23 Haziran 2016 Perşembe

Zamânın İzâfiliği Yanılsaması


“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?” (Mülk 3).

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa, zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücut”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Belki de zaman, “mekân” denilen şeydir. Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der.

Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” denilse de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddî olduğunu ve “zamânın parçacıkları”nın olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten maddenin “soyut olarak” hep yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde mündemiçtir-özdeştir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.

Bu nedenle “zamânın izâfiliği” diye bir şey de yoktur. Çünkü, “maddenin izâfiliği” diye bir şey yoktur. Zaman, âyetin de söylediği gibi Allah’ın düzenlediği ve programladığı gibi hiç değişmeden akar gider. Zaman izâfi olmaz, yâni farklı-farklı, kişiye göre değişen, dolayısı ile “uygunsuz” olmaz. İzâfi olan insandır. Bu izâfi insan, değerlerinden sıyrılmış, vahiy/sünnet-merkezli yaşamaktan vazgeçmiş ve birilerinin güdümüne girerek (herkes güdümüne girdiği yada bağlı olduğu /taptığı kişiye, duruma, konuma düşünceye ideolojiye göre bir algılama biçiminde olduğundan), zamânı da izâfi ve farklı algılıyor ve bu farklılığı, kendi algısı sırıtmasın diye zamâna yüklüyor. Zamânı “günah keçisi” yapıyor.

Evrenin her noktası dâhil, sâbit hiç-bir şey bırakmıyor görecelik-rölativite-izâfilik denen yanılsama. İyi de kardeşim!, hiç mi kesin ve net bir şey yok bu kâinatta?.

Güneş her gün ve Dünyâ, kurulalıdan bêri, sâniyesi sâniyesine tam zamânında doğuyor ve batıyor. Yâni tasarım on numara hatâsız bir şekilde işliyor. Sâniyede 1 milimetre yol alan için de, 300.000 km. yol alan için de kozmik boyutta zamanda bir farklılık olmaz. O kişi için teorik anlamda (pratik anlamda değil), bir değişiklik varmış gibi bir yanılsama oluşabilir sâdece ve zâten insanın o kadar hıza ulaşması da imkânsızdır. Zîrâ bilimsel olarak o hıza ulaştığında ortada kendisi dâhil hiç-bir şey kalmaz.

Zaman izâfiymiş.. Ne yâni?, ben Güneş’i doğuyor görürken başkaları batıyor mu görüyor?. Zaman zâten maddenin hareketinin bir sonucudur. Bu nedenle zamânın izâfi olması için maddenin de izâfi olması gerekir. Modernizm ve kapitâlizm aslında bunu göstermeye ve öğretmeye çalışıyor modern insana ki, kişi hem farklılığı olduğunu hissetsin, hem de absürd ve sapıklık derecesinde olan bir farklılığı bile normâl karşılayabilsin. Sapıklığı, “sapıklığı yapanın doğrusu” olarak görsün ve sesini çıkarmasın. Modern-seküler tâğutizmin amacı ve maksadı, modern bilimsel bir teori üzerinden insanı zamandan koparabilmek ve de onu kölesi yapabilmektir. İstediği gibi kullanabilecektir böylece. Zîrâ o kişi artık her-şeyi izâfi gördüğünden, bir eleştiri yapmayacak, îtiraz etmeyecek ve isyâna kalkışmayacaktır.

İzâfet, insanları bireylere böler ve hattâ bireyi de kendi içinde böler. İnsanların bölük-pörçük olduğu bir yerde bir zulme “lâ” sesi bile yükselmez ve insanlarda bir fedâkârlık, bir gayret, bir “kadan alış” görülmez.

Zamânın izâfi olduğundan bahsetmek, insana zamânı Allah’a göre değil de, izâfi zaman algısını oluşturanların kurdukları ve yönlendirdikleri zamâna göre yaşatmaktır. Modernizm, kendi şekillendirdiği maddeye ve onun izdüşümü olan zamâna göre Dünyâ’yı plânlamakla, zamâna hâkim olmak ve maddeyi ve zamânı kendi kesinliğine göre yönetmek amacındadır. Hâlbuki Allah’ın kurduğu kâinat zamânında bir doğallık, bir normâllik vardır. Kesin geçişler ve değişmeler olmaz bu yüzden. Güneş bir-anda doğmaz ve batmaz. Namazların bile kesin bir vakti yoktur, belli genişlikteki bir zamânı kapsayan “öğlen vakti”, “ikindi vakti”, “akşam vakti” vs. vardır ve hem değişkendir, hem de kesinlikten uzaktır. Doğal bir izâfiyet zâten vardır. Bu nedenle mü’min; ne zaman gelirsin-gidersin-yaparsın sorusuna, meselâ “1 saate kadar inşallah” diye cevap verir. İzâfiyeti neredeyse dinleştiren modernizm ise, meselâ, “24 dakika sonra ordayım” gibi kesinlik belirten ifâdelerle izâfiyetten nefret ettiğini koyar ortaya. Çünkü bilinmeyeni sevmez, tam bir kesinlik ister. Fakat bunu sâdece kendisi için ister. Kendisi belirlemek ister. Başkaları izâfiyet salıncağında sallana-dursun, kendisi kesinlikler-netlikler ile hızlı bir yol almak amacındadır. Mü’min ise bu tarz kesinlikleri Allah’sız bir yaşam olarak görür. Kesinlik Allah’a mahsustur. Zîrâ insan kesinliğe ayak uyduramaz.

Modernizm zamânı, nefs-merkezli kurduğu mekâna (kent) göre uyarlamak istiyor. Yollarıyla, binâlarıyla kesin hatları olan kentlere kesin zamanlar istiyor. Böylece geleceği ve üretimi buna göre plânlamak arzusunda. Fakat yine de ortaya kesinlikle kabûl etmeyeceği bir netsizlik olan izâfiyeti koyuyor. İş bencilliğe geldiğinde izâfiyetten bahsediyor, ama çıkarına geldiğinde kesinlik istiyor.

İzâfiyet yâni zamânın izâfi oluşundan bahsetmek, maddenin de izâfi oluşundan bahsetmektir ki böylece hâkim unsur maddeye istediği şekli verebilsin ve karşılığında bir îtirâz da duymasın. İnsanların zaman-algısını değiştirebildiğinizde, dünyâ-algısını da, mekân algısını da kolayca değiştirebilirsiniz. Böylece Dünyâ’yı istediğiniz şekle sokarak, ona uygun bir insan-tipi oluşturursunuz. Abdurrahman Arslan:

“Modernlik kenti kurarken sâdece zamânı değil, mekanı da örgütler. O nedenle modern kentte tanıdıkların birbirleriyle karşılaşması tesâdüfe indirgenmiştir. Oysa meselâ geleneksel şehir öyle değildir. Yâni daha çok bir dünyâ-görüşünü yansıtır ve tanıdıkların bir-birleriyle karşılaşması çok daha sıktır. Çünkü bu şehirde (geleneksel şehirde) din ve akrabalık kaynaklı bir ilişki türünün önceliği esastır. Meselâ mahalleli mescidde ikindide yada akşam namazında genel olarak buluşur. Bu demektir ki zamânın örgütlenme biçimi sizi bir vakitte bir-araya getiriyor. Bu sıradan bir hadise değildir. Son zamanlarda beni de çok uyandıran bir konu oldu: Enerji bakanı bir-kaç ay önce dedi ki “en az enerjinin tüketildiği zaman, akşam yemekleri zamanıdır”. Bakın hâlen bu toplumun geleneğinde akşam vaktinde bir-araya toplanıp yemek yemek olduğu için bir odada toplanıp diğer lambaları kapatıyorlar. Yâni bir araya geliyorlar. Tırnak içinde bir gelenek sizi akşam namazında bir-araya topladığında bunu yapıyor. Burada gözden kaçan bir şey var, zamânın örgütlenmesi bununla ilgilidir. Dolayısıyla mekân da bununla ilgilidir. Meselâ kapitâlizm mekânı yeniden örgütledi, yeni bir mekân kavramını önümüze koydu. Ve tabî ki büyük oranda da bu kâr ve üretim üzerinden işlevini sürdüren bir mekândı. Dolayısıyla burada geleneksel mekân kavrayışı ortadan kalkmaya başladı” der.

Modernizme göre meselâ gece saat 23.00, henüz yatılması gereken zaman değildir ve o saatte de hâlen tüketilecek bir şeyler vardır. En azından televizyon izlenmeye devâm edilebilir. İslâm’a göre ise “yatsı” zamânı vardır ve a-normâl bir durum yoksa, sabah namazına da kolay kalkabilmek için yatsı namazını kılıp yatma zamânıdır bu zaman.

Dertleri başka. Zamânın izâfiliğinden, hayâtın tümünün izâfiliğine doğru akan bir süreç oluşturuyorlar ve kesinlikten-netlikten koparıyorlar insanı. Îmânın kesinliğinden koparıyorlar. Bu kesinlikten netlikten kopan insan artık hazların peşine düşüyor ve kölesi oluyor hazların. Çok çeşitli ve farklı bilgiler ortaya sürmekle yapıyorlar bunu en çok. Böylece ortaya sürülen her şeye doğru gözüyle bakılıyor. Bünyamin Zeran:

“Müthiş bir bilgi bombardımanı altındayız. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştıralım diye her yandan pompalanan bilgi yığınları altında kaybolmaktayız. Ve çâreyi rölativizmde yani görecelilikte bulmaktayız” der.

Zamânın izâfiliğinden hayâtın izâfiliğine geçildiğinde, artık ölçü, kişinin kendisine yâni nefsine göre, zevkine göre bir değerlendirme yapması ve o değerlendirmeyi kendi doğrusu kabûl etmesidir. (Tabî ki kendi doğrusunu “en doğru” kabûl eder). Böylelikle “izâfi bir doğru” ortaya çıkar. Fakat insanların geneli bu şekilde yaptığında, artık “insanların sayısınca” bir “doğru” tanımı çıkar ortaya. Fakat bu kadar doğrunun olduğu yerde bir doğrudan da bahsedilemeyeceği için, doğru kavramı iflâs eder ve toplum-dışına atılır. Artık doğrunun yerini kişisel zevkler alır. Kişisel zevklere haklılıklar verilir ve dokunulmaz kılınır ve denir ki; zevkler ve renkler tartışılmaz. Artık modern insan, zevkine göre ve kişisel aklına göre belirlediğini kabûl eder ve ortada akla göre belirlenmiş bir-çok “doğru” olduğu için, akıl ilahlaştırılır ve ilâhi olanın yerine koyulmaya çalışılır. Oysa doğru tektir, “az doğru”, “çok doğru” olmaz. Ortada iki tâne veri varsa, bunların biri doğru, biri de yanlıştır. Mü’mine göre doğru, “kesin olan doğru”dur ki bu da vahiy-merkezli Allah’ın doğrularıdır. Allah’tan daha doğrusunu kim bilebilir?. Tabî ki de en doğrusunu sâdece Allah bilir.

Artık Kur’ân’ı anlamada da izâfilik var. Kur’ân sanki herkesin keyfine göre konuşuyormuş gibi, herkes kendi anlayışına, (daha doğrusu çıkarına) göre okuyor Kur’ân’ı (pardon, mushafı) ve bu okuyuşu kendi doğrusu olarak kabûl ediyor. Kur’ân’ı okuyan herkes kendine göre bir yorumlama yaptığından, kelle sayısı kadar farklı Kur’ân yorumu oluşuyor. Böylece Kur’ân bir çelişkiler-izâfiyet kitabı olarak çıkıyor ortaya. İzâfi bir Kur’ân algısı oluşuyor. “Ben böyle yorumluyorum” diyor adam. Hâlbuki Kur’ân’ı yine Allah’ın istediği gibi okuyup yorumlamak şarttır. Bünyamin Zeran:

“Mekke’de îman etmek zordu, şimdi ise daha zor. Çünkü Allah’ın kitabı oraya ilk defâ indiğinde onu eline alıp okuyanlar âyetlere teslim oluyorlar ve gözlerinden yaşlar akarak secdeye kapanıyorlardı. Şimdi okuyanlar ise sanki bir edebiyat kitabı okur gibi okuyup hayatlarına kaldıkları yerden devâm etmektedirler. Önceden işledikleri günahlar nedeniyle cenneti kazanamayacaklarından korkan mü’minler, yerini, “nasılsa bir-süre yandıktan sonra cennete gideceğiz” diyen gruba terk etmiştir. Kur’ân ihtilafları çözen kitap olmasına rağmen artık ihtilafları çoğaltan bir kitap hâline getirilmiştir. Çünkü rölativizm dediğimiz algı bir virüs gibi beynimize yerleştirilmiştir. Kur’ân’ı îman etmek için değil, dünyevi rahatımızı bozmadan yaşamayı tasdik ettirmek için okumaya başladık. Giderek daha çok dünyevileştik ve rahata alıştık. Konforlu evlerimizde, konforlu mobilyalarımızda oturarak elimizi taşın altına sokmadan cennete gireceğimizi düşündük. Hakkımız gasbedilirken, Allah’a onca savaş açmış zâlim varken ve onurumuz ayaklar altına alınırken sırf bürokraside bir koltuk kapalım diye, îtibârımız artsın, maddî gelirimiz artsın diye izzeti ve şerefi Allah’ın ve inananların yanında değil de zâlimlerin yanlarında arama gafletine düştük. Oysa biliyorduk ki izzet ve şeref tamâmen Allah’a âittir” der.

Evet; izâfiyet yok, dolayısıyla “kafaya göre takılmak” yok. Doğru bilgi Allah’ın indirdiğidir, tâğutların sentezlediği yada nefislerin zannettiği değil.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder