9 Haziran 2016 Perşembe

Sermâyeden Yıkılmak


“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

Kapitâlizmin Dünyâ’da hâkimiyetini iyice sağlamlaştırmasıyla berâber, müslümanlar da kapitâlizmin büyüsüne ve güdümüne girdiler. Artık din-merkezli bir hayat değil, para-merkezli bir hayat anlayışı onları da kıskıvrak yakaladı. “Müslüman zengin olmalıdır” sözü bir îman akîdesi gibi söylenmeye başlandı. Fakat bakıldığında müslümanlar değil, sâdece “bâzı müslümanlar”ın zengin olduğu görülüyor. Oysa Allah müslüman-gayri müslim herkese eşit ve benzer seviyede bir zenginlik öngörmüştür:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

Modern muhâfazakâr müslüman, namazını bırakmıyor ve ondan ödün vermiyor, orucunu hiç aksatmadan tutuyor, kurbanı zâten kesiyor, haccına mutlakâ gidiyor (sonra el-âlem ne der?), zekatını da veriyor. Fakat verdiği zekatı 1/40 olan orandan bir dirhem bile fazla ver(e)miyor ve hattâ büyük bir çoğunluk o oranı da vermiyor. Allah aşkına; 400 milyar TL’si olup da bunun 1/40’ı olan 10.000 TL’yi zekat olarak veren birini tanıyor musunuz?. Tanıyan varsa beri gelsin. Evet; hiç-bir şeyde sorun yok, o “ibâdetler” mutlakâ yapılmalıdır ve modern müslüman bunları hiç aksatmadan yapıyor. Fakat bir yer var.. Daha doğrusu iki yer var: Mal ve can. İnfâk. İslâm’da sâdece, oranı 1/40 zannedilen zekat yoktur ki!. İslâm bir “hayır dîni”dir. “Verme dîni”dir. “İnfâk dîni”dir. Mü’min kişi bilir ki, tüm nifaklar infaksızlıktan doğar. Nerede infâk yoksa orada nifak vardır. İnfâk nifakın panzehiridir. 1/40 zekat oranı, İslâm’ın-Kur’ân’ın-sünnetin belirlediği bir oran değil, Mekke-müşriklerinin belirlediği bir orandır. Zâten sahabe de bu orana; “zekât-ı bâhil” derdi. Cimrinin zekatı yâni. Fakat 1/40 oranında verilecek zekat da aslında kurtarır ama bu oranı da veren yok ki. 2 ile 2’yi bile toplayamayanlar, iş zekat oranına gelince matematik dâhisi kesiliyorlar. Zekat vermesi gerekiyor ya; kaç gram, üzerinden bir yıl geçmiş mi, Cumâ günleri câmide dilencilere attığı bozukluklar da hesâba dâhil olacak mı vs. vs. Ne yapsa da bir yerlerden kesse!. Bir türlü veremiyor(uz). Ölüm gibi çok kesin olan bir şey vardır ki o da, ölen bir kişinin yanında 5 kuruş bile götürememesidir. Zâten kabirde yanına bir-kaç altın koysalar, mezar soyguncuları olan “nebbaş”lar, mezarı alt-üst edip yine ölüye bırakmazlar o parayı.

Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek şeytan çarpmışa dönerler. Şeytan, Hz. Âdem’i mülk ile kandırmıştı:

“Derken Şeytan Âdem’in kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik ağacını, yâni yok olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la yebla)” (Tâhâ 120). Bu âyet el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu vaadine kapılan-kapılana.

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor Peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı kullarının” üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek ister” diyoruz.

İhsan Eliaçık şöyle der:

“Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakr-u zarûret içindeydiler, ama şimdi öyle değil” diyorsanız fenâ hâlde yanılıyorsunuz. Tam-tersi; fırsat ellerine geçtiği hâlde bile-isteye böyle yaşadılar. Çünkü eşyâ ile ilişkileri, vâr-oluşsal duruşları farklıydı. Dünyâ’nın tam içindeydiler evet, hattâ üzerine-üzerine yürüdüler ama ona bambaşka bir yerden bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve îmânına sâhiptiler. Allah’a güvenleri muazzam, âhirete îmanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla, mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar “düşmüş” değildiler. Şu kapitâlist çağın insanları ve hattâ müslümanları olarak onları anlamakta ne kadar da zorlanıyoruz, değil mi?. Müslümanların düştüğü yer burasıdır; yâni mülk ile olan ilişkileridir. Kalkış da buradan olacaktır”.

Tağut tâbir edilen bir-kaç sermâyedarın ortaya attığı yeme (kapitâlizm) nasıl da seyirtiyor insanlar ve müslümanlar. Onlarla dostluk kurmak için neredeyse kıçlarını yırtacaklar. Hâlbuki onlara küfretmeleri emrediliyor:

“Dinde ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı, artık her kim Tağuta küfredip (yekfur bittâğûti) Allah’a îman eylerse o işte en sağlam tutamağa yapışmıştır; öyle ki onun için kopmak yok. Allah işitir, bilir” (Bakara 256).

Malcom X:

“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim” der.

Dünyâ’nın değişik yerlerinde müslüman kardeşlerimiz ve mazlumlar açlıktan-susuzluktan ölüyor da, ne onların açlıktan-susuzluktan ölmelerine neden olanlara bir ses çıkarabiliyoruz, ne de kardeşlerimizin ve mazlumların açlıktan-susuzluktan ölmelerine engel olabiliyoruz. Şimdi, ciddî-ciddî, “ben müslümanım” diyen biri var mı?. Biz gerçekten müslüman-mü’min mıyız?. Gerçekten âhirete îman ediyor muyuz?. Gerçekten cenneti mi arzuluyoruz?. Yoksa Dünyâ’yı mı?. Bakın îman âbidesi Hz. Ali şöyle demişti:

“Şimdi bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok yiyenlerin boğazını sıkmayı ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş olsa, damaklarına da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.

Daha ilk inen âyetlerde, insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği, dolayısı ile azacağı söylenir: “Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü “ğani’’dir. Anlamı ise; “mal ve mülk edinerek azmak” mânâsındadır. Modern zamânın müslümanlarından kendini müstağni görmeyen neredeyse yok gibi. Hem de bu müstağnilikle övünen övünene.

“Aç sabahlayıp da kılıcını çekmeyene şaşarım” diyor Hz. Ebuzer. İslâm’da aç kalan fakir, bir zenginin malını çalarsa, cezâ fakire değil zengine kesilir. Onun aç kalmasına neden olduğu için. Aç kalan ve yoksulluğu ayyuka çıkan kişiler zorla da olsa varlıklı kişilerin mallarına el koyabilir.

Hz. Ali der ki:

“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır”.

Seyyid Kutup ise şöyle der:

“Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzî etmek idi”.

Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  yaklaşık 18.000 TL eden bir para var. Bu para kişi-başı aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg. gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 6.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar, dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda bahsettiğimiz aylık 6.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu nedenle zorunlu ihtiyaçlar (ev/araba/yeme-içme/giyim-kuşam/iş) karşılandıktan sonra, bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi o para “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek tüketebilir.

“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

“Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor” (Hümeze 3).

“Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhidtir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır” (Âdiyat 8).

İslâm, kurduğu kardeşliği, infâk kurumu ile sağlamıştır. İslâm bir “köleleri özgürlüğe kavuşturma dîni”dir. Zor olan budur ve ibâdet olarak yapılan (aslında ritüeller) namaz ve oruçtan bile daha üstün tutulan şeydir. Çünkü namazın, orucun, haccın, kurbanın bir “gereği” vardır ki ibâdet olan, işin bu gereği olan taraftır. Diğer taraf işin kabuğudur ve işin gereği yapılmadığında bunlar ibâdet değil, nüsuk-ritüel olarak kalır. Kur’ân bundan şöyle bahseder:

“Ancak o, sarp yokuşa (fekkur akabe) göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak” (Beled 11-17).

Görüyor musunuz?; îmandan önce gelen şeyi. Köleleri özgürlüğe kavuşturmadan, ekonomik özgürlük getirmeden, açları doyurmadan sâdece şekilsel olarak namaz kılmakla, oruç tutmakla, hac yapmakla îmâna erilmiyormuş. Âyetin dediği gibi; köleleri özgürlüğe kavuşturmak îman, namaz ve oruçtan önce geliyor. Zâten İslâm da ilk başta sosyo-ekonomik konuları gündemine taşımıştı. Namaz-oruç-hac zâten Mekke-müşriklerinde de vardı yozlaşmış olarak. İnsanları sosyo-ekonomik yönden özgürleştirmedikçe İslâm hayatta görünür olamaz, hâkim olamaz ve yeryüzünden zulüm kalkmaz. Peki şu-andaki Dünyâ’daki müslümanların durumu nedir?. Büyük sosyo-ekonomik uçurumlar ayyuka çıkmış. (Ayyuk=göğün en yüksek yeri). Açlıktan-susuzluktan ölenler, feryât-figân. Peki neden?. İlk önce yapılması gereken şey yapılmadığı için. Nedir o?. Köleleri özgürlüğe kavuşturmak. Ekmeğin kölelerini, işin-aşın kölelerini. Nasıl olacak?. İnfâk ile, paylaşmakla. Ne oldu?.. Çok mu zor?. Evet, tabî ki de zor. Âyet de zâten “sarp yokuş” diyor. Zor olan. Mal canın yongasıdır. Malından vazgeçemeyenler bu nedenle canından hiç vazgeçemez. Lâkin şu bilinsin ki, bu durumun nedeni yâni infaksızlık, paylaşmamak, îman ile ilgilidir. Îmânın pratik görünümü olan güven ile ilgili. Âhirete tam olarak inanılsa da güvenememek.. Allah’a tam güvenememek ile ilgili. Bu nedenle de dünyâ-hayâtını gereğinden fazla sıkı tutmak:

“Ey insanlar!: “Yoksa âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).

Müslümanların yıkıldığı yer işte burasıdır. Sermâye. Sermâyeden yıkılmak budur ve modern müslüman sermâyeden yıkılmaktadır. Sermâyeyi bölüş(e)mediği için. Fakat savurmayacak, dağıtacak. Dağıtmayı rezil olacak kadar yapmayacak. Lâkin yapamıyoruz. Hem de müslüman kardeşlerimiz açlık-susuzluk çekerken. Müslümanların hâl-i pür melâlleri, sermâyeden yıkılmanın sonucudur. Sermâyeden vazgeçemeyenler, mü’min kardeşlerinin canlarından vazgeçebiliyorlar. İslâm-dünyâ’sının hâli-pür melâlinin nedeni bu konudur: İnfâk. Ümmetin âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır. Her konuda ahlâklı olmayı, ilim yolunda gidilmesini ve hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince “aslandan kaçan yaban eşekleri”ne dönüyorlar.

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 87).

Hz. Şuayb’ın kıldığı gibi bir namaz, yaptığı gibi bir salât, mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmayacağımızı söylüyor bize. “Atalarınız gibi taparsanız yâni onların din anlayışını sürdürürseniz, mallarınızın kölesi olursunuz” demeye getiriyor. İşte hakkıyla kılınan namaz, yerine getirilen salât böyle bir anlayıştan vazgeçirir.

İslâm’ın servet hakkındaki hükmü “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele (Tevbe 34).

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

Hârûn’a câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir vesselam.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder