24 Şubat 2024 Cumartesi

Dîni Sulandırmak

 

 

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır” (Lokman 5).

 

İslâm, Hz. Âdem ile başlayan ve indirilen vahiylerin Hz. Muhammed ile son bulduğu Allah katındaki tek hak dînin adıdır. Tüm peygamberler “İslâm peygamberi”dirler. Allah bizi “müslim” olarak isimlendirmiştir ve bizim için seçip-beğendiği din İslâm’dır. İslâm tek-başına bizim hem iç-âlemimizi hem de dış-âlemi dolduracak özelliktedir. Bunun için yapılması gereken tek şey, “vahye sımsıkı sarılmak ve peygamberlerin vahiy-merkezli olarak ortaya koydukları “mü’mince yaşamanın en güzel örneklikleri” olan sünnetlerini izlemek”tir. 

 

“İslâm’ı tam kıvâmında yaşamak” ancak böyle olabilir. Aksi-hâlde “dîni sulandırmak” kaçınılmaz olur ki, mücâdele işte bunun mücâdelesidir. Çünkü şeytani nefs ve tâğut her dâim iş-başındadır ve mü’minlerin İslâmî kimliğini bulandırmak ve İslâmî ilkeleri sulandırmak için sürekli çalışmaktadırlar. Şeytana, nefse ve tâğutlara yalakalık yapan -sözde- müslümanlar da çok-bilmişlik taslayarak dîni sulandırma noktasında onların en fanatik yardımcıları oluyorlar.

 

İslâm değişmez ve kesin hükümlere sâhip olan tek din’dir ki Allah katındaki tek hak din İslâm’dır. Bu nedenle İslâm’ın sulanması mümkün değildir. Sulanan şey İslâm’ın kendisi değil, müslümanlar ve onların yaptıkları yorumlardır. Müslümanlar sulanıp-sulandırılıp gevşetilince, dîni de sulandırmanın yoluna koyulmuşlardır. Demek ki dîni sulandırmanın yada sulandırmak istenin ilk yolu, o dînin müntesiplerinin zihinlerini sulandırmaktan geçiyor.

 

Peki bunlar dîni niçin sulandırmak istiyorlar?. Çünkü modern müslümanların çoğu “sek ve saf din”e değil, modernizme yâni mevcut paradigmaya bağlıdırlar ve din mevcut paradigmaya yâni modernizme zinhar uygun olmadığı ve uymadığı için dîni sulandırmak ve mü’minleri de kendileri gibi gevşetip yavşaklaştırmak istemektedirler. Peki bunu kim nasıl yapıyor yada yapmaya çalışıyor?.  

 

Bunu yapan yada yapmaya çalışan iş-güzarlar; kitap, peygamber ve aklı iptâl ederek sezgilere ve hislere tapan tasavvufçular; uydurma rivâyetleri, uydurmaları ve zırvalıkları din zanneden ve çişini bile tutmaktan âciz zavallılara kulluk yapan târikatçılar; akla ve hislerine tapan -sözde- gerçeği arayan ama bir türlü bulamayan felsefeciler; moderne uymadığı için Kur’ân’ın en az yarısını inkâr ve iptâl eden Peygamber düşmanı târihselciler; modernizme meftûn, râm ve hayrân olan, bir türlü teslim olamadıkları için Kur’ân’ı ve İslâm’ı teslim alamaya kalkan, modern-bilim ve teknolojiye tapan oryantâlist yalakası akıl-perest modernistler, lâikler, seküler olanlar ve bir bok zannettikleri kişilere ve siyâsî lîderlere tapan muhâfazakârlardır. Buna karşı çıkanlar ise Kur’ân ve Sünnet yolunda olan samîmi-ciddî mü’minlerdir:  

 

Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sâhipleridir” (Zümer 18).

 

Yemeği sulandırmak onu “zenginleştirmek ve fazlalaştırmak” demek olmadığı gibi, İslâm’ı sulandırmak da “onu genişletmek ve zenginleştirmek” demek değildir. Yemeği sulandırdığınızda nasıl ki duru ve tatsız bir şey oluyorsa ve ona “yemek” demek mümkün olmazsa, İslâm’ı sulandırmak için ortaya atılan düşünceler ve sözler de “din” değildir, hele İslâm hiç değildir.

 

Allah’ın emir ve yasaklarını tam olarak yerine getirenler, beşerin sulu kânunlarını uygulamada gevşek davranırlar ve bu sulu kânun ve kurallarına ancak mecbur olduklarında “gevşek ve az şekilde” uyarlar. Bu aynen “açlıktan ölmemek için ölmeyecek domuz eti yemeye” benzer. Beşerin kânunlarını uygulamada çok titiz olanlar ve bundan zinhar tâviz vermeyenler ise, Allah’ın kânunlarını uygulamada çok gevşektirler. Bu nedenle de Allah’ın hükümlerini-kânunlarını sulandırdıkça sulandırmak isterler. Dîne “gevşek” bir şekilde bağlı oldukları için Allah’ın dînini sulandıranlar, “Dünyâ’ya ve dünyevî olan sıkı bir şekilde bağlanmak”la cezâlandırılırlar. Bu cezâ onların alttan-alta dîne düşman olmalarına yol açar. Bu düşmanlık da “dîni sulandırmak” olarak açığa çıkar. Bu yüzden din hakkında yaptıkları yorumlar hep sulu olur ve sulu olduğu için de, dîni kıvamında tatmış olanlara tat vermez. Zâten bu nedenle sulandırılmış dîne sürekli olarak sos, baharat ve farklı malzemeler ekleyip dururlar.

 

Modernizm, 2. Dünyâ Savaşı sonuna kadar kendisini “hakîkatin tek temsilcisi” olarak görüyordu. 150-200 yıl boyunca bunu seslendirdi ve tüm Dünyâ’ya dayattı bu anlayışı. 1950’lerden sonra bu dayatma artık işe yaramayınca, “post-modernizm” denen ve “hakîkati izâfileştirme ve çoklaştırma” düşüncesi modernizmin yerini aldı. “O da doğru, bu da doğru” diyerek ve doğruyu çoğaltarak hakîkati sulandırdı ve gerçekliği bulandırdı. Post-modernizm, modernizm gibi dîne -en azından görünüşte- düşman değildir ve dîni serbest bırakır ama genel anlamda hakîkati bulandırdığı için bu-arada din, daha doğrusu dînî yorum ve müslümanlar da sulanmaktadır.

 

“İctihad kapısının kapalı olması” büyük bir sorundur. Fakat ictihad kapısını açmak hakkıyla yapılmadığı için, kafaları moderniteyle sulanmış olanların din hakkında yaptıkları sulu yorumlar, “İslâm’ı modernize etmek”le sonuçlanmıştır. Çünkü bu serseriler, “ictihad kapısını açma”nın, “İslâm’ı modernizme uydurmak” olduğunu zannetmektedirler. İslâm’ı modernizme uydurmak demek ise, “İslâm’ı modern akla, modern zihniyete ve modern paradigmaya uydurmak” demektir ki “İslâm’ı modernizme uydurmak” diye bir şey söz-konusu olamaz. Zîrâ İslâm bir şeye uydurulacak bir din olmadığı gibi, tam-aksine İslâm’ın “tüm Dünyâ’yı, hayâtı ve mekânı İslâm’a uydurmak” hedefi vardır.

Modernizm “Allah’a göre” olmayı ve yapmayı terk edip, “insana, akla, doğaya, maddeye, eşyâya vs. göre olmak ve yapmak” demektir. Yâni modernizm “Allahsızlık” demektir. Peki bu-durumda “Allah’ın dîni” olan İslâm, modernizme nasıl uydurulacak ki!. İslâm moderne zinhar ve aslâ uymaz ama kendini müslüman zannedenler moderniteye köpek gibi uyabilirler ve uymaktadırlar.     

 

Müslümanlar, modernizm ile zihinleri ve kâlpleri kuşatılmış olduğu için, İslâm’ı anlamak ve uygulamak için, kendilerine “ağır bir sorumluluk örneği” yükleyen Sünnet’i değil de, felsefesi, her-şeyi sulandırmak olan tasavvufu seçiyorlar. Zîrâ Sünnet sorumluluğun, zorluğun, gayretin ve cihadın örnekliğiyken, tasavvuf ise, insandan her türlü sorumluluğu alarak Allah’a veren “sınırsız bir şirk sistemi”dir.

 

İslâm, ilk-insan yâni Hz. Âdem ile başladığından, İslâm’ın olmadığı bir zaman olmamıştır. Bu nedenle “vâr-oluşun doğal ve normâl zorluklarını ve dînin yüklediği bedelleri ödemeyi göze alamayanların; dîni aşırı yoruma tâbi tutarak ve başkalaştırarak geliştirilen bâtınilik-mistisizm yâni literatürdeki adıyla tasavvufa sığınıyorlar. Oysa tasavvuf, dînin sulandırılarak -güyâ- kolaylaştırılan, salt bir ahlâk ve keşif-ilhâm ile aşırı yorum şekline dönüştürülmüş bir şirk sistemidir.

 

Tasavvufta bütün dinler “bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve milletler de tek bir din ve tek bir millettir.. İşte, bu nedenle Celâleddin Rûmi: “Ben, yetmiş üç mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle sesleniyor: “Yine de gel, yine de gel, her ne isen öyle gel!. İster kâfir, ister mecûs, ister putperest ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâh değildir. Eğer yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.

 

Celâleddin Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran bir çağırış şeklidir ve yanlıştır. Zîrâ İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir yer değildir. Zâten Kur’ân’a da aykırıdır:

 

“Sen, onların hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).

 

Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dînin baş-örtü versiyonu da, Kur’ân’ın târif ettiği ile alâkası olmayan ama modernizme tam uygun olarak bağlanan baş-örtüsü şeklidir. Post-modern Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansımasıdır bu bağlayış şekli. Dîne karşı din, baş-örtüsüne karşı baş-örtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın netîcesi. Modernite tarafından sulandırılmış muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.

 

Müslümanlığı sâdece bir kültürden ibâret zannedenler böyle yapar. Öyle ya; lâik-merkezli eğitim veren okullarda dîni değil de “din kültürü” adı altında dînin sâdece kültürünü öğrendiler. Bu nedenle de dînin ne olduğundan haberleri yok. Zâten dînin özü olan Kur’ân’ı hayatlarında bir-kez bile okumuyorlar. Ne olduğunu bilmedikleri ve bu nedenle “birilerinin” sulandırdığı gibi zannediyorlar Kur’ân’ı.

 

Birileri de Kur’ân okumayı “beyni sulandıran” bir şey zannediyor. Şeytanın uşakları olan tâğutlar ve onların ülkelerdeki uşakları olan taşeronlar, şerefsizlikleri anlaşılmasın diye, onların kirli yüzlerini net olarak ortaya koyacak tek Kitap olan Kur’ân’ı okuyanların beyninin sulanmış olduğunu uydurmuşlardır. Düşünsenize, kitap okuyarak beyin sulanıyorsa, o-hâlde “Nutuk” okuyunca da beyin sulanır. Kur’ân okumakla beyin sulanıyorsa, o zaman bu, “kitap okumak beyni sulandırır” demektir. Çünkü Kur’ân da bir kitaptır. Kitap okuyunca beyin sulanıyorsa, bir kitap olan Nutuk’u okuyunca da beyin sulanır. Bedeni sağlamlaştırmak için jimnastik nasıl işe yarıyorsa, zihni canlandırmak ve sağlamlaştırmak için de “beyin jimnastiği” yapmak gerekir ki bunun için en ideâl kitap Kur’ân’dır. Müslüman doğulmaz, müslüman olunur. Çünkü müslümanlık bir irâdesiz vâr-olma şekli değil, bilinçli-irâdeli bir vâr-olma şeklidir.

 

Şu da var ki, beyin dediğin bir suyun içinde bulunur ve yüzer durur. Beynin %90’ı sudur zâten. Bu yüzden beynin “sulu” olması kötü değil iyidir. Çünkü normâl olan beynin sulu olmasıdır. Eğer Kur’ân okumak beyni sulandırıyorsa, demek ki Kur’ân okumak beyin sağlığı için çok iyi bir şeydir. Asıl sorun “Kur’ân’ı okuyanların beyninin sulanması” değil, “Kur’ân’ı okumayanların beyinlerinin kuruması”dır.

 

Etik, ahlâkın sınırlandırılmış ve sulandırılmış hâlidir. Fakat ahlâk ne sınırlandırılmaya ne de sulandırılmaya gelir. Ahlâktan bir tâviz verilmesi zinhar söz-konusu edilemez. İnançları sulanmış olduğu için gevşemiş olan insanlar-müslümanlar ahlâka uymuyorlar diye bunun suçlusu ahlâk ve İslâm değildir, ahlâksızlığın suçlusu kâlpleri “susuzluktan” yâni vahiysizlikten kararmış olan insanlardır-müslümanlardır.

 

Koyu ve saf dindarlık kötülenirken sulu ve gevşek dindarlık “ölçülü ve dengeli müslümanlık” olarak kabûl görüyor. Oysa sulu ve gevşek olan “sağlam” olmadığı için kişinin sağlam adımlarla yol alması mümkün değildir.

 

Dînin saf olanının değil de sulu olanının yolundan gidenler, âhirette kupkuru bir çöl ateşiyle karşılaşırlar da “biraz su” diye yalvarırlar ama onlara sunulacak olan “irin”den başkası olmaz.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder