“Sana neyi
infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah,
size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
Kapitâlizmin Dünyâ’da hâkimiyetini iyice
sağlamlaştırmasıyla berâber, müslümanlar da kapitâlizmin büyüsüne ve güdümüne
girdiler. Artık din-merkezli bir hayat değil, para-merkezli bir hayat anlayışı
onları da kıskıvrak yakaladı. “Müslüman zengin olmalıdır” sözü bir îman akîdesi
gibi söylenmeye başlandı. Fakat bakıldığında müslümanlar değil, sâdece “bâzı müslümanlar”ın
zengin olduğu görülüyor. Oysa Allah müslüman-gayri müslim herkese eşit ve
benzer seviyede bir zenginlik öngörmüştür:
“Orada
(yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve
isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde
takdir etti” (Fussilet 10).
Modern muhâfazakâr müslüman, namazını bırakmıyor ve
ondan ödün vermiyor, orucunu hiç aksatmadan tutuyor, kurbanı zâten kesiyor,
haccına mutlakâ gidiyor (sonra el-âlem ne der?), zekatını da veriyor. Fakat
verdiği zekatı 1/40 olan orandan bir dirhem bile fazla ver(e)miyor ve hattâ
büyük bir çoğunluk o oranı da vermiyor. Allah aşkına; 400 milyar TL’si olup da
bunun 1/40’ı olan 10.000 TL’yi zekat olarak veren birini tanıyor musunuz?. Tanıyan
varsa beri gelsin. Evet; hiç-bir şeyde sorun yok, o “ibâdetler” mutlakâ
yapılmalıdır ve modern müslüman bunları hiç aksatmadan yapıyor. Fakat bir yer
var.. Daha doğrusu iki yer var: Mal ve can. İnfâk. İslâm’da sâdece, oranı 1/40
zannedilen zekat yoktur ki!. İslâm bir “hayır dîni”dir. “Verme dîni”dir. “İnfâk
dîni”dir. Mü’min kişi bilir ki, tüm nifaklar infaksızlıktan doğar. Nerede infâk
yoksa orada nifak vardır. İnfâk nifakın panzehiridir. 1/40 zekat oranı, İslâm’ın-Kur’ân’ın-sünnetin
belirlediği bir oran değil, Mekke-müşriklerinin belirlediği bir orandır. Zâten
sahabe de bu orana; “zekât-ı bâhil” derdi. Cimrinin zekatı yâni. Fakat 1/40
oranında verilecek zekat da aslında kurtarır ama bu oranı da veren yok ki. 2
ile 2’yi bile toplayamayanlar, iş zekat oranına gelince matematik dâhisi
kesiliyorlar. Zekat vermesi gerekiyor ya; kaç gram, üzerinden bir yıl geçmiş
mi, Cumâ günleri câmide dilencilere attığı bozukluklar da hesâba dâhil olacak
mı vs. vs. Ne yapsa da bir yerlerden kesse!. Bir türlü veremiyor(uz). Ölüm gibi
çok kesin olan bir şey vardır ki o da, ölen bir kişinin yanında 5 kuruş bile
götürememesidir. Zâten kabirde yanına bir-kaç altın koysalar, mezar soyguncuları
olan “nebbaş”lar, mezarı alt-üst edip yine ölüye bırakmazlar o parayı.
Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın sonu
yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek şeytan
çarpmışa dönerler. Şeytan, Hz. Âdem’i mülk ile kandırmıştı:
“Derken Şeytan Âdem’in
kafasını karıştırıp Âdem’e dedi ki; Ey Âdem, sana ebedilik ağacını, yâni yok
olmasından endişelenmeyeceğin bir mülkü göstereyim mi? (mülkü la
yebla)” (Tâhâ 120). Bu âyet el-an devâm ede-gelen bir konuşmadır. Şeytan’ın bu
vaadine kapılan-kapılana.
“Allah
nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor Peygamberimiz. “Tabî ki; Allah
nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı
kullarının” üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek ister” diyoruz.
İhsan Eliaçık şöyle der:
“Canım o zaman öyleydi, imkânlar azdı, fakr-u zarûret içindeydiler, ama
şimdi öyle değil” diyorsanız fenâ hâlde yanılıyorsunuz. Tam-tersi; fırsat
ellerine geçtiği hâlde bile-isteye böyle yaşadılar. Çünkü eşyâ ile
ilişkileri, vâr-oluşsal duruşları farklıydı. Dünyâ’nın tam içindeydiler
evet, hattâ üzerine-üzerine yürüdüler ama ona bambaşka bir yerden
bakıyorlardı. Dahası tam bir mü’min yüreğine ve îmânına sâhiptiler. Allah’a
güvenleri muazzam, âhirete îmanları derin, ölümle yüzleşmeleri korkusuzdu. Malla,
mülkle kendilerini güvene ve garantiye alma derdine düşecek kadar “düşmüş” değildiler.
Şu kapitâlist çağın insanları ve hattâ müslümanları olarak onları anlamakta ne
kadar da zorlanıyoruz, değil mi?. Müslümanların düştüğü yer burasıdır; yâni
mülk ile olan ilişkileridir. Kalkış da buradan olacaktır”.
Tağut tâbir edilen bir-kaç sermâyedarın ortaya attığı
yeme (kapitâlizm) nasıl da seyirtiyor insanlar ve müslümanlar. Onlarla dostluk
kurmak için neredeyse kıçlarını yırtacaklar. Hâlbuki onlara küfretmeleri
emrediliyor:
“Dinde
ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı, artık her kim Tağuta küfredip
(yekfur bittâğûti) Allah’a îman eylerse o işte en sağlam tutamağa
yapışmıştır; öyle ki onun için kopmak yok. Allah işitir, bilir” (Bakara 256).
Malcom X:
“Bana bir kapitâlist gösterin, ben de size bir kan-emici göstereyim”
der.
Dünyâ’nın değişik yerlerinde müslüman kardeşlerimiz
ve mazlumlar açlıktan-susuzluktan ölüyor da, ne onların açlıktan-susuzluktan
ölmelerine neden olanlara bir ses çıkarabiliyoruz, ne de kardeşlerimizin ve
mazlumların açlıktan-susuzluktan ölmelerine engel olabiliyoruz. Şimdi,
ciddî-ciddî, “ben müslümanım” diyen biri var mı?. Biz gerçekten müslüman-mü’min
mıyız?. Gerçekten âhirete îman ediyor muyuz?. Gerçekten cenneti mi
arzuluyoruz?. Yoksa Dünyâ’yı mı?. Bakın îman âbidesi Hz. Ali şöyle demişti:
“Şimdi bırakıp geliyorum. Açları doyurmayı, başkasının malını çok
yiyenlerin boğazını sıkmayı ve “ne yediysen ver” demeyi, üstelik süte de dönmüş
olsa, damaklarına da çıkmış olsa çıkarmayı şart koşuyor ve ipotek ediyorum”.
Daha ilk inen âyetlerde,
insanın zenginliğinden dolayı kendini müstağni göreceği, dolayısı ile azacağı
söylenir: “Hayır; gerçekten insan, azar.
Kendini müstağni gördüğünde” (Alâk 6-7). “Leyatğa’’ ifâdesinin kökü
“ğani’’dir. Anlamı ise; “mal ve mülk edinerek azmak” mânâsındadır. Modern zamânın
müslümanlarından kendini müstağni görmeyen neredeyse yok gibi. Hem de bu
müstağnilikle övünen övünene.
“Aç sabahlayıp da kılıcını çekmeyene
şaşarım” diyor Hz. Ebuzer. İslâm’da
aç kalan fakir, bir zenginin malını çalarsa, cezâ fakire değil zengine kesilir. Onun aç kalmasına neden olduğu için. Aç kalan ve
yoksulluğu ayyuka çıkan kişiler zorla da olsa varlıklı kişilerin mallarına el
koyabilir.
Hz. Ali der ki:
“Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin
zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır”.
Seyyid Kutup ise şöyle der:
“Hz. Ömer’in siyâseti, Hz. Ebu
Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dâhilinde) alıp
fakirlere eşit olarak tevzî etmek idi”.
Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne
yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000
dirhem, yâni yaklaşık 18.000 TL eden bir
para var. Bu para kişi-başı aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg.
gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 6.000
lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı
eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu
temel-ihtiyaçları alana kadar, dikkatli bir harcama yaparak artan parayı
biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın, yukarıda
bahsettiğimiz aylık 6.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu
âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?.
Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler,
zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu
miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu
nedenle zorunlu ihtiyaçlar (ev/araba/yeme-içme/giyim-kuşam/iş) karşılandıktan
sonra, bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk
etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi o para “ateş” olur.
Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek
tüketebilir.
“Yoksa
insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).
“Ki o, mal
yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî
kılacağını sanıyor” (Hümeze 3).
“Gerçekten
insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhidtir. Muhakkak
o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır” (Âdiyat 8).
İslâm, kurduğu kardeşliği, infâk kurumu ile
sağlamıştır. İslâm bir “köleleri özgürlüğe kavuşturma dîni”dir. Zor olan budur
ve ibâdet olarak yapılan (aslında ritüeller) namaz ve oruçtan bile daha üstün
tutulan şeydir. Çünkü namazın, orucun, haccın, kurbanın bir “gereği” vardır ki
ibâdet olan, işin bu gereği olan taraftır. Diğer taraf işin kabuğudur ve işin gereği
yapılmadığında bunlar ibâdet değil, nüsuk-ritüel olarak kalır. Kur’ân bundan
şöyle bahseder:
“Ancak o, sarp
yokuşa (fekkur akabe) göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten
nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde
doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, Veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman
edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine
tavsiye edenlerden olmak” (Beled
11-17).
Görüyor musunuz?; îmandan önce gelen şeyi. Köleleri
özgürlüğe kavuşturmadan, ekonomik özgürlük getirmeden, açları doyurmadan sâdece
şekilsel olarak namaz kılmakla, oruç tutmakla, hac yapmakla îmâna erilmiyormuş.
Âyetin dediği gibi; köleleri özgürlüğe kavuşturmak îman, namaz ve oruçtan önce
geliyor. Zâten İslâm da ilk başta sosyo-ekonomik konuları gündemine taşımıştı.
Namaz-oruç-hac zâten Mekke-müşriklerinde de vardı yozlaşmış olarak. İnsanları
sosyo-ekonomik yönden özgürleştirmedikçe İslâm hayatta görünür olamaz, hâkim
olamaz ve yeryüzünden zulüm kalkmaz. Peki şu-andaki Dünyâ’daki müslümanların
durumu nedir?. Büyük sosyo-ekonomik uçurumlar ayyuka çıkmış. (Ayyuk=göğün en
yüksek yeri). Açlıktan-susuzluktan ölenler, feryât-figân. Peki neden?. İlk önce
yapılması gereken şey yapılmadığı için. Nedir o?. Köleleri özgürlüğe
kavuşturmak. Ekmeğin kölelerini, işin-aşın kölelerini. Nasıl olacak?. İnfâk
ile, paylaşmakla. Ne oldu?.. Çok mu zor?. Evet, tabî ki de zor. Âyet de zâten “sarp
yokuş” diyor. Zor olan. Mal canın yongasıdır. Malından vazgeçemeyenler bu nedenle
canından hiç vazgeçemez. Lâkin şu bilinsin ki, bu durumun nedeni yâni infaksızlık,
paylaşmamak, îman ile ilgilidir. Îmânın pratik görünümü olan güven ile ilgili.
Âhirete tam olarak inanılsa da güvenememek.. Allah’a tam güvenememek ile
ilgili. Bu nedenle de dünyâ-hayâtını gereğinden fazla sıkı tutmak:
“Ey
insanlar!: “Yoksa âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38).
Müslümanların yıkıldığı yer işte burasıdır. Sermâye. Sermâyeden yıkılmak budur ve modern
müslüman sermâyeden yıkılmaktadır. Sermâyeyi bölüş(e)mediği için. Fakat
savurmayacak, dağıtacak. Dağıtmayı rezil olacak kadar yapmayacak. Lâkin
yapamıyoruz. Hem de müslüman kardeşlerimiz açlık-susuzluk çekerken.
Müslümanların hâl-i pür melâlleri, sermâyeden yıkılmanın sonucudur. Sermâyeden
vazgeçemeyenler, mü’min kardeşlerinin canlarından vazgeçebiliyorlar.
İslâm-dünyâ’sının hâli-pür melâlinin nedeni bu konudur: İnfâk. Ümmetin
âlimlerinin bir-çoğunun yıkıldığı yer de burasıdır. Her konuda ahlâklı olmayı,
ilim yolunda gidilmesini ve hattâ en ufak bir şeyi bile aşırı büyütmeyi ilke
edinenler, iş infâka, paylaşmaya gelince “aslandan kaçan yaban eşekleri”ne
dönüyorlar.
“Dediler
ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız
konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı
emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir
adam)sın” (Hûd 87).
Hz. Şuayb’ın kıldığı gibi bir namaz, yaptığı gibi bir
salât, mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmayacağımızı söylüyor bize. “Atalarınız
gibi taparsanız yâni onların din anlayışını sürdürürseniz, mallarınızın kölesi
olursunuz” demeye getiriyor. İşte hakkıyla kılınan namaz, yerine getirilen
salât böyle bir anlayıştan vazgeçirir.
İslâm’ın servet hakkındaki hükmü “Kur’ân’ın Kur’ân’ı
tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir:
“Orada
(yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve
isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde
takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana
içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için
(bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana
neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece
Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah
rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin
altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler.
Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân
edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden
çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar.
Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir
azabı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah’ın,
bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet
günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı
Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).
Hârûn’a câiz olmayan şey, Kârun’a da câiz değildir
vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder