23 Haziran 2016 Perşembe

Geçmişe Söv(me)mek


“Bunlar, sana “doğru haber” (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş)tir” (Hûd 100).

 

Modern zamanlarda insanlar geçmişe karşı aşırı bir alerji duymaya başlamışlar ve geçmiş ile ilgili kavramlar sövgünün konusu olmaya başlamıştır. Geçmişten bahseden herkese gerici-yobaz-câhil gibi suçlamalarda bulunulmuş ve modern olmamak neredeyse bir suç gibi, bir günah gibi telâkki edilmeye başlamıştır. Modern zamanların hazzını yaşayan ve bundan son derece memnun olanlar için bu durum normâl olarak gözükebilir. Zîrâ onlar mevcut dünyânın modern hazlarını yaşamanın verdiği orgazm hâli ile günlerini gün etmektedirler ve Dünyâ’nın aç-susuz, sefil-perişân hâldeki insanları umurlarında bile değildir. Fakat bu duruma müslümanların bir kısmı da katılıyorlar ve geçmişe karşı bir tiksinti duymaya başladılar. Modernizm ile o kadar büyülenmiş durumdalar ki, mevcut kötü durumlarını modernizm ile kıyaslıyorlar ve eskiye olan bağlılığı hem kötü hem de yanlış buluyorlar. Artık geçmişe kıyasla değil, modernizme kıyasla ve modernizm-merkezli okumalar, düşünmeler ve yorumlamalarda bulunuyorlar. Fakat ortaya net çözümler koyamıyorlar. Geçmişten alınan ilhamla İslâm ve müslümanların huzûra ermeyecekleri, bu nedenle de modern okuma, yorum ve eylemlerle durumlarını düzeltecekleri zehabına kapılmaktadırlar. Zulüm-acı-feryat ayyuka çıkıyor modern-merkezli İslâm anlayışı ile. Hâlbuki Kur’ân’ın üçte biri hattâ daha fazlası peygamberlerin hayatlarını ve kıssalarını içeriyor ve bilindiği gibi kıssalar %100 geçmişle ilgilidir. O hâlde geçmişle bağı koparmak yada gevşetmek, kıssalarla dolayısıyla Kur’ân’ın büyük kısmı ile bağını koparmak yada gevşetmek anlamına geliyor. Kur’ân okumak, bir nevî geçmişi okumak anlamına da gelir çünkü.

 

Geçmişe söve-söve hâfızamızı yitirdik. Geçmişle bağı koparınca, Kur’ân’ın nerdeyse yarısını oluşturan kıssalar bu durumda ne olacak?. Bir değeri yok mudur o anlatılanların. Çünkü geçmişi anlatıyor. Yine Kur’ân’da meselâ; “İdris’i de an” denir. İdris’i anmak, geçmişi anmak değil midir?. İdris’i anmak, geçmişe dönmek demektir. Kişiyi binlerce yıl önceye dâvet edip götürüyor ve oradan bir ders alınmasını istiyor Kur’ân.

 

Hem biz neden geçmişe dönmeyelim ve geçmişle bağımızı koparalım yada gevşetelim?. Bizim geçmişimiz “batı” gibi karanlık değildir ki. Bir medeniyet vardır bizim geçmişimizde, bir kültür, vicdan, merhâmet, sanat, dil, ses, söz, devlet, millet üretmiştir. Bir nûr olmuş ve Dünyâ’yı aydınlatmıştır. Bizim geçmişimiz batı’nın geçmişi gibi değildir. Onların geçmişi bir dogmadır ve onlar o dogmaya sövmüş ve yıkmışlardır onu ama maalesef yerine modern şeklinden başkasını da getirememişlerdir. Vahiy-merkezli değildir zîrâ. Geçmişi de yenisi de şimdisi de vahiy-merkezli değil, insan-merkezli olduğundan, her iki dönemde de zulm üretmiştir, üretmektedir. Abdrurrahman Arslan:

 

“Bizim bugünümüzü kuran kimdir?. Biz bugünümüzü şu-anki düşüncelerimizle mi kuruyoruz?. İstesek de istemesek de geçmişten gelen üzerine bir şeyler konuşabiliyoruz. Bu elde değil, bu bizim kaderimizdir. Her peygamber öncekilerinin izleri üzerine gönderilmiştir. Hâşâ bu, boşa söylenmiş bir söz olabilir mi?. O izlerin sürekliliği insanoğlunun târihindeki önemli bir noktadır. Esas düşünülmesi gereken şu: Ya o izler kaybolduğu zaman ne yapacağız?. Acaba târihte o izler kaybolmak üzereyken mi peygamberler geliyor?. Biz bunların üzerine düşünmedik. O izler her zaman olumsuz mudur?. Bizim için bir ışık veremez mi?” der.

 

Batıda modernliğin geleneğe karşı çıkmasını anlıyorum. Çünkü batıda gelenekle dogma özdeştir. Oysa bizde öyle değildir. Bizim dogmamız yoktur. Bizim medeniyetimiz, kültürümüz, vicdan ve merhâmetimiz vardır. Bu nedenle bizim geçmişle bir sorunumuz olamaz, olmamalı. “Geçmişe sövmek” müslümana yakışmaz bu nedenle. Geçmişe söven batı, onun yerine daha kötüsünü koymuştur ve “gelen gideni aratır” misâli daha beter bir duruma düşmüştür. Başka milletleri de kendine benzetmek istemesi, bir bakıma psikolojik bir rahatlama amacıyladır. Çünkü bir sorun herkeste olursa güyâ rahatlayacaklar. Fakat kendileri çirkef içindeyken diğerlerini huzur içinde görmek istemiyorlar. Onlar geçmişe sövmek sûretiyle bu çirkefliğe düştüklerinden, başka milletlerin de, -kaliteli de olsa- geçmişlerine sövmelerini ve kendileri gibi olmalarını istiyorlar ki mevcut çirkeflikleri doğal ve normâl hâle gelmiş olsun. Zîrâ bir çirkeflik herkeste varsa, o çirkeflik daha kolay “doğal olan” olarak kabûl edilebiliyor.  

 

Geçmişe dönmekten bahsetmiyoruz, “geçmişin rûhuna dönmek”ten bahsediyoruz. Bu çağa taşıyacağımız, geçmişin fizîki, mekânî tarafı değildir. Belki bâzı gelenekleri de taşınacak ve diriltilecek ama asıl taşınacak olan geçmişin rûhudur. Dünyâ’yı aydınlatan o rûh. O zamânın müslümanlarının Dünyâ’yı aydınlattığı rûh, şimdiki zamânı da aydınlatabilir. Biz geçmişin hiç-bir şeyini almasak ve her şeyine sövsek de, rûhunu kötüleme ve rûhuna sövme hakkımız yoktur. Zîrâ o rûh, vahyin, sünnetin rûhudur. O rûhla zamânı yeniden inşâ edebiliriz. O rûhu günümüze taşımak, modernizme sövmek anlamına geliyor. Zâten modernizme sövülmediğinde, İslâm’i geçmişe ve o İslâm’i rûha sövülüyor ve geçmiş, “günah keçisi” îlan ediliyor. Böylece rûhunu İslâm yerine şeytandan alan modernizm üzerinden yeni bir modern zulüm başlatılıyor.

 

Atasoy Müftüoğlu:

 

“Geçmişe kapanıp kalmak ne kadar yanlış ise, geçmişe kapalı kalmak, geçmişi unutmak da bir o kadar yanlıştır” der.

 

İslâm bizden, kendisini bu-güne benzetmemizi değil, bu-günde yaşatmamızı emrediyor. İslâm’ın bu zamanda yaşatılması, İslâm’ı bu zamâna hâkim kılmak anlamına geliyor. Tabi bunun bedelleri var ve bu bedelleri ödemekten kaçıldığında, “yaşamak” yerine “benzemek” öne çıkartılıyor ve ilkeleştiriliyor.

 

Geçmişin bir geleneği var ve o gelenek Dünyâ’ya hâkimiyet kuran İslâm geleneğidir. Kur’ân ve sünnetle uyuşmayan ve hattâ aykırı olan taraf zâten “gelenek”tir, yâni İslâm’ın geleneği değildir ki!. O hâlde geleneği de ayırmak, İslâm geleneğini oluşturan rûhu idrâk edip hissetmek gerekir. O idrâk ve his ile bu zamânda da bir bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine girilmelidir. İhtiyâcımız olan şey, geçmişin tozu-toprağı değildir. Geçmişin rûhudur. Tâ “en geçmiş”ten gelen İslâm rûhudur. Vahyin ve sünnetin rûhu.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2016

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder