19 Şubat 2024 Pazartesi

Dünyâ Hayâtının Kısalığı Üzerine

 

“İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka sâlih bir amelde bulunalım’. Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?. Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azâbı) tadın; artık zâlimler için bir yardımcı yoktur” (Fâtır 37).

 

Allah; “size verdiğim ömür süresi yeterlidir” diyor. Peki bu nasıl bir ömürdür?. Dünyâ’nın geçici bir “imtihan dünyâsı” olduğunu bilen, Allah’a, âhirete, meleklere, gayba, vahye-kitaplara ve peygamberlere îman eden ve îmânının gereği olarak sâlih amel işleyen ve davranışlarda bulunanlara yetecek bir ömürdür bu. İslâmî zihniyet ve amel-davranış hâlinde bulunan mü’minler için, verilen ömür yeterlidir. Çünkü mü’minler için Dünyâ cennet değildir ve bu nedenle de Dünyâ sonsuz zamanlar ve sonsuz nîmetler içinde yaşanacak bir yer değildir. Helâlinden yenecek, içilecek, giyilecek ve gezilecektir elbette, fakat Dünyâ hırsla ve “hiç ölmeyecekmiş gibi” yaşanacak bir yer değildir. Zâten böyle yaşayanlar için Dünyâ hayâtı çok kısadır ve hemen gelip-geçer ve bitiverir. Çünkü âhireti hesâba katmayınca anlam kaybolur ve anlam kaybolunca da ömrün bereketi gider. Bu da hayâtı -görece- kısa hissettirir.  

 

Hayat kimler için kısadır?. Hayâtını anlamdan yâni Allah’tan, âhiretten, gaybdan, mâneviyattan, vahiyden, peygamberden, ilimden, amelden, tebliğden, dâvetten, dâvâdan, direnişten, hicretten, devletten, cihadtan, şehâdetten ve medeniyetten, iyilikten, adâletten, ahlâktan, haktan, hakîkatten dolayısıyla İslâm’dan kopuk olarak yaşayanlar için çok kısadır. Hayat; günahlar içinde, içki ve kumar masalarında oturup duranlar, zinâ yolunda gidenler, hırsla para peşinde koşanlar, gereksiz uzatmalı okul ve eğitim içinde olanlar, televizyon, tablet, cep-telefonu ve bilgisayar ekranlarını çakılıp kalmış olanlar, haktan, hakîkatten, ahlâktan, adâletten bi-haber olanlar, kısaca şehvet-şöhret, servet-siyâset ve cehâlet içinde onlalar için göz açıp-kapayacak kadar kısadır.         

 

Hayat önemli ve anlamlı bir işi ve görevi başarmaya yetecek kadar yeterli ve uzun, ama boş-boş yaşamak için çok kısa bir süredir. Dünyâ’yı sürekli ve kesintisiz bir zevk, neşe, haz, mutluluk, varlık ve acısızlık içinde geçirmek isteyenler için o kadar kısadır ki!. Lâkin Dünyâ hiç-bir sorun, dert ve sıkıntı yaşamadan geçirilecek bir yer değildir. Zîrâ bu hem sünnetullaha hem de “imtihan”a aykırıdır. 

 

Dünyâ-hayâtı bir dâvâ ve büyük bir hedefi-işi gerçekleştirebilmek için yeterli bir süredir. Âyet de bunu söyler. Fakat Dünyâ-hayâtı yemek, içmek, giyinip-kuşanıp gezmek ve gönlünce yaşamak için çok kısa bir süredir. Çünkü bir kere kendimizi ilk bildiğimiz-hatırladığımız üç yaşlarına kadar zaman hemen geçmiş oluyor. Moderne göre konuşacak olursak; bir sene sonra kreş, ondan bir yıl sonra ana-okulu, bir yıl sonra dörder yıllık ilkokul, orta-okul ve lise derken üniversite yaşına yâni 20 yaşını ulaşmış oluyoruz. 4-5 yıllık üniversite, askerlik, iş bulma, nişan, evlilik, ilk çocuk derken yaş 30 olmuş oluyor. Ondan sonra da otuz yaşına kadar yaşadığı hayâtı kendi çocuklarında izliyor ve “ne zaman yürüdü, ne zaman büyüdü, ne zaman bu yaşa geldi” derken bir 30 yıl daha geçmiş oluyor ve anne-baba 60’lı yaşarla gelmiş oluyorlar. Emeklilik, çocukları evlendirme, torunlar, hastalık falan derken yaşlı kategorisine girmiş olunuyor. Bundan sonra da sık-sık ölümü hatırlıyor ve “acaba daha ne kadar yaşarım”ın hesâbını yapıyor Bir insan bunun hesâbını yapmaya başlamış ise çok da fazla bir ömrü kalmamış demektir. Zâten ömrün kırılma anları vardır, 40, 50, 65-70 ve 80. Bundan sonra ölümle birlikte yaşanıyor zâten.

 

Normâl bir yaşam-süresine göre ömrünün yarısına gelmiş yada “yaşadığı kadar daha yaşamayacak” olan insanlarda ortak bir düşünce ve ortak bir pişmanlık vardır: “Ömrümü iyi değerlendiremedim. Şimdiki aklım olsa şöyle-şöyle yapardım. Keşke bu bilinçle 20’li yaşlara dönsem”. Fakat mevcut bilinç hâli zâten özellikle 20’li yaşlardan sonraki süreç içinde kazanılan bir şey. 20’li yaşlara geri dönerseniz ancak yine 20’li yaşlardaki bilinciniz olur ve o bilinçle de yine aynı yada benzer şeyleri yaparsınız ve ileride de yine yaptıklarınızdan yada yapmadıklarınızdan dolayı pişmanlık yaşarsınız.

 

Demek ki önemli olan, ömrün süresinin ne kadar olduğu değil, verilen ömürde neler yapıldığı ve nasıl yaşandığıdır. Önemli olan, pişman olmayacak yada çok da pişmanlıkların olmadığı ve “çok şükür” denebilecek bir hayat yaşamaktır. Peki bu nasıl ve ne ile olur?. Bir-kere Allah’a, âhirete ve dîne inanmayanlar ve ölünce her-şeyin biteceğini düşünenler için bu hayat içten-içe ızdırap verir. Ateistler, deistler, agnostikler ve Allah’ı, âhireti ve dîni hesâba katmayan ve yok sayanlar için ölüm ile her-şey biter. O-hâlde mevcut yaşamlarını uzatmaları ve renklendirmeleri şarttır. Fakat hayat renklendiğinde hissî olarak çabuk geçer. Çünkü zevk ve neşe veren şey -görece- çabuk geçerken acı ve ızdırap veren şey ise bitmek bilmez.

 

O-hâlde günlere ve ömrü doymuş olarak ve pişmanlıklar yaşamadan “çok şükür” denebilecek bir yaşam inançsızlıkla olacak şey değildir. Uzun yaşayamamayı yada yaşadığı hayâtın sonuna gelmiş olmasını kafaya takmayacak olanlar, güçlü bir Allah ve özellikle âhiret bilinci ve îmânı olan kişilerdir. Âhiret çok büyük bir umuttur. Düşünsenize.. ölüyorsunuz ama “sonsuz” denebilecek bir hayâta yeniden uyanıyorsunuz. Bu düşüncede ve inançta olmak bile tek-başına insana huzûr ve ümîd verir. Tabi “öldükten sonra sonsuz uzun olan bir hayâta uyanmak”tan ziyâde, o hayâta günahsız ve “cenneti hak etmiş” bir şekilde uyanmak önemlidir. Zîrâ günahkâr olarak uyandığınızda ve cehenneme gidecek olduğunuzda âhirete uyanmak o kişi için hüsrân olur.

 

Bilin ki, (tek-başına âhiretsiz) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

Terk-başına Dünyâ-hayâtı çok kısadır. Zâten üçte-biri uykuda geçer. Diğer üçte-biri çalışmak ve mâişet kazanmak yolunda, kalan üçte-bir ise hastalıklar, sorumluluklar ve sonuna gelmiş olan ömre yanmakla geçer.   

 

Ömrü kısaltan şeylerin en önemlisi kanımca, “her-şeyi saymak ve hesâbını tutmak”tır. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar her-şeyi, her-ayrıntıyı sayıyoruz ve hesap ediyoruz. Yine, her-şeyi fotoğraflıyoruz ve kameraya çekiyoruz. Bunlara baktıkça ömrün ne kadar çabuk geçtiğini daha kolay ve çok görüyoruz. Bu da insanın korkutuyor ve düşündürüyor. Oysa eskiden insanlar öyle her-şeyi saymazlardı ve her-şeyin çetelesini tutmazlardı. Doğum ve ölüm târihleri yazılmazdı ve bilinmezdi. “Zemheride doğmuşum”, “doğduğumda ekinler ekiliyormuş”, hasat zamânı doğmuşum” vs. gibi ortalama târihler vardı sâdece. Kimse yaşlarını bile bilmiyordu. Zâten doğum-günü gibi şeylerle falan uğraşmıyorlardı. Hayat doğal ve normâl şekilde akıp gidiyordu. Allah yağmur yağdırdıysa, kılı rahat geçirecek ürün alındıysa, yıl-boyunca gerekli olan şeyler satın alındıysa ve hazırlandıysa, işlem tamamdı. Artık hayat an-an yaşanırdı ve sâdece doğal özlemler olurdu. Kimisi çocuğunun doğumunu beklerdi, kimisi sevdiğine kavuşacağı günü. Fakat bunu gün-gün, saat-saat hesaplamazlardı. Onu beklemek zâten hayâtın nesiydi.

 

Oysa şimdi; doğum ve ölüm yılları yılı-yılına, mevsim, ay, hafta, gün, saat, dakîka, sâniye ve sâlisesine kadar kayıt ediliyor.Bâzı şeyler için mili-sâniyeleri  bile sayıyorlar. İnsanlar da bunlara baktıkça “ne kadar da çabuk geçmiş”, “o kadar olmuş mu” gibi laflar ediyorlar ve kaydettikleri târihleri günümüzle kıyaslayınca da zamânın ne kadar da hızlı geçtiğini düşünüyorlar ve konuşup duruyorlar. Çocuğun doğacağı gün önceden hesaplanıyor ve bekleniyor, okula gideceği gün hesaplanıp bekleniyor, askere gideceği, evleneceği, işe gireceği, çocukların-torunların olacağı, maaş, ikrâmiye, tâtil, emeklilik vs. her-şey ha-bire bekleniyor ve gün-gün hesap edilip sayılıyor. Sürekli bir sayma ve hesaplama durumunda olduğumuz için zaman çabuk geçiyor. “Sayılı gün çabuk geçtiği” için günler ve ömürler çabucak geçiyor. Artık “sayılı gün” değil “sayılan gün” çabuk geçiyor.

 

Günlük tv. programları, filmler, diziler, hesâbı tutulup durulan spor karşılaşmaları, seçim günleri, maaş zamları, bayramlar, özel günler, sürekli izlenen ve hesâbı tutulan ve tekrar gelmesi için iple çekilen zamanlar çabuk geçiyor. Bunlar boş işler ve zamânı öldüren şeyler oldukları için zaman ölünce çabuk geçmiş oluyor. Çünkü yaşamayan zaman “geçmiş” oluyor.

 

Dünyâ-hayâtına çok bağlı olanlar hayâtı hiç bitmeyecekmiş gibi yaşamak isterler ve şöyle derler: “Dünyâ çok geniş, gidilecek, gezilecek dağ, deniz, ova, bayır, çok yer var. Yenecek, içilecek, giyilecek ve tadılacak çok şey var. Kimisi için de okunacak, yazılacak, konuşulacak, tanışılacak çok kitap ve insan var. Bakılacak ve görülecek çok manzara var. Satın alınacak bir-çok şey var. Dinlenilecek müzikler, şarkılar, çalınacak enstrümanlar, yapılacak sohbetler, ağlanacak, gülünecek ve hüzünlenecek çok şey var. Fakat tek bir şey yok: Yeterli zaman. Çünkü hayat çok kısa. Bunları yapmak ve bu yapılanlara doyabilmek için hayat çok kısa ve bundan dolayı çoğu-kişi bunların çoğunu yapamaz ve sâdece hayâl etmekle yetinmek zorunda kalır. O-hâlde neden Dünyâ’yı “Allah’ın emrettiği ve istediği gibi” yaşayıp da tüm bu zevklere, hazlara, neşelere ve sonsuz nîmetlerin âlâsına cennette kavuşmayalım?. 

 

Zâten tüm tatları tatmak ve tüm yerleri gezmek isteyenler bir nedenle bunların çoğunu yapamayınca mutsuz oluyorlar ve bu mutsuzluk da hayâtı kısaltıyor. Bundan dolayı o kadar büyük isteklerin olması ve hayâllerin kurulması doğru değildir. Küçük dünyânızda daha az ve normâl şeylere kavuşmakla daha mutlu olabilirsiniz ve hayâtınız da daha azı istediğinizde ve istediklerinize ulaştığınızda mutlu-huzurlu şekilde ve şükür içinde geçeceği için hayat -görece uzar. Şükretmek ömrü uzatır. Üstelik ibâdetler de hayâtınıza bir düzen verir ve zamânı genişletir. Sadakanın ömrü uzatması bu nedenledir. Genel anlamda bir şeyi, özel anlamda ise hayırlı bir şeyi yapmak, o şeyi yapmış olmakla hayâtınızdaki bir boşluğu doldurduğu için zamânınızı genişletir. Boş alanın mekânı daraltması gibi, boş vakit de zamânı daraltır. Çünkü boş kalır. Nasıl ki dağlar yüzölçümünü fazlalaştırıyorsa, dolu-dolu vakitler de zamânı arttırır. Boş bir ovadan karşıya çabuk geçersiniz, ama ortada bir dağ ve tepe varsa, onu aşmanız gerekeceği için zamânınız fazlalaşır. Bu-bağlamda bir yolculuğu ne kadar çabuklaştırırsanız zamânınız o kadar azalır. Bişr yerden bir yere uçakla 2 saatte giderseniz az yaşamış” olursunuz, fakat bir yerden  bir yere daha yavaş giden otobüsle giderseniz hattâ bir at ile bir haftada giderseniz o yolculuk boyunca daha çok yaşamış olursunuz. Çünkü hızlı yaşarsanız genç ölürsünüz. Yavaş ve doya-doya yaşamak ömrü uzatır.   

 

Sessizlik zamânı uzatır, gürültü kısaltır. Çünkü sessizlikte zaman geçmez ve geçmesi istenmez ama gürültüde gürültünün bir-an önce bitmesi için zamânı iteler insan. Hayâtınızı dolduran şeylerin doğal, normâl ve ölçülü olması önemlidir.

 

Severek yapılan faydalı şişler ömrü uzatır. Zîrâ zevkle yapılan şeyler hayâta tat katar. Hipokrat’a göre, hekimlik bir sanattır ve bir insan-ömrünü aşan uzunluktadır.

 

Andolsun, onları hayâta karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir” (Bakara 96).

 

Uzun yaşamak isteği çok da akıllıca ve mantıklı değildir. Çünkü Dünyâ hep zevk, neşe, haz, iyilik, güzellik ve keyif içinde geçirilen bir yer değildir. Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” olduğu için Dünyâ-hayâtı daha çok zorluklar içinde geçer. Dünyâ’nın tadından çok acısı vardır, endişeleri vardır, zorlukları vardır. Kaza, kavga belâ, hakâret, aşağılanmak, haksızlığa uğramak, hastalık, hapis, iş, para kazanmak sorumluluğu ve zorluğu, adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür, zulüm, en sonunda da yaşlılık, nice acılar ve ölüm.

 

“Evet, biz onları ve atalarını yararlandırdık; öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi. Fakat şimdi, bizim gerçekten yere gelip onu etrâfından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı?. Şu-hâlde, üstün gelenler onlar mı?” (Enbiyâ 44).

 

Üstelik ömrün uzun olması insan için iyi değildir ki:

 

“Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu tersine çeviririz. Yine de akıllarını kullanmayacaklar mı?” (Yâsin 68).

 

Şu da var ki, insanlar ölüp de âhirette diriltildiklerinde herkese yaşanan ömür çok kısa gelecektir:

 

“Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir-arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten hüsrâna uğramışlardır. Onlar hidâyete ermiş (kimseler) değildi” (Yûnus 45).

 

Modern hayat insana “ne yapılacağı” konusunda netlik vermez. Müslümanlar da dâhil insanlar “ne yapılması gerektiği”ni tartışıp duruyorlar ama bir şey yapmıyorlar. Fakat bu-arada zaman da bir şey yapılmadan akıp gidiyor. Ömür-boyu ne yapılacağı ile ilgili düşünüp de hiç-bir şey yapmadan göçüp gitmek…

 

Hayat, iki gözyaşı arasındaki kısa-yoldur. Doğarken biz ağlarız, ölürken başkaları.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder