“İnsanlardan
öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence
konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için
aşağılatıcı bir azab vardır” (Lokman
5).
İslâm, Hz. Âdem ile başlayan ve indirilen
vahiylerin Hz. Muhammed ile son bulduğu Allah katındaki tek hak dînin adıdır.
Tüm peygamberler “İslâm peygamberi”dirler. Allah bizi “müslim” olarak
isimlendirmiştir ve bizim için seçip-beğendiği din İslâm’dır. İslâm tek-başına
bizim hem iç-âlemimizi hem de dış-âlemi dolduracak özelliktedir. Bunun için yapılması
gereken tek şey, “vahye sımsıkı sarılmak ve peygamberlerin vahiy-merkezli
olarak ortaya koydukları “mü’mince yaşamanın en güzel örneklikleri” olan sünnetlerini
izlemek”tir.
“İslâm’ı tam kıvâmında yaşamak” ancak böyle
olabilir. Aksi-hâlde “dîni sulandırmak” kaçınılmaz olur ki, mücâdele işte bunun
mücâdelesidir. Çünkü şeytani nefs ve tâğut her dâim iş-başındadır ve
mü’minlerin İslâmî kimliğini bulandırmak ve İslâmî ilkeleri sulandırmak için sürekli
çalışmaktadırlar. Şeytana, nefse ve tâğutlara yalakalık yapan -sözde-
müslümanlar da çok-bilmişlik taslayarak dîni sulandırma noktasında onların en
fanatik yardımcıları oluyorlar.
İslâm
değişmez ve kesin hükümlere sâhip olan tek din’dir ki Allah katındaki tek hak
din İslâm’dır. Bu nedenle İslâm’ın sulanması mümkün değildir. Sulanan şey
İslâm’ın kendisi değil, müslümanlar ve onların yaptıkları yorumlardır. Müslümanlar
sulanıp-sulandırılıp gevşetilince, dîni de sulandırmanın yoluna koyulmuşlardır.
Demek ki dîni sulandırmanın yada sulandırmak istenin ilk yolu, o dînin müntesiplerinin
zihinlerini sulandırmaktan geçiyor.
Peki
bunlar dîni niçin sulandırmak istiyorlar?. Çünkü modern müslümanların çoğu “sek
ve saf din”e değil, modernizme yâni mevcut paradigmaya bağlıdırlar ve din
mevcut paradigmaya yâni modernizme zinhar uygun olmadığı ve uymadığı için dîni
sulandırmak ve mü’minleri de kendileri gibi gevşetip yavşaklaştırmak
istemektedirler. Peki bunu kim nasıl yapıyor yada yapmaya çalışıyor?.
Bunu
yapan yada yapmaya çalışan iş-güzarlar; kitap, peygamber ve aklı iptâl ederek
sezgilere ve hislere tapan tasavvufçular; uydurma rivâyetleri, uydurmaları ve
zırvalıkları din zanneden ve çişini bile tutmaktan âciz zavallılara kulluk
yapan târikatçılar; akla ve hislerine tapan -sözde- gerçeği arayan ama bir
türlü bulamayan felsefeciler; moderne uymadığı için Kur’ân’ın en az yarısını
inkâr ve iptâl eden Peygamber düşmanı târihselciler; modernizme meftûn, râm ve
hayrân olan, bir türlü teslim olamadıkları için Kur’ân’ı ve İslâm’ı teslim
alamaya kalkan, modern-bilim ve teknolojiye tapan oryantâlist yalakası
akıl-perest modernistler, lâikler, seküler olanlar ve bir bok zannettikleri
kişilere ve siyâsî lîderlere tapan muhâfazakârlardır. Buna karşı çıkanlar ise
Kur’ân ve Sünnet yolunda olan samîmi-ciddî mü’minlerdir:
“Ki onlar, sözü işitirler ve en
güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği
kimselerdir ve onlar, temiz akıl sâhipleridir” (Zümer 18).
Yemeği
sulandırmak onu “zenginleştirmek ve fazlalaştırmak” demek olmadığı gibi,
İslâm’ı sulandırmak da “onu genişletmek ve zenginleştirmek” demek değildir.
Yemeği sulandırdığınızda nasıl ki duru ve tatsız bir şey oluyorsa ve ona
“yemek” demek mümkün olmazsa, İslâm’ı sulandırmak için ortaya atılan düşünceler
ve sözler de “din” değildir, hele İslâm hiç değildir.
Allah’ın emir ve yasaklarını tam olarak
yerine getirenler, beşerin sulu kânunlarını uygulamada gevşek davranırlar ve bu
sulu kânun ve kurallarına ancak mecbur olduklarında “gevşek ve az şekilde” uyarlar.
Bu aynen “açlıktan ölmemek için ölmeyecek domuz eti yemeye” benzer. Beşerin
kânunlarını uygulamada çok titiz olanlar ve bundan zinhar tâviz vermeyenler ise,
Allah’ın kânunlarını uygulamada çok gevşektirler. Bu nedenle de Allah’ın
hükümlerini-kânunlarını sulandırdıkça sulandırmak isterler. Dîne “gevşek” bir şekilde bağlı oldukları için
Allah’ın dînini sulandıranlar, “Dünyâ’ya ve
dünyevî olan sıkı bir şekilde bağlanmak”la cezâlandırılırlar. Bu cezâ onların
alttan-alta dîne düşman olmalarına yol açar. Bu düşmanlık da “dîni sulandırmak”
olarak açığa çıkar. Bu yüzden din hakkında yaptıkları yorumlar hep sulu olur ve
sulu olduğu için de, dîni kıvamında tatmış olanlara tat vermez. Zâten bu
nedenle sulandırılmış dîne sürekli olarak sos, baharat ve farklı malzemeler
ekleyip dururlar.
Modernizm, 2. Dünyâ Savaşı sonuna kadar
kendisini “hakîkatin tek temsilcisi” olarak görüyordu. 150-200 yıl boyunca bunu
seslendirdi ve tüm Dünyâ’ya dayattı bu anlayışı. 1950’lerden sonra bu dayatma
artık işe yaramayınca, “post-modernizm” denen ve “hakîkati izâfileştirme ve
çoklaştırma” düşüncesi modernizmin yerini aldı. “O da doğru, bu da doğru”
diyerek ve doğruyu çoğaltarak hakîkati sulandırdı ve gerçekliği bulandırdı. Post-modernizm, modernizm gibi
dîne -en azından görünüşte- düşman değildir ve dîni serbest bırakır ama genel
anlamda hakîkati bulandırdığı için bu-arada din, daha doğrusu dînî yorum ve
müslümanlar da sulanmaktadır.
“İctihad kapısının kapalı olması” büyük bir
sorundur. Fakat ictihad kapısını açmak hakkıyla yapılmadığı için, kafaları moderniteyle
sulanmış olanların din hakkında yaptıkları sulu yorumlar, “İslâm’ı modernize
etmek”le sonuçlanmıştır. Çünkü bu serseriler, “ictihad kapısını açma”nın,
“İslâm’ı modernizme uydurmak” olduğunu zannetmektedirler. İslâm’ı modernizme
uydurmak demek ise, “İslâm’ı modern akla, modern zihniyete ve modern
paradigmaya uydurmak” demektir ki “İslâm’ı modernizme uydurmak” diye bir şey
söz-konusu olamaz. Zîrâ İslâm bir şeye uydurulacak bir din olmadığı gibi,
tam-aksine İslâm’ın “tüm Dünyâ’yı, hayâtı ve mekânı İslâm’a uydurmak” hedefi
vardır.
Modernizm “Allah’a göre” olmayı ve yapmayı
terk edip, “insana, akla, doğaya, maddeye, eşyâya vs. göre olmak ve yapmak”
demektir. Yâni modernizm “Allahsızlık” demektir. Peki bu-durumda “Allah’ın dîni”
olan İslâm, modernizme nasıl uydurulacak ki!. İslâm moderne zinhar ve aslâ
uymaz ama kendini müslüman zannedenler moderniteye köpek gibi uyabilirler ve
uymaktadırlar.
Müslümanlar,
modernizm ile zihinleri ve kâlpleri kuşatılmış olduğu için, İslâm’ı anlamak ve
uygulamak için, kendilerine “ağır bir sorumluluk örneği” yükleyen Sünnet’i
değil de, felsefesi, her-şeyi sulandırmak olan tasavvufu seçiyorlar. Zîrâ
Sünnet sorumluluğun, zorluğun, gayretin ve cihadın örnekliğiyken, tasavvuf ise,
insandan her türlü sorumluluğu alarak Allah’a veren “sınırsız bir şirk
sistemi”dir.
İslâm, ilk-insan yâni Hz. Âdem ile
başladığından, İslâm’ın olmadığı bir zaman olmamıştır. Bu nedenle “vâr-oluşun
doğal ve normâl zorluklarını ve dînin yüklediği bedelleri ödemeyi göze
alamayanların; dîni aşırı yoruma tâbi tutarak ve başkalaştırarak geliştirilen
bâtınilik-mistisizm yâni literatürdeki adıyla tasavvufa sığınıyorlar. Oysa
tasavvuf, dînin sulandırılarak -güyâ- kolaylaştırılan, salt bir ahlâk ve keşif-ilhâm
ile aşırı yorum şekline dönüştürülmüş bir şirk sistemidir.
Tasavvufta
bütün dinler “bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve
milletler de tek bir din ve tek bir millettir.. İşte, bu nedenle Celâleddin
Rûmi: “Ben, yetmiş üç mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle
sesleniyor: “Yine de gel, yine de gel, her ne isen öyle gel!. İster kâfir,
ister mecûs, ister putperest ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik
dergâh değildir. Eğer yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.
Celâleddin
Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran bir çağırış şeklidir ve yanlıştır. Zîrâ
İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir yer değildir. Zâten
Kur’ân’a da aykırıdır:
“Sen, onların
hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına
hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).
Yozlaştırılmış, sulandırılmış,
ılımlılaştırılmış dînin baş-örtü versiyonu da, Kur’ân’ın târif ettiği ile
alâkası olmayan ama modernizme tam uygun olarak bağlanan baş-örtüsü şeklidir.
Post-modern Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri
takılmanın, özgürleşmenin yansımasıdır bu bağlayış şekli. Dîne karşı din,
baş-örtüsüne karşı baş-örtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı
tavrın netîcesi. Modernite tarafından sulandırılmış muharref müslümanlığın
göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.
Müslümanlığı sâdece bir kültürden ibâret
zannedenler böyle yapar. Öyle ya; lâik-merkezli eğitim veren okullarda dîni
değil de “din kültürü” adı altında dînin sâdece kültürünü öğrendiler. Bu
nedenle de dînin ne olduğundan haberleri yok. Zâten dînin özü olan Kur’ân’ı
hayatlarında bir-kez bile okumuyorlar. Ne olduğunu bilmedikleri ve bu nedenle
“birilerinin” sulandırdığı gibi zannediyorlar Kur’ân’ı.
Birileri de Kur’ân okumayı “beyni sulandıran”
bir şey zannediyor. Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve onların ülkelerdeki
uşakları olan taşeronlar, şerefsizlikleri anlaşılmasın diye, onların kirli
yüzlerini net olarak ortaya koyacak tek Kitap olan Kur’ân’ı okuyanların
beyninin sulanmış olduğunu uydurmuşlardır. Düşünsenize, kitap okuyarak beyin
sulanıyorsa, o-hâlde “Nutuk” okuyunca da beyin sulanır. Kur’ân okumakla beyin
sulanıyorsa, o zaman bu, “kitap okumak beyni sulandırır” demektir. Çünkü Kur’ân
da bir kitaptır. Kitap okuyunca beyin sulanıyorsa, bir kitap olan Nutuk’u
okuyunca da beyin sulanır. Bedeni sağlamlaştırmak için jimnastik nasıl işe
yarıyorsa, zihni canlandırmak ve sağlamlaştırmak için de “beyin jimnastiği”
yapmak gerekir ki bunun için en ideâl kitap Kur’ân’dır. Müslüman doğulmaz,
müslüman olunur. Çünkü müslümanlık bir irâdesiz vâr-olma şekli değil,
bilinçli-irâdeli bir vâr-olma şeklidir.
Şu da var ki,
beyin dediğin bir suyun içinde bulunur ve yüzer durur. Beynin %90’ı sudur
zâten. Bu yüzden beynin “sulu” olması kötü değil iyidir. Çünkü normâl olan
beynin sulu olmasıdır. Eğer Kur’ân okumak beyni sulandırıyorsa, demek ki Kur’ân
okumak beyin sağlığı için çok iyi bir şeydir. Asıl sorun “Kur’ân’ı okuyanların
beyninin sulanması” değil, “Kur’ân’ı okumayanların beyinlerinin kuruması”dır.
Etik, ahlâkın sınırlandırılmış ve
sulandırılmış hâlidir. Fakat ahlâk ne sınırlandırılmaya ne de sulandırılmaya
gelir. Ahlâktan bir tâviz verilmesi zinhar söz-konusu edilemez. İnançları
sulanmış olduğu için gevşemiş olan insanlar-müslümanlar ahlâka uymuyorlar diye
bunun suçlusu ahlâk ve İslâm değildir, ahlâksızlığın suçlusu kâlpleri
“susuzluktan” yâni vahiysizlikten kararmış olan insanlardır-müslümanlardır.
Koyu ve saf dindarlık kötülenirken sulu ve
gevşek dindarlık “ölçülü ve dengeli müslümanlık” olarak kabûl görüyor. Oysa
sulu ve gevşek olan “sağlam” olmadığı için kişinin sağlam adımlarla yol alması
mümkün değildir.
Dînin saf olanının değil de sulu olanının
yolundan gidenler, âhirette kupkuru bir çöl ateşiyle karşılaşırlar da “biraz
su” diye yalvarırlar ama onlara sunulacak olan “irin”den başkası olmaz.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Şubat
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder