“Allah’a
karşı yalan uydurup iftirâ düzenden veyâ kendisine hiç-bir şey vahyolunmamışken
‘bana da vahy geldi’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben
indireceğim’ diyenden daha zâlim kimdir?. Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli
sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu
kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz
ve O’nun âyetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir
azabla karşılık göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen” (En-âm 93).
“Ey îman
edenler!; Allah’tan sakının ve eğer inanmışsanız, fâizden arta-kalanı bırakın.
Böyle yapmazsanız Allah’tan ve elçisinden bir savaş bekleyin. Eğer tevbe
ederseniz, artık sermâyeleriniz sizindir. (böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne
zulme uğratılmış olursunuz” (Bakara
274-279).
İnsanın
tüm zamanlardaki en büyük hayâli, “Dünyâ’da çok da emek harcamadan, üst
seviyede ve konfor içinde yaşamak yâni iyi bir ev, binek, iş, eş, çocuk, âile,
yeme, içme, giyme ve gezme içinde olmak”tır. Üstelik mânevî anlamda da, “çaba
sarf etmeden ve zahmetsizce, ‘bilme ve olma’ hâlini edinip, hem maddî hem de
mânevî konfor içinde yaşamak ve nihâyet, uzun ve mutlu-huzurlu bir ömrün
sonunda, cenneti de hak etmiş olarak, acı çekemeden ve uykuya dalar gibi ölmek”tir.
İmtihan
ve sünnetullah nedeniyle bu hayâlin gerçekleşmesi imkânsızdır. Zîrâ Dünyâ “imtihan
dünyâsı”dır ve bu nedenle de Dünyâ’da sürekli olarak doğal zorluklardan başka,
insanların ortaya çıkardığı zorluklar, sıkıntılar, dertler, çileler, zulümler,
acılar ve perişanlıklar mutlakâ olacaktır. Eğer bunlar olmayacak olsaydı cennet
anlamasızlaşırdı. O-hâlde, insanın doğumundan ölümüne kadar, ara-ara tatlı, neşeli,
zevkli, eğlenceli ve mutlu zamanları olacak olsa da, daha çok sorunlar,
zorluklar ve dertlerle uğraşmak zorunda kalacaktır ve bunları aşmak için
çalışıp-çabalayacak ve uğraşıp duracaktır. Zâten insan da âhirette, hayatta
karşılaştığı zorluklar karşısındaki tutumu ve zorlukları aşma çabasında neye
dayandığı ve nasıl bir yöntem belirlediğine göre değerlendirmeye tâbi tutulacaktır.
Öyleyse insanın dünyâ-hayâtında maddî olsun, mânevî olsun, kolayca elde edeceği
bir şey yoktur ve zâten Allah da bedâvadan elde edilen şeye haram, günah ve
zulüm der.
Hak
katındaki tek hak din olan ve tüm peygamberlerin üzerinde olduğu İslâm Dîni,
çalışıp-çabalamadan, yorulmadan ve zahmetsizce elde etmeyi normâl görmez. Hattâ
Allah, insanın hiç-bir şey yapmadan boş-boş durmasını bile uygun görmez de
şöyle der:
“O hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir
işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).
Bu sâdece
maddî kazanç için değil, mânevî-dînî kazanç için de aynıdır. Hiç-bir peygamber
göbeğini kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamış, tüm peygamberlerin ömürleri küfür,
şirk, zulüm, adâletsizlik, haksızlık ve ahlâksızlık ile mücâdele içinde
geçmiştir. İslâmî sistemde insana oturup durduğu yerden “meşru olan” maddî bir
kazanç bile gelmeyeceği gibi, hiç-bir şey yapmadan oturup durduğu yerde mânevî
kazanç da gelmez. Eğer geliyorsa yada geliyor gibi görünüyorsa, bu ya haram ve
günahtır yada boş laf ve “kendini kandırma”dır. Üstelik bu, kişinin kendine
kısa-uzun vâdede zarar vereceği gibi topluma da zarar vermesi kaçınılmazdır.
O-hâlde insanlar, maddî ve mânevî anlamda bedâvadan geçinenlere îtibâr etmemeli
ve karşı çıkmalıdır.
İnsanın
iç-âlemini ve dış-âlemini doyurması, ikisi için de çalışmasını gerektirir.
Maddî alanda çalışıp bir kazanç sağlayarak geçinmesi gerekeceği gibi, mânevî
âlemi için de ibâdet, düşünce, okuma, dinleme ve insanlarla birlikte çeşitli
etkilikler yapma şeklinde mâneviyata dönük işler yapması gerekir. Zâten hayâtın
maddî ve mânevî yönünü idrâk etmek ancak iş, çalışma ve çabalama sürecindeyken
olur. Oturup durulunca ve hiç-bir şey yapmayınca hiç-bir şey olmaz ve bir
değişiklik olmaz.
Fakat
insanlar maddî olarak da mânevî olarak da pek bir şey yapmadan hem maddî hem de
mânevî olarak kısa yoldan, kolayca, çok emek harcamadan ve rahatını-konforunu
bozmadan kazanma ve elde etme derdindedir. Bu maddî alanda fâiz, kirâ, rant ve
spekülasyon gibi helâl olmayan yollardan olurken, mânevî alanda ise -sözde- okumadan,
araştırmadan, ibâdet etmeden, bir çaba sarf etmeden ve oturup dururken kendisine
Allah’tan bilgilerin ve ilmin gelivermesi şeklinde olmaktadır. Böylece bâzı
“seçilmiş” insanlar, oturup durduğu yerden ve hiç çalışıp-çabalamadan, fâiz,
kirâ, rant, spekülasyon ve keşf, ilham ve tecelli ile falan hem maddî hem de
mânevî anlamda nasiplenmektedirler. İnsanların büyük çoğunluğu ise bunu
“normâl” gördüğü için hiç-bir şey dememektedir.
Bu-bağlamda mistikler, ezoterikler, bâtınîler,
tasavvufçular, târikatçılar ve bâzı cemaatlerin söylemlerinde, özellikle bu
toplulukların lîderlerinin ve onlara yakın olanların mûcize ve kerâmetlerinden
bahsedildiğini, insanların yıllar-boyunca yoğun emek-çaba sarf ederek ve göz-nûru
dökerek elde ettikleri bilgileri, ilhamla, keşfle, Allah’tan gelen tecellilerde
falan bir-anda elde ettiklerini söylediklerini duyarsınız. Meselâ tasavvuf ve
vahdet-i vücut küfrünün önde gelenlerinden Muhyiddin îbn-i Arâbî şöyle der:
“Allah’a hamd olsun, ilim konusunda Hz. Peygamber’den başkasını taklid
etmedim. Bilgilerimizin hepsi hatâdan uzaktır. Nakle ve rivâyete de dayanmaz.
Allah’a çok şükürler olsun, söylediklerimizin hepsi Allah’ın kâlbimize verdiği
ilhâma dayanmaktadır. Yazdıklarımın ve yazmakta olduklarımın hepsi imlâ-yı
ilâhiye (Allah’ın dikte ettirmesine), ilkâ-i Rabbânî’ye ve nefes-i ruhâniye
istinâd etmektedir. Bilgilerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır. Bizim
ve bu yolda olanların bilgilerinin kaynağı akıl ve fikir değil, feyz-i
ilâhîdir. Bilgilerimizin tümü zevke, yâni yaşamaya ve iç-tecrübeye
dayanmaktadır. Ulûm-ı zevkiyenin kaynağı ilâhî tecellîdir. Bâzen doğru bir haber
ve sıhhatli bir nazar-yolu ile de bilgi-sâhibi olmaktayız.
Futûhat’ın hiç-bir bölümünü irâdeme ve aklıma dayanarak yazmış değilim. Hakk
Teâlâ ilham-meleği ile ne şekilde imlâ ettirdiyse o tarzda kaleme aldım. Eserlerimi
akla ve fikre dayanarak değil, sâdece ilham-meleğinin kâlbime getirdiği nefese
istinâd ederek yazıyorum. Sahih bir akîde, tümü ile keşf ve şuhûdâ dayanır. Keşfte
kat’iyen hatâ olmaz ama istidlâlde yanılmalar çok olur”.
İbn Arâbi’nin el-Futûhatû’l-Mekkiyye isimli
eseri, Mekke’de iken -sözde- ona gelen fetihler, feyizler ve ilhamlar ile
yazılmıştır. Fusûs isimli eserini, rüyâda gördüğü Hz. Peygamber’in emriyle ve
onun istediği şekilde yazdığını bu eserin önsözünde zikreder. Yâni İbn-i Arâbî,
Fusûs’u fazlasız ve eksiksiz olarak Hz. Peygamber’den almış, aldığı gibi tebliğ
etmiştir. Fusûs’un, “Fass-ı Şit” bölümünde: “Velîler bilgilerini, peygambere
vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar” der. İlham, hiç-bir aracı
olmadan Allah’tan alınan bilgidir. İbn-i Arâbî ve daha evvel Bayezid Bistâmî,
mîrâca çıktıklarını ve burada bir-çok bilgi öğrendiklerini uzun-uzun
anlatmışlardır.
Üstelik bu “mübârek” insanların sözlerinde ve
yazdıklarında zinhar bir hatâ ve yanılma da yoktur. Çünkü “mutasavvıfların ve kâmil
velîlerin sözleri hatâ kabûl etmez, onlarda yanılma olmaz” derler.
Mutasavvıflar,
“Kur’ân’ın özü ve cevheri bizde, kabuğu ve curufu, zâhir ulemâsındadır” diyerek
kendilerine ehl-i lübb (özcüler), zâhir ulemasına ehl-i kışı (kabukçular) derler. Zâhir ve
rusûm ulemâsının bildiği tevhid, ya kabuktur veyâ kabuğun da kabuğudur. Âriflerin
bildikleri tevhid ya özdür veyâ özün de özüdür. Mârifet sâhibi tasavvufçular, dînin
rûhuna, ulûhiyetin sırrına ve rubûbiyetin ilgisine vâkıftırlar. Celâleddin
Rûmî, “biz Kur’ân’ın özünü, rûhunu, içini ve cevherini aldık, postunu köpeklerin
önüne attık” diyerek, asıl köpeğin kendisi olduğunu saklayarak ulemâya olan
nefretini ortaya koyar. Asıl köpek Celâleddin Rûmî’dir. Zîrâ Moğollara
yapmadığı köpeklik kalmamıştır. Mâsum ve mazlum insanları kırıp-geçiren Baycu
Noyan’ı “ulu kişi” ve Cengiz Han’ı ise peygamber îlân etmesi bu itliğin en
büyük kanıtıdır. Tabi bu köpekliğin maddî ve mânevi mükâfatını Moğollar ondan
esirgememiştir.
Söyledikleri ipe-sapa gelmez ve uçuk sözler
için; “peki bu dînî ve İslâmî bilgiyi size kim rivâyet etti?. Bunun senedi
nedir?” diye sorduğunuzda: “Bana kâlbim Rabbimden haber veriyor” derler. Zâhir
ulemâsına hitâb ederken Bayezid Bistâmî şöyle der: “Miskinler, ölünün ölüden
rivâyetine dayanıyor. Hâlbuki biz Hay ve ölümsüz olan Yüce Allah’tan bilgi
almaktayız”.
Bu
-sözde- ulu kişiler bir hadisin sahih olup-olmadığını bile okuyup-araştırarak değil,
mânevî âlemde bizzat Resûlûllah’a sorarak öğreniyorlarmış. Meselâ sahih olup-olmadığı
tartışma konusu olan bir hadis için şöyle
derler: “Bu hadisin senedinde her ne kadar ileri-geri laf edilmişse de, bizim
gibi kimselere göre bu hadis keşfen sahihtir. Bu, bizim için muhakkak olarak bir
zevktir. Çünkü biz, rusüm ulemâsı tarafından anlatılan şer’î hükümlerin çoğunu,
onlara ve eserlerine baş vurmadan bu yoldan öğreniyor ve keşfen biliyoruz”.
Rivâyet
yolu ile gelen nice sahih hadisler vardır ki, bunlar râvilere göre sahih olduğu
hâlde, keşf sâhibi olan zâtlara göre sahih değildir. Zîrâ hadisin sahih olup-olmadığı
(mükâşefe ve müşâhede yolu ile) Resûlûllah’a sorulmuş, Resûlûllah bu hadisin
mevzû olduğunu ona haber vermiş, o da bu hadisle amel etmeyi terk-etmiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî, “ben gizli bir hazîne idim...” hadîsi naklen gayr-ı sâbit
olsa bile keşfen sahihtir. Gerçi Suyûtî ‘bu hadisin aslı yoktur’ demiştir amma
mükâşefe ehli olanlar indinde bu hadis sahihtir. Zîrâ muhaddisler senedle
naklederler, Ehl-i keşf ise fem-i Nebevî’den bizzat ahzedip söylerler”. Bu
tutumlarıyla nakil ve rivâyetlerden kurtulan mutasavvıflar, çok rahat ve
serbest hareket etme imkânına kavuşmuşlardır.
İbn-i
Arâbî, Fahruddin Râzî’ye gönderdiği mektupta: “Ey dost, ilimde kemâl derecesine
ulaşmak için nakil ve hoca aracılığı olmadan bilgileri vâsıtasız olarak Allah’tan
almak lâzımdır. Bilgisi nakle ve hocaya dayananlar ömürlerini hâdis ve mahlûk
varlıklarla uğraşarak tüketirler. Rablerinden haz ve nasib alamazlar. Bir ömür
harcarlar, yine de ilmin hakîkatini kavrayamazlar. Bir şeyhe intisab ederek
tasavvuf yoluna girsen, hiç yorulmadan ve zahmet çekmeden, Hızır gibi ilham-yolu
ile sıhhatli bilgiler alırsın. Nazara, fikre, zanna ve tahmine dayanan bilgiler
değil, sâdece keşf ve şuhûda dayanan bilgiler ilimdir” der.
İbn-i
Teymiye bu gibi fikir ve kanâatlâr hakkında şöyle der: “Mutasavvıflar,
şeyhlerin manzum eserlerine ‘cenîbû’l-Kur’ân’ (Kur’ân’ın eşi ve dengi) adını
verirler. Kur’ân’dan çok bu nevî eserlerden haz alır ve vecde gelirler”.
İnsanlar
yoğun okuma-araştırma içinde olarak ve büyük çaba sarf-etmenin sonucunda ulaşılan
bilgiye ve ilme değil de, bir-anda Allah’tan
gelen bilgilere îtibâr ederler ve bu bilgilere sâhip olanların kuyruklarına
takılırlar. Oysa dinde keşif, ilham ve sezgilere göre hareket edenlerin,
Dünyâ’da ise akla göre hareket ettikleri görülür. Hem de aklî olmayan hiç-bir
şeyi kabûl etmezler. Dîne aklı karıştırmayanlar, akla da dîni karıştırmazlar.
Bu nedenle tasavvufta din Dünyâ’ya, Dünyâ ise dîne karıştırılmaz ve tam bir lâiklik
hâkim olur. Hâlbuki bu tam bir münâfıklıktır. Keyifleri nasıl isterse öyle
hareket ederler.
Zâten
maddî âlemde de kişinin parayı nasıl kazandığı değil, ne kadar kazandığı önemli
görüldüğünden dolayı, fâizciler üstün kişiler olarak görülür. Fâiz ile hiç
çalışıp-çabalamadan para kazananlar akıllı ve üstün insanlar olarak görülmekte ve
“helâl olsun” denilmektedir.
Yıllarca
çalıştıktan sonra yaşlılık zamanında emekli olmuş olanlar, ancak geçinebilecekleri,
2024 yılı îtibârıyla 10.000 TL gibi bir maaşla idâre ederken; asgarî ücret adı
altında vardiyalı olarak gece-gündüz ve icâbında hamallık gibi ağır işler yaparak
çalışanlar en fazla 20.000 TL kadar bir ücretle geçinmek zorunda kalırlarken,
2024 yılı başı îtibârıyla meselâ 10 milyon (10 trilyon) TL parası olan biri, fâizlerin
%50’lerin üstüne çıktığı bir zamanda parasını bankaya fâiz karşılığında
yatırdığı zaman yılda 5 milyon, ayda ise 400.000 TL üzerinde fâiz alacaktır ki,
bu, emek sonucu kazanılan paraya göre çok uçuk bir rakamdır. miktardı. Aradaki
farkı görüyor musunuz?. Şu da var ki fâizcilerin aldıkları fâiz siyâsilerin
cebinden değil, az bir ücret karşılığında çalışan garibanların cebinden
çıkmaktadır. Bu nasıl bir şerefsizlik ve nasıl bir kahpeliktir!..
Mânevî
alanda hiç kimse, “adamlar ilmi elde edeceğim diye kendini paralıyor, sen nasıl
oluyor da oturduğun yerden ve istediğin zaman hatâsız ve şaşmaz bilgiyi direkt
ve aracısız olarak Allah’tan alabiliyorsun” diye sormazken, bu kişileri
eleştirmezken, onlara îtirâz ve isyân etmezken; maddî alanda ise hiç kimse, devlete,
“biz zor ve ağır şartlarda çalışarak şu kadarcık bir ücret kazanabilirken, sen nasıl
olur da bir-şekilde parayı elde etmiş olanlara, oturup durdukları yerde ve hiç-bir
şey yapmadıkları hâlde, çok aşırı, abartılı ve astronomik seviyedeki rakamları fâiz
olarak verebilirsin” diye sormuyor, eleştirmiyor, îtirâz ve isyân etmiyor.
Hâlbuki bu “ölümüne karşı çıkılacak” çok absürd ve saçma bir şeydir.
Âlimler
kendilerini paralayarak, gözlerini, zamanlarını, uykularını vs. fedâ ederek
ilim-sâhibi olurken, tasavvufçular ise oturup durdukları yerden ve hiç-bir şey
yapmadan bir-anda hatasız-kusursuz tam bilgiyi aracısız ve vâsıtasız bir şekilde
direkt olarak Allah’tan alabilirken; emekçiler, işçiler ve emekliler, 10.000
ve20.000 TL’yi zor görürken, fâizciler ise aynen tasavvufçuların bilgiyi ve ilmi
zahmetsizce elde ettikleri gibi, çok-çok yüksek miktardaki fâiz parasını
zahmetsizce elde edebilmektedirler.
Tasavvufçular
Allah’tan, fâizciler ise devletten zahmetsizce geçinebiliyorlar. Mistikler,
ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, bâzı cemaatler vs. içinde
birileri -güyâ- bilgiyi-ilmi-hakîkati en doğru, hatâsız ve şaşmaz bir şekilde
Allah’tan bedâvaya hiç-bir zahmete girmeden alabildiklerine inandırdıklarının
sırtından geçinirlerken, “devlet bizim paramı kullanıyor ve bu parayla durumu
kurtarıyor, devleti biz sırtımızda taşıyoruz, elbette bunun bir karşılığı olacak”
diyen fâizciler de yine emekli, işçi ve emekçi insanların sırtından bedâvaya
geçiniyorlar.
Öyle
ya; Allah’la ve Peygamber’le istedikleri zaman bire-bir görüşenler ve ilmi ve
tüm bilgiyi dolaysız ve zahmetsiz bir şekilde hatâsız olarak elde edebilen, böylece
yüce mertebelere çıkan ulular (aslında aşağılık şerefsizler) gidip de fabrikada
vardiyalı olarak çalışarak geçinecek değiller ya!. Yine bol paraya alışmış, nârin,
nâzik yapılara sâhip, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış olan fâizciler de
inşaatlarda amelelik yaparak çalışıp kazanacak değildirler ya!. Olur mu öyle
şey canım, nerde görülmüş böyle bir şey. Aaa!, saçma-sapan konuşmayın yaa!.. Siz
yoksa vatan-hâini yada terörist misiniz?. Yok lâ!; biz maddî ve mânevî alanda
sömürülenleriz.
Tüm zamanlarda
gariban-emekçi insanların sırtından
maddî ve mânevî anlamda geçinen iki şerefsiz topluluk, mistik, ezoterik,
bâtınî, tasavvuf, târikat, mezhep ve cemaat yolu ve kirâ, rant, spekülasyon ve
yüksek fâiz ile geçinenlerdir.
Târih
boyunca insanlar, mânevî anlamda vahiy ve peygamber örneklikleriyle alâkası
olmayan, şeytan, nefs ve tâğutların yolundaki, mistik, ezoterik, bâtınî,
tasavvuf, târikat, mezhep ve cemaatler tarafından; maddî anlamda ise fâiz,
kirâ, rant ve spekülasyoncular tarafından sömürülmektedir.
İnsanların
en büyük düşmanı şeytan, nefs ve tâğutlar ile, “kafa ve beden konforlarını
bozmadan üst seviyede geçinenler”dir.
Allah
bundan zinhar râzı olmayacağı için sürekli olarak insanlar içinden ahlâk-timsâli
peygamberler seçmiş ve onlara vahyetmiştir. Tüm vahiyler ve peygamberler, maddî
ve mânevî anlamda hiç emek vermeden, çalışıp-çabalamadan, zahmetsizce ve
bedâvadan geçinmeyi yıkmak, adâleti, eşitliği sağlamak ve hakkı-hakîkati ikâme
etmek için çalışmışlardır. Bu nedenle de peygamberlerin ilk ve en güçlü düşmanları
da bâtıl dinden ve spekülasyondan geçinenler olmuştur.
Bu
yüzden Allah, Kur’ân’da, peygamberler dâhil, kim olursa-olsun tüm insanlar için
şaşmaz kuralı şöyle ortaya koymuştur:
“İnsan için
çalışmasından başka şey yoktur” (Necm 39).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder