22 Şubat 2024 Perşembe

“Aklın Yolu Birdir” Sözü Üzerine

 

“Bizi doğru yola ilet; kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna, gazâba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil” (Fâtiha 6-7).

 

İslâm “akıl dînî” değil “vahiy dînî”dir. Bu nedenle İslâm’da “vahiy akla” değil, “akıl vahye” uymalı ve akıl mutlakâ vahyin kontrôlünde, denetiminde ve yönlendirmesinde olmalıdır. Aksi-hâlde –başka bir seçenek olmadığı için- akıl mecbûren şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde, denetiminde ve yönlendirmesinde olacaktır.

 

Tüm zamanlarda akıl, -imtihan ve sünnetullah gereğince- daha çok, vahyin değil de şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde, denetiminde ve yönlendirmesinde olmuştur. Çünkü insanlar şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kandırılmış ve saptırılmıştır. İşte bu nedenle aklın yolu her zaman bir değildir. Zîrâ akıl her zaman iki yoldan biri üzerinde olmuştur. Açıkçası akıl ya “hak yolunda” yada “bok yolunda” olmuştur.     

 

“Aklın yolu” değil, “Hakkın yolu” birdir. Akıl ancak hak-merkezli olursa doğru ve “bir olan” yol üzerinde yol alır. Tüm peygamberler hak yolu tâkip etmek ve göstermek için seçilmişlerken, tüm vahiyler ise, insanları, dolayısıyla aklı hak yola sokmak için indirilmiştir. Çünkü ancak hak yoldaki aklın yolu birdir. Akıl hak yolda olmazsa bâtılın bok yollarından birine girer ve her akıldan farklı bir ses çıkacağı için aklın yolu bâtılın yolunda “bir” ol(a)maz. 

 

Akıl tek-başına doğru yolu bulamayacağı gibi, tek bir yol üzerinde sâbit-kadem olamaz. Çünkü akıl, zannedildiği gibi kusursuz ve şaşmaz bir şey değildir ve nasıl yönlendirilirse ona göre yön ve yol alır. Bu yüzden akıl; küfrü, şirki, bâtılı, cehâleti ve sapkınlığı seçenler için birdir ve insanlar hangi yolu seçerse akıl o yola girer ve akıl hangi yola yönlendirilmişse insanları o yola sokar. Akıl ya bâtıl yollardan birine yada hakkın yoluna girer ve o yolda gider. Bundan dolayı “aklın yolu bir” değildir, “aklın yolu iki”dir.

 

Küfrü tek millet olduğu için bâtılın aynı yada benzer mantıkla ortaya çıkardığı çeşitli yollar vardır. Bu yollar bâzen birbirlerine ters olur. Dolayısıyla bâtılın yolu bir değil de çeşit-çeşit olduğu için bâtıl yolunda giden aklı da çeşitli yollardan birine girer. Oysa dînin ve İslâm’ın yolu birdir ve tüm peygamberler aynı yolu tâkip etmiş, aynı dâvâyı sürdürmüşlerdir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız)’Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Allah’ın yolu birdir. O da “Kur’ân ve Sünnet yolu” olan “İslâm’ın yolu”dur. Çünkü:

 

“Dedi ki: Bizim Rabbimiz, her-şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir” (Tâ-hâ 50).

 

İslâm’ın başka-başka yolları yoktur. İslâm’ın tek bir yolu vardır, o da; Kur’ân ve Sünnet yoludur. Kur’ân ve “vahyi pratiğe dökmek” demek olan Sünnet (güzel örneklik) yolunun dışındaki tüm yollar, “dîne karşı din” yoludur. Kur’ân ve Sünnet yolunun dışındaki tüm yollar, “İslâmî yaşamdan nasıl kurtulabilirim çabası”dırlar.

 

Peygamberimiz, modernistlerin zannettiği gibi Kur’ân’ın hiç-bir yerinde, “ben aklıma ve aklın yoluna uyarım” demez, “ben bana vahyolunana uyarım” der:

 

“…De ki: Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir” (Â’raf 203).

 

De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf 9).

 

Allah aklı mutlakâ kullanmayı emreder ve aklını kullanmayanların pislik içinde kalacağını söyler ama aklı merkeze almaz ve aklı işletmeyi en üstün şey olarak tutmaz. Meselâ “aklını kullananlar ve sâlih amel işleyenler” demez de, “îman  edenler ve sâlih amel işleyenler” der. Çünkü sâlih amel için olmazsa-olmaz olan şey îmandır. Akıl ise “sâlih amel işlemek” sırasında kullanılan bir şeydir. Zîrâ insanı sâlih amel işlemeye akıl değil îman yönlendirir. Fakat insan sâlih ameli pratiğe dökmeyi “aklını kullanarak” yapar. Tabi bunun için aklın, vahiy-merkezli inşâ olmuş olması gerekir.

 

“Aklın yolu birdir” denildiğinde, “o zaman vahye gerek yoktur” düşüncesi açığa çıkar. Çünkü aklın yolu bir olunca, akıl hangi yolda olursa-olsun “bir” olan doğru bir yolda olacaktır. Böyle olunca da “akıl yeterlidir ve vahye gerek yoktur” denmeye başlanır ki zâten modernler de şunu söylemeye başladı: “Artık insanın aklı evrimini tamamladı ve kemâle erdi yâni en yüksek kullanma seviyesine erişildi, bundan sonra dîne ihtiyâcımız kalmadı”. 

 

“Vahye ve dîne gerek yoktur, akıl en iyi yolu bulur” diyorlar. Fakat târih boyunca ve günümüzde vahiy her zaman, “aklın ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için” çalışıyor.

 

Çok bilmiş kelamcılar da, îmânı kâlpten kafaya nakletmiş, “kâlp-merkezli müslümanlığı “akıl müslümanlığı” hâline getirmiştir. Artık kelâmda îman, “yaşanan bir gerçek” olmaktan ziyâde “düşünülen ve idrâk edilen bir hakîkat” olarak görülmektedir. Artık “Îmânın gereğini yapmak” düşüncesinin ve pratiğinin yerine, “îmânın bilgisini edinmek” yeterli görülmeye başlamıştır. Fakat bu hiç-bir işe yaramamaktadır. Zîrâ îmânın bilgisi îman değildir.  

 

Sapık bir yolda giden kişi, cehenneme girene kadar, gittiği yolun doğru olduğunu zannetmektedir:

 

“Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören (biri) kıldık. Biz ona hak yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur yada nankör” (İnsan 2-3).

 

“Akıl din’den daha önemlidir ve daha önce gelir. Bu nedenle din bile aklın yolunda gitmelidir. Çünkü aklı olmayanın dîni de olmaz” diyorlar.

 

“Aklı olmayanın dini yoktur” sözü bir hadis metni olarak sahih kabûl edilmemektedir. (bk. Aclûnî, 2/362). Bu sözün doğrusu; “ahdi olmayanın (yâni sözünde durmayanın) dîni yoktur” şeklindedir ve böyle bir hadis rivâyeti vardır (bk. Münâvî, Kunuzû’l-hakâik-el-Câmiu’s-sâğir 2/498).

 

Akıl sağlığı tam yerinde olmamasına rağmen beş vakit câmiye gidip namaz kılanlar vardır. Buna karşın her aklı olanın dîni yoktur. Hattâ üstün bir akla sâhip olmasına rağmen dîne düşman olanlar vardır. Nice oryantâlist vardır ki İslâm’ı müslümanların çoğundan daha iyi bilir ve üstün bir akla sâhiptir ama ateist ve din-düşmanı biridir. Çünkü akıl vahiyden koptuğunda ne kadar güçlü ve üstün olursa-olsun dîne düşman olur. Bu durumda “aklı vahiy-merkezli olmayanın dîni yoktur” durumu ortaya çıkar. Şu da var ki “aklı olmayanın dîni yoktur” demek, “akıl ile din aynı şeydir” demektir. Din Allah’ın dînidir, akıl ise insana has bir şeydir.

 

Akıl-sâhibi olmak tek-başına yeterli bir şey değildir. Hattâ vahiyden kopuk ve uzak bir akla sâhip olmak akıl-sâhibi olmak tam bir belâdır. Böyle bir akıl insanın başına bir-çok dertler ve belâlar açmıştır. Meselâ Allahsız akla sâhip onlalar 1. ve 2. Dünyâ Savaşları’nı çıkarıp milyonlarca insanın perişân olmasına neden olmuşlardır. Bu savaşları çıkaran ve insanların mahvolmasına neden olan akıllar dîne ve dindarlara düşman olan akıllardır. Hâlbuki akıl sorunu olanlar içinde dîne düşman olan yoktur.

 

Şu da var ki, aklı tam yetkinleşmemiş yâni aklı tam ermeyen çocuklara din öğretilmeye başlanmıyor mu ve Peygamberimiz de bunu tavsiye etmiyor mu?. Elbette ediyor. Peki neden ediyor?. Çünkü din hem sâdece akla değil, rûha, kâlbe ve zihne de hitâp eder ve onları de etkiler hem de aklın doğru ve dürüst çalışabilmesi ve de en iyi şekilde işletilip kullanılabilmesi için vahiy-merkezli olarak inşâ edilmelidir. Aksi-hâlde perişanlık kaçınılmazdır.

 

Vahiyden kopuk olan aklın yolu, ancak “vahye karşı olmada” birdir. Aklı ilahlaştıranlar elbette vahye düşman olacaklardır. Zîrâ vahiy varsa, akıl mutlakâ vahyin güdümüne girmek zorunda kalacaktır. Çünkü vahiy akla aykırı değildir ama akıl-üstüdür. Fakat insan çok inatçı, nankör ve yalancıdır:

 

“Kahrolası insan, ne kadar nankördür. (Allah) Onu hangi şeyden yarattı?. Bir damla sudan yarattı da onu bir ölçüyle biçime soktu. Sonra ona yolu kolaylaştırdı” (Abese 17-20).

 

“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Peki insanı “hak yol”dan ayıran “bok yolu”na sokan nedir?. İnsanı hak yoldan ne saptırır?.

 

Hevâ ve heveslere uymak saptırır:

 

“Ey Davud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlara, hesap-gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azab vardır” (Sâd 26).

 

Şeytana uymak saptırır:

 

“Dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım” (A’raf 16).

 

Âhirete inanmayan, bundan dolayı bir türlü teslim olamayan ve bu nedenle de dinde çarpıklık arayıp Allah yolundan alıkoymak isteyenler saptırır:

 

“Ki onlar Allah’ın yolundan alıkoyanlar, onda çarpıklık arayanlar ve âhireti tanımayanlardır” (A’raf 45).

 

“O’na îman edenleri tehdit ederek, Allah’ın yolundan alıkoymak için ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın” (A’raf 86).

Böyle kişiler:

 

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden engelleyeceğim. Onlar her âyeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları dolayısıyladır” (A’raf 146).

 

“Nas kesinlik ifâde etmez ama aklî deliller kesinlik ifâde eder” diyorlar. Peki bunun delîli nedir?. Allah’ın indirdiği kesin olmayacak da şeytanın fısıldayıp durduğu insanın ortaya attığı aklî deliller mi kesinlik ifâde edecek?. Hayır!, tam-aksine; asıl kesinlik ifâde etmeyen aklî delillerdir. Bunun delîli de, akıl ile ortaya konan teorilerin ve delillerin, “kesin olmadığı için” sürekli olarak çürütülmesi, değiştirilmesi ve yenilenmesidir. Peki “nas”ta değişen bir şey var mı?. Elbette hayır!. Çünkü “kesin”dir.  Âdem’den bêri değişmeyen bir nas vardır. Fakat inanamayacak olana delil yetmeyeceği için onlar yine de zanna ve bâtıla uymaya devâm edeceklerdir:

 

“Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç-bir yarar sağlamaz. Şu-hâlde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünyâ-hayâtından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur. Şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O’dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O’dur” (Necm 28-30).

 

Tabi bizim her zaman dediğimiz gibi en doğrusunu sâdece Allah bilir:

 

“Elbette Rabbin, kimin kendi yolundan şaşırıp-saptığını daha iyi bilendir; ve kimin hidâyete erdiğini de daha iyi bilendir” (Kalem 7).

 

Biz ise kimin doğru yolda olduğunu, “bir” olan hak yola kimin uyduğunu âhirette bileceğiz:

 

“De ki: ‘Herkes gözetlemektedir; siz de gözleyip durun. Sonunda, dümdüz (dosdoğru) yolun sâhipleri kimlermiş ve doğru yola ulaşan kimlermiş, pek yakında öğreneceksiniz” (Tâ-hâ 135).

 

Mü’minler tam bir teslîmiyetle ve kesin bir ifâdeyle her zaman şunu söyleyeceklerdir:

 

“De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basîret üzere Allah’a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim” (Yûsuf 108).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder