“Bunlar, sana “doğru haber” (kıssa) olarak
aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış,
(hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı
silinmiş)tir” (Hûd 100).
Modern zamanlarda insanlar
geçmişe karşı aşırı bir alerji duymaya başlamışlar ve geçmiş ile ilgili
kavramlar sövgünün konusu olmaya başlamıştır. Geçmişten bahseden herkese
gerici-yobaz-câhil gibi suçlamalarda bulunulmuş ve modern olmamak neredeyse bir
suç gibi, bir günah gibi telâkki edilmeye başlamıştır. Modern zamanların
hazzını yaşayan ve bundan son derece memnun olanlar için bu durum normâl olarak
gözükebilir. Zîrâ onlar mevcut dünyânın modern hazlarını yaşamanın verdiği
orgazm hâli ile günlerini gün etmektedirler ve Dünyâ’nın aç-susuz,
sefil-perişân hâldeki insanları umurlarında bile değildir. Fakat bu duruma müslümanların
bir kısmı da katılıyorlar ve geçmişe karşı bir tiksinti duymaya başladılar.
Modernizm ile o kadar büyülenmiş durumdalar ki, mevcut kötü durumlarını
modernizm ile kıyaslıyorlar ve eskiye olan bağlılığı hem kötü hem de yanlış
buluyorlar. Artık geçmişe kıyasla değil, modernizme kıyasla ve
modernizm-merkezli okumalar, düşünmeler ve yorumlamalarda bulunuyorlar. Fakat
ortaya net çözümler koyamıyorlar. Geçmişten alınan ilhamla İslâm ve
müslümanların huzûra ermeyecekleri, bu nedenle de modern okuma, yorum ve eylemlerle
durumlarını düzeltecekleri zehabına kapılmaktadırlar. Zulüm-acı-feryat ayyuka
çıkıyor modern-merkezli İslâm anlayışı ile. Hâlbuki Kur’ân’ın üçte biri hattâ
daha fazlası peygamberlerin hayatlarını ve kıssalarını içeriyor ve bilindiği
gibi kıssalar %100 geçmişle ilgilidir. O hâlde geçmişle bağı koparmak yada
gevşetmek, kıssalarla dolayısıyla Kur’ân’ın büyük kısmı ile bağını koparmak yada
gevşetmek anlamına geliyor. Kur’ân okumak, bir nevî geçmişi okumak anlamına da gelir
çünkü.
Geçmişe söve-söve hâfızamızı
yitirdik. Geçmişle bağı koparınca, Kur’ân’ın nerdeyse yarısını oluşturan
kıssalar bu durumda ne olacak?. Bir değeri yok mudur o anlatılanların. Çünkü
geçmişi anlatıyor. Yine Kur’ân’da meselâ; “İdris’i de an” denir. İdris’i anmak,
geçmişi anmak değil midir?. İdris’i anmak, geçmişe dönmek demektir. Kişiyi
binlerce yıl önceye dâvet edip götürüyor ve oradan bir ders alınmasını istiyor
Kur’ân.
Hem biz neden geçmişe
dönmeyelim ve geçmişle bağımızı koparalım yada gevşetelim?. Bizim geçmişimiz “batı”
gibi karanlık değildir ki. Bir medeniyet vardır bizim geçmişimizde, bir kültür,
vicdan, merhâmet, sanat, dil, ses, söz, devlet, millet üretmiştir. Bir nûr
olmuş ve Dünyâ’yı aydınlatmıştır. Bizim geçmişimiz batı’nın geçmişi gibi
değildir. Onların geçmişi bir dogmadır ve onlar o dogmaya sövmüş ve
yıkmışlardır onu ama maalesef yerine modern şeklinden başkasını da getirememişlerdir.
Vahiy-merkezli değildir zîrâ. Geçmişi de yenisi de şimdisi de vahiy-merkezli
değil, insan-merkezli olduğundan, her iki dönemde de zulm üretmiştir,
üretmektedir. Abdrurrahman Arslan:
“Bizim bugünümüzü kuran kimdir?. Biz bugünümüzü şu-anki
düşüncelerimizle mi kuruyoruz?. İstesek de istemesek de geçmişten gelen üzerine
bir şeyler konuşabiliyoruz. Bu elde değil, bu bizim kaderimizdir. Her peygamber
öncekilerinin izleri üzerine gönderilmiştir. Hâşâ bu, boşa söylenmiş bir söz
olabilir mi?. O izlerin sürekliliği insanoğlunun târihindeki önemli bir
noktadır. Esas düşünülmesi gereken şu: Ya o izler kaybolduğu zaman ne
yapacağız?. Acaba târihte o izler kaybolmak üzereyken mi peygamberler geliyor?.
Biz bunların üzerine düşünmedik. O izler her zaman olumsuz mudur?. Bizim için
bir ışık veremez mi?” der.
Batıda modernliğin geleneğe
karşı çıkmasını anlıyorum. Çünkü batıda gelenekle dogma özdeştir. Oysa bizde
öyle değildir. Bizim dogmamız yoktur. Bizim medeniyetimiz, kültürümüz, vicdan
ve merhâmetimiz vardır. Bu nedenle bizim geçmişle bir sorunumuz olamaz,
olmamalı. “Geçmişe sövmek” müslümana yakışmaz bu nedenle. Geçmişe söven batı,
onun yerine daha kötüsünü koymuştur ve “gelen gideni aratır” misâli daha beter
bir duruma düşmüştür. Başka milletleri de kendine benzetmek istemesi, bir bakıma
psikolojik bir rahatlama amacıyladır. Çünkü bir sorun herkeste olursa güyâ
rahatlayacaklar. Fakat kendileri çirkef içindeyken diğerlerini huzur içinde
görmek istemiyorlar. Onlar geçmişe sövmek sûretiyle bu çirkefliğe
düştüklerinden, başka milletlerin de, -kaliteli de olsa- geçmişlerine
sövmelerini ve kendileri gibi olmalarını istiyorlar ki mevcut çirkeflikleri
doğal ve normâl hâle gelmiş olsun. Zîrâ bir çirkeflik herkeste varsa, o
çirkeflik daha kolay “doğal olan” olarak kabûl edilebiliyor.
Geçmişe dönmekten
bahsetmiyoruz, “geçmişin rûhuna dönmek”ten bahsediyoruz. Bu çağa taşıyacağımız,
geçmişin fizîki, mekânî tarafı değildir. Belki bâzı gelenekleri de taşınacak ve
diriltilecek ama asıl taşınacak olan geçmişin rûhudur. Dünyâ’yı aydınlatan o rûh.
O zamânın müslümanlarının Dünyâ’yı aydınlattığı rûh, şimdiki zamânı da
aydınlatabilir. Biz geçmişin hiç-bir şeyini almasak ve her şeyine sövsek de,
rûhunu kötüleme ve rûhuna sövme hakkımız yoktur. Zîrâ o rûh, vahyin, sünnetin
rûhudur. O rûhla zamânı yeniden inşâ edebiliriz. O rûhu günümüze taşımak,
modernizme sövmek anlamına geliyor. Zâten modernizme sövülmediğinde, İslâm’i
geçmişe ve o İslâm’i rûha sövülüyor ve geçmiş, “günah keçisi” îlan ediliyor.
Böylece rûhunu İslâm yerine şeytandan alan modernizm üzerinden yeni bir modern
zulüm başlatılıyor.
Atasoy Müftüoğlu:
“Geçmişe kapanıp kalmak ne kadar
yanlış ise, geçmişe kapalı kalmak, geçmişi unutmak da bir o kadar yanlıştır”
der.
İslâm bizden, kendisini bu-güne benzetmemizi değil,
bu-günde yaşatmamızı emrediyor. İslâm’ın bu zamanda yaşatılması, İslâm’ı bu
zamâna hâkim kılmak anlamına geliyor. Tabi bunun bedelleri var ve bu bedelleri
ödemekten kaçıldığında, “yaşamak” yerine “benzemek” öne çıkartılıyor ve ilkeleştiriliyor.
Geçmişin bir geleneği var ve
o gelenek Dünyâ’ya hâkimiyet kuran İslâm geleneğidir. Kur’ân ve sünnetle
uyuşmayan ve hattâ aykırı olan taraf zâten “gelenek”tir, yâni İslâm’ın geleneği
değildir ki!. O hâlde geleneği de ayırmak, İslâm geleneğini oluşturan rûhu
idrâk edip hissetmek gerekir. O idrâk ve his ile bu zamânda da bir
bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine girilmelidir. İhtiyâcımız olan
şey, geçmişin tozu-toprağı değildir. Geçmişin rûhudur. Tâ “en geçmiş”ten gelen
İslâm rûhudur. Vahyin ve sünnetin rûhu.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder