“O, biri
diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).
Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü
gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki
maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle
süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa, zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme
işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan
başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücut”çuluk yapıp) “Allah”
demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte
gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Belki de zaman, “mekân”
denilen şeydir. Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der.
Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın
mutlak olmadığı anlaşıldı” denilse de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın
bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden
etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddî olduğunu ve “zamânın
parçacıkları”nın olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın
olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen
parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten maddenin “soyut olarak” hep yanında
olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde
mündemiçtir-özdeştir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin
yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür.
Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın
yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz.
Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.
Bu nedenle “zamânın izâfiliği” diye bir şey de yoktur.
Çünkü, “maddenin izâfiliği” diye bir şey yoktur. Zaman, âyetin de söylediği
gibi Allah’ın düzenlediği ve programladığı gibi hiç değişmeden akar gider.
Zaman izâfi olmaz, yâni farklı-farklı, kişiye göre değişen, dolayısı ile “uygunsuz”
olmaz. İzâfi olan insandır. Bu izâfi insan, değerlerinden sıyrılmış,
vahiy/sünnet-merkezli yaşamaktan vazgeçmiş ve birilerinin güdümüne girerek (herkes
güdümüne girdiği yada bağlı olduğu /taptığı kişiye, duruma, konuma düşünceye
ideolojiye göre bir algılama biçiminde olduğundan), zamânı da izâfi ve farklı
algılıyor ve bu farklılığı, kendi algısı sırıtmasın diye zamâna yüklüyor.
Zamânı “günah keçisi” yapıyor.
Evrenin her noktası dâhil, sâbit hiç-bir şey bırakmıyor
görecelik-rölativite-izâfilik denen yanılsama. İyi de kardeşim!, hiç mi kesin ve
net bir şey yok bu kâinatta?.
Güneş her gün ve Dünyâ, kurulalıdan bêri, sâniyesi
sâniyesine tam zamânında doğuyor ve batıyor. Yâni tasarım on numara hatâsız bir
şekilde işliyor. Sâniyede 1 milimetre yol alan için de, 300.000 km. yol alan için
de kozmik boyutta zamanda bir farklılık olmaz. O kişi için teorik anlamda (pratik
anlamda değil), bir değişiklik varmış gibi bir yanılsama oluşabilir sâdece ve
zâten insanın o kadar hıza ulaşması da imkânsızdır. Zîrâ bilimsel olarak o hıza
ulaştığında ortada kendisi dâhil hiç-bir şey kalmaz.
Zaman izâfiymiş.. Ne yâni?, ben Güneş’i doğuyor görürken
başkaları batıyor mu görüyor?. Zaman zâten maddenin hareketinin bir sonucudur.
Bu nedenle zamânın izâfi olması için maddenin de izâfi olması gerekir.
Modernizm ve kapitâlizm aslında bunu göstermeye ve öğretmeye çalışıyor modern
insana ki, kişi hem farklılığı olduğunu hissetsin, hem de absürd ve sapıklık
derecesinde olan bir farklılığı bile normâl karşılayabilsin. Sapıklığı,
“sapıklığı yapanın doğrusu” olarak görsün ve sesini çıkarmasın. Modern-seküler
tâğutizmin amacı ve maksadı, modern bilimsel bir teori üzerinden insanı
zamandan koparabilmek ve de onu kölesi yapabilmektir. İstediği gibi kullanabilecektir
böylece. Zîrâ o kişi artık her-şeyi izâfi gördüğünden, bir eleştiri yapmayacak,
îtiraz etmeyecek ve isyâna kalkışmayacaktır.
İzâfet, insanları bireylere böler ve hattâ bireyi de
kendi içinde böler. İnsanların bölük-pörçük olduğu bir yerde bir zulme “lâ”
sesi bile yükselmez ve insanlarda bir fedâkârlık, bir gayret, bir “kadan alış”
görülmez.
Zamânın izâfi olduğundan bahsetmek, insana zamânı
Allah’a göre değil de, izâfi zaman algısını oluşturanların kurdukları ve
yönlendirdikleri zamâna göre yaşatmaktır. Modernizm, kendi şekillendirdiği
maddeye ve onun izdüşümü olan zamâna göre Dünyâ’yı plânlamakla, zamâna hâkim
olmak ve maddeyi ve zamânı kendi kesinliğine göre yönetmek amacındadır. Hâlbuki
Allah’ın kurduğu kâinat zamânında bir doğallık, bir normâllik vardır. Kesin
geçişler ve değişmeler olmaz bu yüzden. Güneş bir-anda doğmaz ve batmaz.
Namazların bile kesin bir vakti yoktur, belli genişlikteki bir zamânı kapsayan “öğlen
vakti”, “ikindi vakti”, “akşam vakti” vs. vardır ve hem değişkendir, hem de
kesinlikten uzaktır. Doğal bir izâfiyet zâten vardır. Bu nedenle mü’min; ne
zaman gelirsin-gidersin-yaparsın sorusuna, meselâ “1 saate kadar inşallah” diye
cevap verir. İzâfiyeti neredeyse dinleştiren modernizm ise, meselâ, “24 dakika
sonra ordayım” gibi kesinlik belirten ifâdelerle izâfiyetten nefret ettiğini
koyar ortaya. Çünkü bilinmeyeni sevmez, tam bir kesinlik ister. Fakat bunu
sâdece kendisi için ister. Kendisi belirlemek ister. Başkaları izâfiyet
salıncağında sallana-dursun, kendisi kesinlikler-netlikler ile hızlı bir yol
almak amacındadır. Mü’min ise bu tarz kesinlikleri Allah’sız bir yaşam olarak
görür. Kesinlik Allah’a mahsustur. Zîrâ insan kesinliğe ayak uyduramaz.
Modernizm zamânı, nefs-merkezli kurduğu mekâna (kent)
göre uyarlamak istiyor. Yollarıyla, binâlarıyla kesin hatları olan kentlere
kesin zamanlar istiyor. Böylece geleceği ve üretimi buna göre plânlamak
arzusunda. Fakat yine de ortaya kesinlikle kabûl etmeyeceği bir netsizlik olan
izâfiyeti koyuyor. İş bencilliğe geldiğinde izâfiyetten bahsediyor, ama
çıkarına geldiğinde kesinlik istiyor.
İzâfiyet yâni zamânın izâfi oluşundan bahsetmek,
maddenin de izâfi oluşundan bahsetmektir ki böylece hâkim unsur maddeye
istediği şekli verebilsin ve karşılığında bir îtirâz da duymasın. İnsanların
zaman-algısını değiştirebildiğinizde, dünyâ-algısını da, mekân algısını da
kolayca değiştirebilirsiniz. Böylece Dünyâ’yı istediğiniz şekle sokarak, ona
uygun bir insan-tipi oluşturursunuz. Abdurrahman Arslan:
“Modernlik kenti kurarken sâdece zamânı değil, mekanı da örgütler. O
nedenle modern kentte tanıdıkların birbirleriyle karşılaşması tesâdüfe
indirgenmiştir. Oysa meselâ geleneksel şehir öyle değildir. Yâni daha çok bir
dünyâ-görüşünü yansıtır ve tanıdıkların bir-birleriyle karşılaşması çok daha
sıktır. Çünkü bu şehirde (geleneksel şehirde) din ve akrabalık kaynaklı bir ilişki
türünün önceliği esastır. Meselâ mahalleli mescidde ikindide yada akşam
namazında genel olarak buluşur. Bu demektir ki zamânın örgütlenme biçimi sizi
bir vakitte bir-araya getiriyor. Bu sıradan bir hadise değildir. Son zamanlarda
beni de çok uyandıran bir konu oldu: Enerji bakanı bir-kaç ay önce dedi ki “en
az enerjinin tüketildiği zaman, akşam yemekleri zamanıdır”. Bakın hâlen bu
toplumun geleneğinde akşam vaktinde bir-araya toplanıp yemek yemek olduğu için
bir odada toplanıp diğer lambaları kapatıyorlar. Yâni bir araya geliyorlar.
Tırnak içinde bir gelenek sizi akşam namazında bir-araya topladığında bunu
yapıyor. Burada gözden kaçan bir şey var, zamânın örgütlenmesi bununla
ilgilidir. Dolayısıyla mekân da bununla ilgilidir. Meselâ kapitâlizm mekânı
yeniden örgütledi, yeni bir mekân kavramını önümüze koydu. Ve tabî ki büyük
oranda da bu kâr ve üretim üzerinden işlevini sürdüren bir mekândı. Dolayısıyla
burada geleneksel mekân kavrayışı ortadan kalkmaya başladı” der.
Modernizme göre meselâ gece saat 23.00, henüz
yatılması gereken zaman değildir ve o saatte de hâlen tüketilecek bir şeyler
vardır. En azından televizyon izlenmeye devâm edilebilir. İslâm’a göre ise
“yatsı” zamânı vardır ve a-normâl bir durum yoksa, sabah namazına da kolay
kalkabilmek için yatsı namazını kılıp yatma zamânıdır bu zaman.
Dertleri başka. Zamânın izâfiliğinden, hayâtın
tümünün izâfiliğine doğru akan bir süreç oluşturuyorlar ve
kesinlikten-netlikten koparıyorlar insanı. Îmânın kesinliğinden koparıyorlar.
Bu kesinlikten netlikten kopan insan artık hazların peşine düşüyor ve kölesi
oluyor hazların. Çok çeşitli ve farklı bilgiler ortaya sürmekle yapıyorlar bunu
en çok. Böylece ortaya sürülen her şeye doğru gözüyle bakılıyor. Bünyamin
Zeran:
“Müthiş bir bilgi bombardımanı altındayız. Neyin doğru neyin yanlış
olduğunu karıştıralım diye her yandan pompalanan bilgi yığınları altında
kaybolmaktayız. Ve çâreyi rölativizmde yani görecelilikte bulmaktayız” der.
Zamânın izâfiliğinden hayâtın izâfiliğine
geçildiğinde, artık ölçü, kişinin kendisine yâni nefsine göre, zevkine göre bir
değerlendirme yapması ve o değerlendirmeyi kendi doğrusu kabûl etmesidir. (Tabî
ki kendi doğrusunu “en doğru” kabûl eder). Böylelikle “izâfi bir doğru” ortaya
çıkar. Fakat insanların geneli bu şekilde yaptığında, artık “insanların
sayısınca” bir “doğru” tanımı çıkar ortaya. Fakat bu kadar doğrunun olduğu
yerde bir doğrudan da bahsedilemeyeceği için, doğru kavramı iflâs eder ve
toplum-dışına atılır. Artık doğrunun yerini kişisel zevkler alır. Kişisel
zevklere haklılıklar verilir ve dokunulmaz kılınır ve denir ki; zevkler ve
renkler tartışılmaz. Artık modern insan, zevkine göre ve kişisel aklına göre
belirlediğini kabûl eder ve ortada akla göre belirlenmiş bir-çok “doğru” olduğu
için, akıl ilahlaştırılır ve ilâhi olanın yerine koyulmaya çalışılır. Oysa
doğru tektir, “az doğru”, “çok doğru” olmaz. Ortada iki tâne veri varsa,
bunların biri doğru, biri de yanlıştır. Mü’mine göre doğru, “kesin olan doğru”dur
ki bu da vahiy-merkezli Allah’ın doğrularıdır. Allah’tan daha doğrusunu kim
bilebilir?. Tabî ki de en doğrusunu sâdece Allah bilir.
Artık Kur’ân’ı anlamada da izâfilik var. Kur’ân sanki
herkesin keyfine göre konuşuyormuş gibi, herkes kendi anlayışına, (daha doğrusu
çıkarına) göre okuyor Kur’ân’ı (pardon, mushafı) ve bu okuyuşu kendi doğrusu
olarak kabûl ediyor. Kur’ân’ı okuyan herkes kendine göre bir yorumlama
yaptığından, kelle sayısı kadar farklı Kur’ân yorumu oluşuyor. Böylece Kur’ân
bir çelişkiler-izâfiyet kitabı olarak çıkıyor ortaya. İzâfi bir Kur’ân algısı
oluşuyor. “Ben böyle yorumluyorum” diyor adam. Hâlbuki Kur’ân’ı yine Allah’ın
istediği gibi okuyup yorumlamak şarttır. Bünyamin Zeran:
“Mekke’de îman etmek zordu, şimdi ise daha zor. Çünkü Allah’ın kitabı
oraya ilk defâ indiğinde onu eline alıp okuyanlar âyetlere teslim oluyorlar ve
gözlerinden yaşlar akarak secdeye kapanıyorlardı. Şimdi okuyanlar ise sanki bir
edebiyat kitabı okur gibi okuyup hayatlarına kaldıkları yerden devâm
etmektedirler. Önceden işledikleri günahlar nedeniyle cenneti
kazanamayacaklarından korkan mü’minler, yerini, “nasılsa bir-süre yandıktan
sonra cennete gideceğiz” diyen gruba terk etmiştir. Kur’ân ihtilafları çözen
kitap olmasına rağmen artık ihtilafları çoğaltan bir kitap hâline
getirilmiştir. Çünkü rölativizm dediğimiz algı bir virüs gibi beynimize
yerleştirilmiştir. Kur’ân’ı îman etmek için değil, dünyevi rahatımızı bozmadan
yaşamayı tasdik ettirmek için okumaya başladık. Giderek daha çok dünyevileştik
ve rahata alıştık. Konforlu evlerimizde, konforlu mobilyalarımızda oturarak
elimizi taşın altına sokmadan cennete gireceğimizi düşündük. Hakkımız
gasbedilirken, Allah’a onca savaş açmış zâlim varken ve onurumuz ayaklar altına
alınırken sırf bürokraside bir koltuk kapalım diye, îtibârımız artsın, maddî
gelirimiz artsın diye izzeti ve şerefi Allah’ın ve inananların yanında değil de
zâlimlerin yanlarında arama gafletine düştük. Oysa biliyorduk ki izzet ve şeref
tamâmen Allah’a âittir” der.
Evet; izâfiyet yok, dolayısıyla “kafaya
göre takılmak” yok. Doğru bilgi Allah’ın indirdiğidir, tâğutların sentezlediği
yada nefislerin zannettiği değil.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder