9 Haziran 2016 Perşembe

Alışkanlık Dîni



“İç ve dış etkilerle davranışların tekrarlanması, hep aynı biçimde gerçekleşmesi sonucu beliren, şartlanmış davranış” olarak açıklanan “alışkanlık”, iyi yönde olduğu gibi, “kötü alışkanlıklar” şeklinde yanlış yönde de açığa çıkar. İyi olan alışkanlıklar, “İslâm’dan-fıtrattan neş’et eden alışkanlıklar”dır. “Ana-babaya iyi davranmak, işine-gücüne sâhip çıkmak, arkadaşlarla, eş-dost ile iyi geçinmek, yardımseverlik, paylaşma, hoşgörü, güler-yüzlülük, ibâdetlerde devamlılık vs. iyi olan alışkanlıklar”; dîne ve bedene de zarar veren ne kadar kötü alışkanlık (içki, sigara, uyuşturucu, kumar, zinâ, fâiz, yalan, iftirâ vs.) varsa hepsine müptelâ olmak da “kötü alışkanlıklar” sınıfına girer. Bir şeye bir-kez alışıldığında, artık -eğer o şey kurtulunması gereken bir şey ise- ondan kurtulmak çok zor, hattâ imkânsızdır.

Peki bir şeye alışmanın nedeni nedir?. O şeyin ya iyi yada kötü bir şey olmasıyla kâlbe yada nefse zevk vermesidir. Kötü olan şeye alışmak, “bir-kez denemek”le, “merâk etmek”le başlıyor. Bir-kez merâk edip de denendiğinde, artık büyük oranda o şeyi denemeye devâm etmeye ve sonunda o şeye alışkanlık kazanmaya başlanıyor. Hattâ o şey artık “doğru” olarak kabûl edilmeye başlanıyor. Bu nedenle Allah, râzı olmadığı şeye bırakın denemeyi ve başlamayı, o şeye yaklaşmayı bile yasaklıyor. Zîrâ bir şeye yaklaşmak, o şeyle hemhâl olmanın, ona müptelâ olmanın başladığı yerdir. Bir şeye yaklaşmak; o şeye başlamak, o şeye müptelâ olmak demektir. Allah Kur’ân’da bize zinâ örneği üzerinden şu uyarıyı yapar:

“Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur” (İsrâ 32). Yâni zımnen diyor ki; “zinâya yaklaşırsanız, zinâ yaparsınız”.

Diğer âyetlerde de yaklaşılmaması gereken sınırlar vardır. Bunlar Allah’ın koymuş olduğu sınırlardır:

“De ki: ‘Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz-. Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz” (En-âm 151).

Unutmayalım ki, atalarımız Hz. Âdem ve Havva’yı cennetten çıkaran şey de, şeytanın bir ayartmasıyla yasak olan ağaca yaklaşmalarıydı. O ağaca yaklaştıktan sonra zâten olan oldu. Yasaklanan şeye yaklaşmakla başlayan süreç, kişinin cennetten çıkmasına sebep oluyor demek ki:

“Ve ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zâlimlerden olursunuz” (A’raf 19).

Bâzen iyi bir şeye yanlış yoldan yaklaşılması da hoş görülmez ve denir ki:

“Ey îman edenler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolculukta olmanız hâriç- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yada biriniz ayak yolundan (hâcet yerinden) gelmişseniz yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Nîsâ 43).

İşte bizim asıl konu etmek istediğimiz nokta burasıdır: Allah’ın emrine yanlış ve bozuk bir yoldan, dolayısı ile emri ile alâkası kalmamış bir şekilde uymaya çalışmak..

İnsan modern yeme-içme alışkanlığına daha bebekliten îtibâren başlar ki bu alışkanlık, “modern ürünler” ile başlıyor. Ivan Illıch:

“Çok daha fazla sayıda bebeğin inek-sütüne ulaştığı doğrudur, fakat zengin olsun, fakir olsun, tüm annelerin sütü de kuruyup gitmektedir. Bebek, biberon ihtiyâcıyla ağlamaya başladığında, yâni organizma bakkaldan gelen süte kavuşmaya ve böylece de görevini ifâ edemez hâle gelen memeden yüz çevirmeye alıştırıldığında, “tiryâki tüketici” doğmuş olur” der.

Bilindiği gibi, ilk dört halifeden sonra toplumda yozlaşmalar olmuş, iktidar ve toplumun bir kesimi çıkara göre hareket etmeye alışmış ve bu nedenle de farklı görüşler çıkmıştır ortaya. Bu görüşler zamanla resmîleşip mezhep-târikat-yol hâline gelmiş ve başlamışlar fıkıh belirlemeye. Belirledikleri fıkıh, ümmetin içtihadıyla ve vahye-sünnete uygun olarak ve vahyin-sünnetin ışığında ortaya konmuş olsa idi sorun olmayacaktı. Fakat her grup kendi durumuna-anlayışına-alışkanlığına-çıkarına göre bir yol belirlemiş ve müntesipleri de buna alıştığından, en iyi ve doğru yolun “kendilerinin tâbi olduğu yol” olduğunu zannetmişlerdir. Hâlbuki Kur’ân bu konuda müslümanları uyarmıştı:

“Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

Allah böyle hiziplere uymamayı emreder:

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

Bu durum zamanla öyle bir farklılığa büründü ki, bir hizbin diğer bir hizbin fetvâsıyla tam olarak çelişen fetvâları ve inanışları çıktı ortaya. Hattâ çoğu-kez de, karşı tarafa üstün gelmek için uydurmalar yapılmış yada rivâyetler tahrif edilmiştir. İktidârın desteklediği hizip, zamânın en makbûl hizbi olmuştur. “Halk hükümdârın dînindendir” sözü îcâbınca, insanlar “hükümdar garantili” olan yollara daha rahat katılmış ve o yolun düşünce ve davranışını benimseyip ona alışmıştır. Böylece ümmetteki farklılıklar “hayır” olmaktan çıkıp fitneye sebep olmuştur-olmaktadır. Artık her grup, kendi alıştığını en doğru din zannetmektedir. Öyle bir durma gelinmiş ki, kendi hizbinin-mezhebinin-târikatının-yolunun dediğini haklı çıkarmak için vahiy bile göz-ardı edilmiş ve hattâ o yolun sözünün yanında ikinci üçüncü plâna atılmıştır. Bu uğurda nice âyetler için, “nesh edilmiştir” yâni “hükmü kalmamıştır” denebilmiştir. Kendi dandik görüşleri kıyâmete kadar bâki kalarak hükmünü sürdürebilecek ama Allah’ın hükmü nesh edilerek etkisizleştirilecek. Bunu bir îman umdesi olarak yapmışlardır-yapmaktadırlar. Çünkü alıştıkları kendi görüşlerine düşüncelerine birebir aykırıdır bu âyetler. Hâlbuki Kur’ân bu konuda bizi ciddî bir şekilde uyarır:

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Târih boyunca -istisnâları saymazsak-, bu hep böyle gitmiş ve ortaya bir “alışkanlık dîni” çıkmıştır. Bu alışkanlık dînleri; kişiler hoşlarına gidene alışacaklarından, “hoşlarına giden dinler” olmuştur. Artık kişi dönüyor-dolaşıyor ve mevcut yollardan hangisi zevkine uyuyorsa ve işine geliyorsa ona sarılıyor ve onu alışkanlık ediniyor. Sonuçta da ortaya bir sürü “uydurma dinler” çıkıyor. Din, “uydurulmuş dinler”den oluşuyor. İndirilmiş olan vahiy/sünnet-merkezli dînin ise neredeyse esâmisi bile okunmadığı gibi, ondan bahseden azınlık için de nice alaya almalar, iftirâlar, karalamalar yapılıyor ve şiddet gösteriliyor.

Bu yolda yâni alışkanlık dîni yolunda gidenlerin düşüncelerine-eylemlerine-ibâdetlerine bakıldığında, Kur’ân ve sünnete uygun olmadığı da görülüyor. Ne namazları namaz (salât), ne oruçları oruç (savm), ne zekatları zekat (infâk) ne hacları hac. İçi boşaltılmış ve sâdece alışkanlıkların bir tekrârı olmuş ibâdetler, daha doğrusu “nüsuk”lar, ritüeller. Allah’ın yahudilere söylediği: “Andolsun, sizden cumartesi (günü) yasağı çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte biz, onlara: ‘Aşağılık maymunlar olun’ dedik” (Bakara 65). Âyet, müslümanlara da sirâyet etmiş ve bir “taklitçilik” almış başını gitmiş ve yahudilere söylenen “aşağılık maymunlar” sözü müslümanlara da yakışır olmuştur. Alışkanlık dîni, bir “taklitçilik dîni”dir çünkü.

Dîni-İslâm’ı sâdece namaz-oruç-hac-zekat-kurban zanneden bir ümmet oluşmuş durumda. Sanki İslâm-Kur’ân, sosyâl ve siyâsal alanla ilgili hiç-bir şey söylemiyormuş gibi, sanki hiç ahlâktan bahsetmiyormuş gibi bir davranış gösteriyor müslümanlar. Kendileri gerçekten bunlardan haberdar olmadıkları gibi, çıkar-merkezli Dünyâ’nın bir gereği olarak lîderler de bu durumu sürdürecek politikalar ve uygulamalar yapıyorlar. Medya ve sermâyedarlar da buna destek oluyor. Zâten ideolojiler ve modern paradigma, İslâm’ı bu şekilde yıkmanın peşinde.

En basitinden şöyle bir örnek verelim: Müslümanlar vatan-millet vs. için savaşmayı göze alabiliyor da, dîni için savaşmayı ve gayretli olmayı (cihad) göze alamıyor ve hattâ böyle bir şeyden haberleri bile olmadığından, bunu bir çeşit sapıklık olarak görüyorlar. Çünkü alışmamış, alıştırılmamış. Masada el-ev yapımı; peynir, zeytin, bal, süt, tereyağı, pekmez, reçel vs. varken; fabrikasyon yapımı, sürme çikolata ve meşrubatlarla karnını doyurmak isteyen çocuklar gibi.

Hayrın nereden geleceği belli olmaz. Hayır, sevilmeyen bir şeyde de olabilir. Allah Kur’ân’da: “Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216) diyor.

“Onlar hâlâ câhiliye hükmünü mü arıyorlar?. Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (Mâide 50).

Bu âyetleri söylediğinizde yüzünüze anlamsız-anlamsız bakıyorlar sâdece. Zîrâ o âyetlere alışmamış. “Bu adam neden bahsediyor” der gibi bakıyorlar. “İslâm’da böyle şey mi var, bu herhâlde yanlış yollara kapılmış biri” diyerek sizin hakkınızda hemen hüküm verebiliyor ve alıştığı dîne daha da bir sıkı sarılarak yoluna devâm ediyor. Televizyondan izlediği; açlık, ölüm, feryât ve zulümleri ise, -vicdânını ve şerefini yitirip de- “normâl” olarak görmüyorsa, “Allah’ım onlara yardım et” diye kısa bir söz (duâ değil) edip televizyonu zaplayıveriyor. Bilmiyor ki, kendisi yardım etmediğinde Allah da yardım etmeyecek. “Zor olan”a (fekkur akabe) tâlip olmadıkça hiç-bir şey düzelmeyecek.

İşte Peygamberimiz, bu tarz alışkanlıklara kapılmamak için sık-sık: “Allah’ım alıştırma!” diye duâ ederdi. O hâlde biz de duâ edelim:

Allah’ım!; cehâlete, uydurmalara, zulme, feryatlara, açlıktan-susuzluktan ölümlere, binlerce metre havadan atılan bombalarla kaybedilen hayatlara, haksızlıklara, çirkefliklere, hayvan gibi yaşamaya, tembelliğe, aldırmazlığa, haysiyetsizliğe, onursuzluğa ve şerefsizliğe alıştırma!. (Âmin).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder