“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 1).
Zevâhir, zâhirin çoğulu olarak; “bir şeyin dışardan
görünüşü, dış yüz, dış görünüm” demektir. Dînî terim olarak ise; “dîne sâdece
zâhiri yönden bağlı olma, sımsıkı olmayan bir bağlılık, îmânî değil, kültürel
bir bağlılık” anlamındadır. Müslümanların çoğunun dîne olan bağlılığı içten,
samîmi ve îmânî bir bağlılık değil, kültürel bir bağlılıktır. Bu tür bağlılık,
mü’minlik olarak değil, müslümanlık olarak ifâde edilir. Mü’minlik ile müslümanlık
bu bağlamda aynı değildir. Zâten Kur’ân da bu ayrımı yapar:
“Bedeviler,
‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak ‘İslâm (müslüman veya
teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucûrât 14).
Mü’min olmakla müslüman olmak arasında fark vardır.
Her mü’min aynı-zamanda müslümandır fakat her müslüman aynı-zamanda mü’min
değildir, olmayabilir. Müslüman, Allah’a ve onun peygamberlerine,
peygamberleriyle gönderdiği tüm hükümlerine inanan yada bunu kabûl eden
kişidir. Aslında “inanma” ile “kabûl etmek” arasındaki farktır bu. İnanmak “kâlp”
ile ilgiliyken, kabûl etmek kâlpten ziyâde “zihin” ile, “kültür” ile, “alışkanlık”
ile alâkalıdır. Yâni “kabul eden” kişi, kabûl edebileceği, kendine göre daha
uygun bir şey ile karşılaşsa onu kabûl etmeye başlayabilir. Çıkar ile
ilişkilidir bu. Bu anlamda “müslüman”dan kastımız, “çıkar müslümanı”dır. Îman
ise; eğer münâfıklık yapılmayacaksa, kâlbinin onayından sonra olur.
Müslümanlığın tezâhürü kâlpte her zaman
görülmeyebilir fakat îmânın tezâhürü dış âlemde görünmek zorundadır. Zîrâ îman
sâdece kâlpte kalabilecek-durabilecek bir şey değildir. Hattâ îman, kâlbe
hapsedilirse zamanla değeri azalır, samîmiyeti kaybolur. Îmânın ispâtı, eylem
ile olur. Îmânın sağlaması eylem ile yapılır ancak. İman ettiği hâlde namaz
kılmamak, oruç tutmamak, hacca gitmemek, okumamak, çalışmamak, zekat vermemek,
savaşmamak olmaz, olamaz. Îman, eylemden bağımsız olamaz çünkü. Kendini illâ ki
eylemde göstermek zorundadır. Bu zorunluluk îmânın potansiyelinde vardır. Eğer
îman varsa, mutlakâ eylemin zorlaması da vardır ki kişi bu zorlamaya çok fazla
karşı koyamaz. Hayâtı pahasına da olsa o eylemi ortaya koyar. Eğer “eylemsiz
îman olur” deniliyorsa, buna îman değil, “inanç” denebilir ancak ki bu da,
mevcut ve iktidarda olan inanca psikolojik ve kültürel bir katılımdır ancak.
Îman kâlp işi olduğu hâlde, İslâm daha çok îmânın
amel olarak dışarıya yansımasını ifâde eder. Normâlde bu şekilde olması
gerekir. Fakat modern zamanlarda, “îman olsun da, İslâm olmasın”, yâni “îman
olsun ama amel olmasa da olur” düşüncesi öne çıkarılmıştır. Fakat bu durumda
îman da îma olmaktan çıkar. Zîrâ îman, amel-eylem demektir.
Şöyle bir şey de var ki; zâten insanların-müslümanların
tamâmının mü’min olması çok zordur ve Allah da bizden böyle bir şey beklemez.
Fakat müslümanların içinden samîmi-içten-ciddî-gayretli bir mü’min topluluğun
olmasını da şart koşar ki zâten Allah’ın murâdı böyle bir toplum oluşturarak,
bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecini ortaya koymak ve zulmü ortadan
kaldırmaktır. Allah Kur’ân’da bu konuda şöyle der:
“Sizden;
hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
İşte bu topluluk ile birlikte bir bilinç ve eylem
başlayacak ve Allah’ın yardımıyla bu bilinç eylem, sonunda devlete ve
medeniyete dönüşecektir. Bundan sonra oluşacak olan fetihler, insanları bu dîne
yönlendirecek ve müslümanlar olarak bu dîne katılacaklardır. Çünkü insanlar
riski sevmezler, zîrâ risk, mallardan başka canların bile riske atılması
anlamına gelebilir ve bu da doğal ve normâl olarak -az bir kısım mü’minler hâriç-
insanlara zor gelir. Bu nedenle güçlenmiş ve sağlam adımlarla yoluna devâm eden
oluşumlara katılabilirler. Kur’ân’da bu şu şekilde ifâde edilir:
“Allah’ın
yardımı ve fetih geldiği zaman, halkın akın-akın Allah’ın dînine
girdiğini göreceksin” (Nasr 1-2).
Böyle bir katılımı tabî ki kötülemiyoruz ve bunun çok
önemli olduğunu söylüyoruz. Ne de olsa Dünyâ’yı aydınlatacak ve iz bırakacak mü’minler
böyle ideâl bir Müslüman toplum içinden çıkacaktır. O hâlde “müslümanlar,
potansiyel mü’minlerdir” diyebiliriz. Fakat Allah, İslâm’a katılan kişilere bâzı
sorumluluklar ve zorluklar yükler. Zîrâ imtihanın doğasında vardır bu.
İnsanları denemek, yaratmanın nedenlerinden biridir. Allah bu zorluklardan ve sorumluluklardan
Kur’ân’da şöyle bahseder:
“Yoksa siz,
Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırd-etmeden ve sabredenleri de
belirtip-ayırd-etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?.
Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar
ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’
diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
Yâni Allah diyor ki; “Siz tamam müslüman oldunuz ama,
müslüman olmak ne demek?; müslüman olmak neyi gerektirir bunu biliyor musunuz?.
Dünyâ cennet değildir ki gönlünüze göre yaşayasınız ve sonra da diğer âlemde ebedî
cennete giresiniz. Benim size gönderdiğim kitaptaki emirlere uymalısınız. Bâzı sorumluluklar
almalısınız, zorunlu yada gönüllü olarak bâzı yüklerin altına girebilmelisiniz.
Nefsiniz, şeytan ve tağutlar boş durmuyor. Siz de bunlara karşı bir
mücâdele-mücâhede içinde olmalısınız. Ben zâten tüm âlemi ve sizi bunun için
yarattım, sizi bu şekilde deneyeceğim ve hakkedeni cennetime yerleştireceğim”.
Evet; mü’min demek, Allah’ın dediği bu yolda
canla-başla-gayretle cehd ederek gitmektir. Fakat henüz îman kâlplerine
girmemiş olanlar da bâzı fedâkârlıklarda bulunmalıdırlar. Uykularından,
(teheccüd) yeme-içmeden (oruç), paralarından (zekat), canlarından (cihad) gibi
ibâdetler Dünyâ’da yapmanız gerekenlerdir. Allah ancak bunları gücü yettiğince
yapanları cennetine sokacaktır. Yoksa sâdece “kıl beşi bil işi” cinsinden
namaz; sıcak günlerde oruç yerine fidye; kendisi yerine başka birini hacca
göndermek; Ebu Leheb gibi paralı askerlik; zekatı 40’da birin de 40’da biri
kadar zorla vermekle cenneti kazanamazsınız. Cennet “yol geçen hanı” mı ki önüne
gelen oraya girsin. Cennet o kadar ucuz mu?. 40 yıl çalışıp çabalayıp da dandik
bir evi bile zor alabilirken, ebedi süper-âlem olan cennete o kadar kolay mı
ulaşacaksınız?.
Sâdece zâhiri bir-kaç ritüeli (ibâdeti değil) yapıp
da kasıla-kasıla mü’min gibi davranmak de ne oluyor?. Ne için kaygılandın, ne
için malından sarf ettin, seni ne uyutmadı, neyi eleştirdin, neye îtiraz ve
neye isyân etin?. Ne o, yoksa senin yerine bunları yapan şeyhler, lîderler,
efendiler, câmide ölmüş olanlar, çarmıhta ölmüş olanlar, dedeler-nineler-atalar
mı var?. Sana ne onlardan!. Sen kendine baksana!. Sen ne yapıyorsun?, ama
gerçekten ne yapıyorsun ona bak. Usûlden değil, esastan yaptığın ne var?.
Zevâhiri kurtarmakla cenneti garantilediğini mi sanıyorsun?. Cennete hak kazandığını
sana Allah söyler; şeyhin, hoca-efendin, lîderin, patronun, halkın vs. değil. O
kıldığın namazın, tutuğun orucun benzerini, münâfıkların reisi Abdullah bin
Ubey de yapıyordu. Allah onun için, Peygambere “namazını kılma” dedi.
Düşünebiliyor musunuz?. Allah; namaz kılan, oruç tutan, birazcık da olsa zekat
veren, hacca giden vs. biri için peygamberine “onun namazını kılma” diyordu. O
hâlde sâdece zâhiri olarak bu nüsukları-ritüelleri (ibâdet değil) yapmakla
kurtulamıyor insan. O samîmiyeti, ciddiyeti, gayreti sarf etmeden,
teslimiyetini ispatlamadan kabûl etmiyor Allah. Böyle yapılmayan ibâdetler için
diyor ki:
“İşte (şu)
namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar. Gösteriş
yapmaktadırlar ve ‘ufacık bir yardımı (veya zekatı) da’ engellemektedirler” (Maun 4-7).
Ritüelin gereğini yapmaktır ibâdet. İbâdet, namazdan-oruçtan-hacdan
sonra başlar. “Namaz kılanlar ve zekat verenler” denir Kur’ân boyunca. Namazın
gereği, zekatı vermektir. “Haccı tutmak”tan bahsedilir meselâ. Haccın gereğini
yapmaktır o. Yoksa sakal bırakmak, belli bir giyim şekline sâhip olmak ve
namazları cemaatle kılmak değildir sâdece. Siz Peygamber zamanında yaşayan; Ebu
Leheb, Ebu Cehil, Ebu Sufyan, Velid bin Muğire gibilerini ne zannediyorsunuz?.
Onlar ateist ve inançsız kişiler miydi zannediyorsunuz?. Onlar Mekke şirk dîninin
önde gelen kişileriydi. Mekke şirk dîninin evliyâlarıydılar. İbrâhimî
dinlerini, gereğini yapmayarak, içten-samîmi olmayarak, fedâkârlıkta
bulunmayarak ve sâdece zevâhiri kurtararak yerine getirme düşüncesinde olduklarından
dolayı şirke düştüler. Öyle ki, taştan-tahtadan putlara yalvarmak bile normâl
görünmeye başladı onlara. Şirk Allah’ın bir cezâsıdır. Dîni sâdece dıştan,
görünüm olarak ve zâhirde yaşamak düşüncesinde olanlar, bir-zaman gelir ondan
da vazgeçerler ve şirke düşerler. Öyle ki artık şirk unsuru olmayan bir şey
bırakmazlar, maddenin ilahlaştırıldığı günümüzde olduğu gibi. Bu nedenle hiç
kimse, Firavun gibi yaşayıp Mûsa gibi bir âkıbet beklemesin. Modern
müslümanlar, dışı boyayıp parlatıyorlar ama içler rutûbetten, çürümüşlükten
yıkılmak üzere. Zevâhir parlak, içler ise çürümüş durumda. Hz. Îsâ’nın
deyimiyle; “Badanalı kabirler” gibiler.
Müslüman bir çeşit “sözleşmeli müslümandır”. Mü’minliğe
geçmesi, bu sözleşmeye ne kadar bağlı olduğu ile ilgilidir. Müslümanların içlerinde
samîmi ve ciddî olanlar yada buna meyyâl olanlar da olabilir tabi. Bu bağlamda
müslümanlık, tâbir-i câizse “mü’minliğe giriş”tir. Mü’minliğe girmek demek,
samîmiyete, ciddîliğe, gayrete, azîmete, fedâkârlığa ve en nihâyetinde şehâdete
bile tâlip olabilmek demektir. Bunları göze alabilmektir. Ey müslümanlar!.
Bunları göze alabilmek için paçaları sıvamanın vakti gelmedi mi daha?. Ne
duruyorsunuz ve neyi bekliyorsunuz?. Ne zaman ilim yoluna gireceksiniz?. Ne zaman
ilminiz bilince-şuura dönüşecek ve bir eleştiri, îtirâz ve isyânda
bulunacaksınız zulme ve adâletsizliklere. Ne zaman “mevcut”tan vazgeçip eyleme
geçeceksiniz, devlet kuracaksınız ve bir medeniyet başlatacaksınız?. Böyle bir
niyetiniz var mı?. Yok gibi gözüküyor. Fakat şunu bilin ki, Allah’ın niyeti
budur:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
Ramazan Yazçiçek:
“İlmiyle âmil olmak” Kur’ân’ın temel uyarısıdır. Kur’ân’da nerede îman
etmekten bahis varsa hemen ardından bunun sâlih amel ile teyid edilmesi
istenir. “Îman edip sâlih amellerde bulunanlar…” Kurtuluşa erecek olanların
bunlar olduğu bildirilir. Yâni ‘ilim’ için bir anlamda îman diyecek olursak, ‘âmil’
olma da sâlih amel işlemektir. Îman, sâhibinden teyid edilmeyi bekler; dolayısıyla
teyid edilinceye dek îman bir iddiâ mesâbesindedir. Allah’a yönelim, teslîmiyet
îtibâriyle verilen sözün gereği yerine getirildiğinde yâni âmil olunduğunda
teyid edilmiş olunur. Unutulmamalıdır, teslimiyet temsiliyeti gerektirir.
Teslimiyetten kastımız, tevhid inancının gereklerinin kişide ete-kemiğe
bürünmesidir. Ne var ki, tek-başına tevhidin bilgisine sâhip olmak kişiyi
muvahhit kılmadığı gibi, ahlâkın bilgisine sâhip olmak da ahlâklı olmak demek
değildir” der.
Adamlar bir film yapmıştı ve adına “Er Ryan’ı Kurtarmak”
koymuştu. Bir kişiyi kurtarmak için ölüm pahasına yapılan ciddî bir mücâdele.
Kendi toplumları-milletleri için iyi bir örneklik. Zevâhiri kurtarmakla Er Ryan’ın
kurtulamayacağını anlatıyor. Bilinsin ki, zevâhiri kurtarmakla îmanlar kurtulmaz,
cennete ise hiç girilemez. Zevâhiri kurtarmak anlayışı, dîni, uçurumun kenarında
yaşamak gibidir. Her an kayılıp yuvarlanılabilir o uçuruma. Çok risklidir yâni.
Ey Müslümanlar!. Allah râzı olsun; müslüman=teslim
oldunuz. Allah mübârek etsin. Fakat bu teslimiyetin derecesini yükseltmeyi
düşünmez ve istemez misiniz?. Mü’minliğe adım atmayı.. Bu uğurda yapılması
gereken şeyler vardır ki asr-ı saadet süreci bunun örnekleriyle doludur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
(Not: Bu yazıyı ilk
önce kendime yazdım).
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder