi ve emekçi insanların sırtından bedâvaya geçiniyorlar.

 

Öyle ya; Allah’la ve Peygamber’le istedikleri zaman bire-bir görüşenler ve ilmi ve tüm bilgiyi dolaysız ve zahmetsiz bir şekilde hatâsız olarak elde edebilen, böylece yüce mertebelere çıkan ulular (aslında aşağılık şerefsizler) gidip de fabrikada vardiyalı olarak çalışarak geçinecek değiller ya!. Yine bol paraya alışmış, nârin, nâzik yapılara sâhip, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış olan fâizciler de inşaatlarda amelelik yaparak çalışıp kazanacak değildirler ya!. Olur mu öyle şey canım, nerde görülmüş böyle bir şey. Aaa!, saçma-sapan konuşmayın yaa!.. Siz yoksa vatan-hâini yada terörist misiniz?. Yok lâ!; biz maddî ve mânevî alanda sömürülenleriz.

 

Tüm zamanlarda gariban-emekçi  insanların sırtından maddî ve mânevî anlamda geçinen iki şerefsiz topluluk, mistik, ezoterik, bâtınî, tasavvuf, târikat, mezhep ve cemaat yolu ve kirâ, rant, spekülasyon ve yüksek fâiz ile geçinenlerdir.

 

Târih boyunca insanlar, mânevî anlamda vahiy ve peygamber örneklikleriyle alâkası olmayan, şeytan, nefs ve tâğutların yolundaki, mistik, ezoterik, bâtınî, tasavvuf, târikat, mezhep ve cemaatler tarafından; maddî anlamda ise fâiz, kirâ, rant ve spekülasyoncular tarafından sömürülmektedir.

 

İnsanların en büyük düşmanı şeytan, nefs ve tâğutlar ile, “kafa ve beden konforlarını bozmadan üst seviyede geçinenler”dir.

 

Allah bundan zinhar râzı olmayacağı için sürekli olarak insanlar içinden ahlâk-timsâli peygamberler seçmiş ve onlara vahyetmiştir. Tüm vahiyler ve peygamberler, maddî ve mânevî anlamda hiç emek vermeden, çalışıp-çabalamadan, zahmetsizce ve bedâvadan geçinmeyi yıkmak, adâleti, eşitliği sağlamak ve hakkı-hakîkati ikâme etmek için çalışmışlardır. Bu nedenle de peygamberlerin ilk ve en güçlü düşmanları da bâtıl dinden ve spekülasyondan geçinenler olmuştur.

 

Bu yüzden Allah, Kur’ân’da, peygamberler dâhil, kim olursa-olsun tüm insanlar için şaşmaz kuralı şöyle ortaya koymuştur:

 

“İnsan için çalışmasından başka şey yoktur” (Necm 39).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder