“Ey îman
edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar
bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz
onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51).
Kimilerine göre olarak 1.500’lere kadar geri
gitse de belirgin ve bâriz şekilde son 250 yıldır parlayan ve yayılarak hemen
tüm Dünyâ’yı yoğun bir kuşatma ve ağır bir baskı altında tutan batı uygarlığı
(medeniyet değil), çoğu kişi için “insanın ulaşabileceği en ileri uygarlık
seviyesi ve “en yüksek gelişmişlik düzeyi” olarak görülmektedir. Bu nedenle de
insanların çoğu batı’ya meftûn, râm ve hayrân olmaktadır. Fakat niçin hiç kimse
“batı bunu nasıl gerçekleştirdi?” diye düşünmüyor?.
İki nedenden dolayı düşünmüyor. Birincisi,
batı’nın bu duruma “hurâfelerden vazgeçerek” ve “aklını işleterek” gelindiğinin
söylenip durması, ikincisi ise, insanların “üzümünü ye, bağını sorma” misâli, “nasıl
geldiyse geldi, gelmiş ya ona bak” zihniyetine sâhip olmasıdır. Fakat aslında
batı “hurâfelerden arınıyorum” diyerek aslında din’den kopmuştur ve “aklımı
işletiyorum” diyerek de aslında nefsini kışkırtmış ve serbest bırakmıştır. Olan
şey en temelde budur.
Eğer hurâfelerden vazgeçtiyse ve aklını
kullanmaya başladıysa, bunu niçin çok daha önceden yapmadı da yüzyıllar boyunca
modernleşemedi?. Ne de olsa batı uygarlığının kaynağı, düşüncede-felsefede
Yunan, siyâsette ve askerî alanda Roma’nın tekrârı ve güncellenmiş şeklidir. Genel
anlamda batı: Siyâsette Roma, düşüncede Yunan’dır. Yunan düşüncesi
pagan/çok-tanrılı; Roma siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu
modernleştirmiştir.
Batı’nın modern uygarlığı kurma düşüncesi bir
kıyasın sonucudur. Kendisi için -görece- karanlık olan orta-çağda İslâmiyet ve
doğu aydınlanmanın zirvesini yaşıyordu. Doğu’nun parlaklığını, kendisinin ise
sönüklüğünü görünce, batı da parlamak istedi. Bu gâyet doğal bir istek ve
normâl arzudur. Fakat doğu gibi olabilmek için hem coğrafyası uygun değildi,
hem de dîni ve inancı uygun değildi. Zîrâ Avrupa Kıtası toprak, mâden ve
zenginlik olarak sınırlıydı. Hristiyanlık ise Dünyâ’dan ziyâde yüzünü âhirete
çevirmiş ve îman etmenin her-şey için yeterli olduğunu düşünüyordu. O-hâlde en
temelde bu iki sorunu aşmak gerekiyordu. Fakat bu iki sorunu doğru, meşrû ve
doğal yoldan aşmak çok uzun zamanları gerektirdiği için, bu iki sorunu çok
çabuk aşması gerekiyordu.
İlk-önce sıkıştığı dar alandan çıkması ve
başka yerlere gitmesi gerekiyordu, gitti de. Gittiği yerdeki zenginlikleri
“hemen” elde etmesi gerekiyordu ki bu en çabuk şekilde ancak kırsızlıkla
olabilirdi. Fakat Hristiyanlık Dîni ve inancı buna engel oluyordu. Çünkü bağlı
oldukları kitap onlara “çalmayacaksın” diyordu. Üstelik çalmak için karşı
tarafı ber-taraf etmek gerekiyordu ki bu “öldürmek” demekti. Fakat bağlı
oldukları kitap onlara “öldürmeyeceksin” de diyordu. Bu büyük bir sorundu ve
aşılması gerekiyordu. Bunun aşılması için kutsal kitapları aşırı yorumlamalara tâbi
tutmaya başladılar. Kısa zaman sonra ise Dünyâ âhiret gibi önemli görülmeye
başlandı. Önemlidir evet ama din insanlara âhiret-merkezli bir Dünyâ önerir ve
böylece bir sınır koyar. Fakat kantarın topuzu kaymıştı bir kere. Yorumlaya-yorumlaya
Dünyâ ağır basmaya başladı ve Dünyâ’yı elde etme isteği ve arzusu kısa zamanda
“âhireti kazanma isteği”ninden daha değerli görülmeye başladı. Böylece
“kazanmak için her-şey mübah” düşüncesine gelindi ve hırsızlık başladı..
“Keşif” adı altında -sözde- kâşifler yola
çıktılar ve kızıl-derililerin yaşadığı Amerika topraklarına vardılar.
Kızıl-derililerin çok da değer vermediği ve daha ziyâde süs eşyâsı için
kullandıkları altını-gümüşü kızıl-derililerin tüm insâniyetlerine ve
misâfir-perverliklerine rağmen onları öldürerek ve katledip soykırıma tâbi
tutarak ele geçirdiler. Çünkü artık aşırı yorumlanmış din onlara eskisi gibi
âhireti değil Dünyâ’yı elde etmeyi emrediyordu ve bunun için de “gereken her-şey”
yapılmalıydı. Zâten din’den kopunca ve Dünyâ’ya sarılınca merhâmet ve vicdandan
da uzaklaşılmış, haram, günah, yasak, suç, ayıp vs. düşüncesi azalınca ve bitince
onları tutacak bir şey kalmamıştı. Kırmızı çizgiler silinip kaybolunca artık
“her-şeyi yapabiliriz” (bırakınız yapsınlar) düşüncesine kapıldılar. Şeytanın
fısıldadığı nefisler kışkırdıkça kışkırmış ve azmıştı. Kızıl-derilileri öldürdüler,
altınlarını-gümüşlerini çaldılar ve tüm varlıklarına, zenginliklerine ve
topraklarına çöktüler. Zîrâ orada altın ve gümüşten başka değerli mâdenler ve
verimli topraklar da vardı. Böylece aslında keşiflerin işgâl, kâşiflerin de şerefsiz
birer hırsız ve kâtil olduğu çok acı bir biçimde görülmüş oldu.
Bu yağma devâm etti, Avrupa Amerika’ya aktı
ve toprakları ekip-biçmeye başladı. Fakat bu sefer de insan kaynağı sıkıntısı
baş-gösterdi. Bu sorunu da Afrika’yı köleleştirerek aştılar. Milyonlarca
Afrika’lı insanı köleleştirip, çok zor ve uygunsuz, üstelik karın tokluğuna bile olmayan ağır şartlarda
çalıştırdılar ve onların üstünden servetler edindiler. Yapılan bu zulümler
nedeniyle nice Afrika’lı mâsum insan öldü, perişanlık içinde mahvolup gitti. Üstelik
Afrika’nın sâdece insanlarını değil, topraklarını ve yer-altı ve yer-üstü
zenginliklerini de yağmaladılar ki bu hâlen yumuşatılmış şekilde devâm
etmektedir.
Çalmaya, öldürmeye, kullanmaya ve servete
alışmış olan ve hırsları gün geçtikçe artan batı’lılar, bu sefer de gözlerini
uzak-doğuya diktiler ve oranın halkını, topraklarını, yer-altı ve yer-üstü
zenginliklerini sömürmeye başladılar ve kendileri zenginleştikçe yerli halk
fakirleştikçe-fakirleşti.
Kısaca bu şerefsiz modern batı, elde ettiği
zenginliği ve serveti, çalışarak, çabalayarak ve meşrû yoldan kazanarak değil;
çalarak, öldürerek, köleleştirerek ve sömürerek elde etti. Bâtıl batı
zenginliğini, “kızıl” derilileri öldürmesine, “kara” derilileri köleleştirmesine ve
“sarı” derilileri ise sömürgeleştirmesine
borçludur.
İşte
batı ve batı’lı insan, âhiret bilinci ve inancından uzaklaşmanın sonunda
dünyevîleşince ve hırs yapınca, bu yoğun hırs nedeniyle mecbûren yapacağı şey
olan hırsızlığa yönelmiş ve Amerika’da kırmızı derililer olan kızıl-derilileri
öldürmüş, altınlarını, gümüşlerini ve mallarını çalmış, Afrika’da kara-derili
olan zencileri köle edinerek ve emeklerini çalarak sömürmüş ve sömüremediğinde
öldürmüş, uzak-doğuda ise sarı-derili olan çekik gözlü insanları sömürgeye tâbi
tutarak emeklerini çalmış, topraklarını ellerinden almıştır. Yâni hırsın vermiş
olduğu aşırı istek, arzu ve tutku ile hırsızlığın her türlüsünü yapmıştır.
Fakat bu durum onun hırsını yatıştırmadığı gibi daha da fazlalaştırmıştır. Bu,
hırsızlığın da artmasına neden olmuştur-oluyor.
İşte bu minvâlde, Amerika’da, Afrika’da ve Uzak-doğu’da ve de çeşitli
coğrafyalarda hırsızlık ve zulüm yaparak belli bir sermâyeye sâhip olan
batı’lılar, çeşitli oyunlarla siyâsetten dîni kaldırıp, onu kiliseye, vicdâna,
zihnilere ve kâlplere hapsederek, sözde “halkın belirleyeceği” yöneticilerle ve
beşer aklına göre olacak sistemleri öne sürdüler ve bunun için de çeşitli
alanlardan kişilerden destek gördüler.
Modern
batı alsında sâdece maddiyatı değil, aslında uygarlığının bilgisini de doğu’dan
ve İslâm’a almıştır ve aşırmıştır fakat kendine mâl etmiştir. Hani inansalar
“akla döndüler, doğayı araştırmaya başladılar” vs. diyorlar ya, bunu
durup-dururken yapmadılar, zâten bilgi öyle bir-anda ortaya çıkmaz. Bilgi
Allah’ın bildirdiği ve tüm insanlığın ürettiği şeydir. İslâm’dan İspanya, İtalya ve Balkanlar
aracılığıyla yapılan tercüme eserler onların bilgiyle tanışmasına sebep
olmuştur. Fakat onlar İslâm’dan gelen şeylerin sâdece bilgisini aldılar ve
ahlâkını almadılar. Böyle olunca da o bilgiyi nefse uygun olarak değiştirdiler
ve geliştirdiler. Nefse uygun olan bilgi onları Kızıl-derilileri,
kara-derilileri ve sarı-derilileri öldürmekten, köleleştirmekten ve sömürmekten
alıkoymadı ve tam-aksine kolaylaştırdı. Şeytana, nefse ve tâğutların
çıkarlarına uygun olarak yeniden derlenen bilgi zulüm yapmalarını
önlemedi-önlemiyor. Bunu yapmaktan sakınmadılar. Zenginliklerini bu şekilde
şiddet, cinâyet ve hırsızlıkla elde ettiler. Üstelik bilgiyi İslâm’dan aldıklarını
inkâr ettiler ve onu Yunandan aldıklarını iddiâ ettiler-ediyorlar. Oysa o
bilgileri müslümanlar zenginleştirerek batı’ya taşımıştı. Bir greko-romen
uygarlık olan batı, İslâm aracılığıyla gelen medeniyeti görmezden gelmiştir-gelmektedir.
Batı’nın, müslümanları Endülüs’ten kovması,
hem müslümanlardaki (b)ilimi kıskanmaları, hem de batı’nın ürettiği
modern-bilimin, “İslâm-kaynaklı (b)ilim” olduğu gerçeğini örterek,
modern-bilimi -sözde- “özgün(!)” kılmak içindi. Batı’nın, İslâm’ı sürekli
olarak “öteki” olarak göstermesinin bir nedeni de, kendisinde bulunan yozlaşmış
(b)ilimin “saf ve özgün hâli”nin İslâm’dan kaynaklanmasıdır.
Demek ki batı’nın kalkındığı gibi kalkınmak,
batı’nın çaldığı, öldürdüğü, köleleştirdiği ve sömürdüğü gibi yapmayı yanında
getireceği için, batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak tam bir şerefsizliktir.
Modern uygarlığın geçtiği yoldan
müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı
taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle
yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini öldürdüğü ve sömürdüğü gibi
müslümanlar da birilerini öldürmeye ve sömürmeye başlarlar. Bu sömürme
“öldürerek, çalarak ve köleleştirerek sömürme” şeklinde olacaktır. İslâm’ın
buna izin vermesi söz-konusu bile olamaz.
Batı’nın geçtiği merhâlelerden geçenler,
batı’nın geldiği noktaya varırlar. Zîrâ benzer hareketler, benzer sonuçlar
doğurur. Batı’nın serüvenini tâkip etmenin sonu, batı gibi ahlâksız ve zâlim
olmaktır. Batı’lılaşmak (modernizm), “batı’nın hastalıklarını ithâl etmek”
demektir.
Batı’ya karşı batı’nın silahlarıyla kesin bir
başarı kazanıldığı vâki değildir. Bu nedenle “batı’yla ancak yine onların
silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır.
Batı’nın silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi zâlim olurum. Batı bizi
bilgiden ziyâde silah ile sömürüyor. Silahı olmasa bilgisini de takmayız. Tabi
ârızî bir durum olarak, modern silahlar edinmek de şarttır.
Batı, Dünyâ’nın bir yarısında, diğer yarısını
perişân ederek kendine bir “cennet” kurdu. O cennetten çıkmak istemiyorlar ve o
cennetin yok olabileceği düşüncesinden dolayı bunalıma giriyorlar. Bu nedenle
batı, “öteki” îlân ettiği dîni kötüleyip duruyor. Batı’ya meftûn, râm ve hayrân
olanlar da câhilce ve körü-körüne onları tâkip ve taklit ederek dîne düşman
oluyorlar. Batı; “Hristiyanlık dîni”nden vazgeçti fakat, “Hristiyanlık kîni”ni
sürdürüyor. Yine batı, Dünyâ’da gerçekleştirdiği kötülükleri ve pislikleri,
“İslâm’ı ve dîni öcü gibi göstermekle” kapatmaya çalışıyor. Batı’ya meftûn ve râm olanlar, İslâm’ı
“kötülüğün kaynağı” zannetmeye başladılar. Batı’yı “batı” yapan şeylerden biri
de “İslâmafobi”dir. Zâten Aydınlanma Çağı
denilen çağ, aslında “dinden kurtulma çağı”dır. Avrupa’nın çok övündüğü
Rönesans-Aydınlanma-Sanâyi Devrimi gibi zirve çağları, insanları köle olarak
alıp-sattığı ve alabildiğine sömürdüğü yıllardı.
Her ne kadar parlak ve çarpıcı görünse de,
“görebilenler” için batı’lılar ve batı zihniyetine sâhip olanlar, ahlâken dibe
vurmuşlardır ve bunalıma düşmüşlerdir. Bu bunalımdan kurtulmak için de maddî
gelişmeyi “tampon” olarak kullanmaktadırlar. Fakat içten çürüme fazlalaştıkça
dışarısı da çürümeye başlayacak ve sistem günü geldiğinde -sünnetullah gereği-
bir fiskeyle yıkılıverecektir. Çünkü batı, Hz. Îsâ’nın diliyle söylersek;
“badanalanmış kabirler” gibidir.
Batı gibi zengin olmak istiyorsanız;
hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti yapmanız gerekir. Batı gibi üretim-tüketim
yapanlar, batı gibi sömürü de yaparlar.
Batı, aklı değil, silahını kullandı ve
din’den ve kırmızı çizgilerden uzaklaştığı için o lânet silahını kullanmaktan
çekinmedi-çekinmiyor. Batı’nın kullandığı akıl, şeytan, nefs ve tâğut-merkezli
olan yoldan çıkmış akıldır. Oysa akıl ancak vahiy-merkezli olursa iyi işler
yapar ve “tüm insanlar için” iyilikler getirir. Akıl; doğu’da “Allah’ın
kontrôlü”nde iken, batı’ya-Yunan’a gidince “nefsin kontrôlü”ne girmiştir. Bu
yüzden batı’daki “akıl-merkezlilik” aslında, “nefis-merkezlilik”tir.
Müslümanların
günümüzdeki durumuna bakarak onları aşağılayanlar, bu durumun nedeni olarak
aklı kullanmamak, bilimin peşinden gitmemek, teknoloji üretmemek gibi şeyleri
öne çıkarıp duruyorlar. Oysa müslümanların -görece- kötü durumda olması,
batı’lılar gibi çalmadığı, öldürmediği, köleleştirmediği ve sömürmediği içindir.
Çünkü İslâm buna zinhar izin vermez. Üstelik müslümanların bu durumda olması,
batı’nın sömürüsünün ve zulmünün bir sonucudur. O-hâlde niçin aptallık ve ahmaklık
ediyorsunuz da batı’yı yuhlayacağınıza baş-tâcı ediyorsunuz!. Bu batı, zamânında
sisin analarınıza, bacılarınıza, malınıza, mülkünüze vs. tasallut etmedi mi ve
ülkenize çökmek için birlik olup tüm gücüyle üstünüze gelmedi mi?. Siz onları
savuşturmakla övünüp durduğunuz hâlde şimdi de
kalkıp aptalca, ahmakça ve şerefsizce batı’yı mı övüyorsunuz?. O-hâlde
gidin de boklarını yiyin.
Fil-dişi kulelerinden ve gömülüp kaldıkları
kâşânelerinden böğüren birileri de bu-bağlamda diyor ki: İngilizler 19.
Yüzyılda tüm Dünyâ’da büyük araştırmalar yapıyordu ve bilim ve teknolojiyi
ilerletiyorlardı. Müslümanlar ve de doğulular ve oturup duruyorlardı. Peki o
şerefsiz İngilizler, yaptıkları araştırmaların kaynağını nereden buluyorlardı
ve parayı nasıl sağlıyorlardı?. İnsanları sömürerek elde ettikleri servetlerle
yapılan işlerdi onlar. Böyle bir yolla bilim yapmak ve teknoloji üretmek ağır
bir şerefsizlik ve kahpeliktir.
“Büyük
paralar harcayarak bilime ve teknolojiye yatırım yapıyorlardı” diyorlar. Perki batı
bunu niçin 1.800’lerde yaptı da meselâ 1.300’lerde yapmadı?. Çünkü o zaman para
yoktu. Zîrâ o zamanlar henüz hırsızlığa, öldürmeye, sömürmeye başlamamışlardı. Peki
1.800’lerde parayı nereden buldular?. Nereden olacak; tabî ki toplumları soydular,
insanları köleleştirdiler, öldürdüler ve sömürdüler. Böylelikle bedâvadan gelen
parayla da, tüm dünyâ-insanlarının iyiliği için değil, “servetlerini arttırmak
ve katlamak için” bilim yaptılar ve teknoloji ürettiler. Batı’nın ulaştığı
zenginlik bir şerefsizliğin sonucudur. Yoksa batı’da ne var ki onları zengin
edecek?. Hırsızlıktan, çalmaktan, öldürmekten, köleleştirmekten ve sömürmekten
önce batı dediğin, açlıktan ölmemek için bokunu yiyordu.
İlk-defâ
Haçlı Seferleri ile başladı ve alıştı öldürmeye ve sömürmeye. Çünkü aslında
batı hiç-bir zaman tam anlamıyla dindar ve herkes için iyiliği merkeze alan bir
kıta ve toplum olmadı. Çünkü Pavlus’un paganizmle karıştırıp sentezlediği
zırvalıkları din edindi. Tabi Hz. Îsâ’ya inen vahiylerin de olduğu İncil yine
de onları orta-çağda modernizme göre daha şerefli ve “insan” kılabiliyordu.
Batı’nın İslâm’a düşman olmasının nedeni de,
İslâm’ın, batı’nın iç-yüzünü açığa çıkarması ve batı’nın seküler sistemine
karşı çıktığı içindir. Bu durum İslâm gâlip ve hâkim olana yada müslümanların
da batı’lar gibi olacağı zamâna kadar devâm edecektir. Çünkü:
“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve
hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol,
Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların
hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost
vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).
İki çeşit müslüman toplum vardır; batı
modernitesini kabûl edenler ve etmeyip de savaşanlar.
Küçük yaşında batı’nın çizgi-filmleriyle;
gençliğinde de sinema-filmleriyle yetişenlerin, modern dünyâya bir eleştiri,
îtirâz ve isyanlarının olmadığı çok net görülen bir şeydir.
Modernleşmiş müslümanlar ve doğu’lular,
“muâsır batı”ya yüzünü çevirmeyi yanlış anlamış ve batı’ya yüzlerini
çevireceklerine kıçlarını çevirmişlerdir. O kıç bir türlü tekrar doğu’ya
dönmüyor.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder