“Ey insan, ‘üstün
kerem sâhibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?” (İnfitâr 6).
İslâm bir hayat-nizâmıdır. Hz. Âdem ile başlayan ve
Hz. Nûh ile yeni bir sürece giren İslâm, Allah’ın sözünü-yasalarını (sünnetullah)
Dünyâ’da hâkim kılmak için, seçilmiş peygamberler ve gönderilen vahiylerle
düzenlenen bir dünyâ-nizâmıdır. Bu sistemde vahiyle belirlenmiş direktifler tam
olarak uygulandığında, aynen kâinattaki tüm yıldız-gezegen-galaksi vs.nin
düzeni gibi ve Dünyâ’daki mükemmel doğal düzen gibi bir düzenin sağlanacağı
garanti edilir. Yâni sözlü âyetlerle kevnî âyetlerin, “insan âyeti” ile
bütünleşmesi, tüm kâinatta mükemmel bir uyum oluşturacak ve başta Dünyâ olmak
üzere tüm kâinat bir huzur-diyârı olacaktır. Fakat şunu unutmayalım ki Dünyâ
Dünyâ’dır ve cennet değildir. Bu nedenle bu huzur-diyârının sağlanabilmesi ve
korunabilmesi için çok çeşitli zorluklar-imtihanlar da olacaktır. Zîrâ Dünyâ
bir imtihan dünyâsıdır. İnsan bu Dünyâ’ya, “denenmek için” gönderilmiştir.
“Bakalım Allah’ın murâdına uygun mu davranacak yoksa aykırı mı?” diye.
Bilindiği şeytan insana secde etmemiştir ve hâlen de
etmiyor ve kıyâmete kadar da etmeyecek. Bu, insana sürekli bir zorluk
çıkaracağı anlamına geliyor. Bu zorluğu vesveseleriyle, ayartmalarıyla,
fısıltılarıyla yapacaktır-yapıyor. İmtihana mebnî olarak, insanda bulunan nefs
yada negatif durumdan dolayı, insan bu vesveselere açık hâldedir. Fakat aynı-zamanda
insan bir rûh, vicdan ve merhâmet sâhibidir de. İlk insandan bêri, Allah insanı
korumak ve yeryüzünde de sünnetullahı tam olarak uygulamak için insanlar
içinden peygamberler seçmiş ve melek (Cebrâil) aracılığı ile gönderdiği
vahiylerle emirlerini-isteklerini iletmiştir. Demiştir ki; “bunlara uyarsanız
yeryüzünde yaratılışınıza uygun bir hayat yaşarsınız, aksi-hâlde büyük zorluklarla
karşılaşırsınız ve hayat size zindan olabilir”:
“Allah,
kimi hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi saptırmak
isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar.
Allah, îman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En-âm 125).
‘Kim de
benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve
biz onu kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz” (Tâ-hâ 124).
Dünyâ’da şeytanın ve onun uşakları olan tâğutların
etkisiyle zaman-zaman bozulan ve zulme dönüşen yaşam, Allah’ın gönderdiği
peygamberler ile düzeltilmiş ve iyileştirilmiştir. En son peygamber Hz.
Muhammed’in ve Kur’ân’ın gönderilmesiyle de bu iş kemâle ermiş ve vahiy-Kur’ân
ve Peygamber-sünnet merkezli bir hayat yaşandığında, Dünyâ’daki sıkıntıların ve
şeytanın-tâğutların üstesinden kolayca gelineceği, aksi-takdirde dağılıp
perişan olunacağı söylenmiştir:
“Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız,
gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46.
“Gerçekten
Allah’a ve Resûlü’ne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp)
başkaldıranlar, kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır.
Oysa biz apaçık âyetler indirdik. Kâfirler için küçültücü bir azap vardır” (Mücâdile 5).
Son Peygamberden sonra Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci
yarısına kadar müslümanlar durumu iyi götürdüler. Fakat şeytanın fısıldamaları
devâm ediyordu ve en ufak bir açık bile yetiyordu vesvesenin içeriye girmesi
için. İşte şeytan bu dönemden sonra bâzı açıklıklar buldu ve zehrini boşalttı müslümanların
içine. Bundan sonra ara-ara bâzı ferâsetli ve dirâyetli kişilerin gayretleriyle
sakinleşmeler yaşandıysa da, en büyük fitne kaynağı olan maddiyat-çıkar (para) işin
içine girmişti ve ümmetin -halk tabanında olmasa da-, yönetim tabanında
çatlamalar ve kırılmalar baş-gösterdi. Bu durum yanında, Kitabı ve Peygamberi
geri plâna atmayı getirmişti ki felâket budur zâten. Tüm felâketlerin başı da
ortası da, sonu da; Kitap (Kur’ân) ve Peygamberin (sünnet) geri plâna atılması
ve çıkar-merkezli bir yola girilmesidir. Nefs ilk başta buradan vurur insanı. “2S”
ve “2Ş” tâbir edilen; servet-siyâset ve şöhret-şehvet belirleyici unsur oldu.
Ferâsetli ve dirâyeti bâzı kişileri saymazsak İslâm âlimleri de buna engel
ol(a)madı. Böylece artık kitap-sünnet merkezli değil, kitap ve sünneti de tümden
yok saymayan ama servet-siyâset, şehvet-şöhret (2S 2Ş) merkezli bir yönetim ve
hayat başladı.
Kitaptan ve sünnetten kopma, çok uzak olmayan vâdede büyük
kopuşu ve yıkılışı da yanında getirir. Fakat İslâm’ın temelleri çok sağlam
atılmıştı ve “halk tabanı” da samîmiyetini hâlâ sürdürüyordu. Bu arada “gönüllerin
fethinden” bağımsız “toprakların fethi” tüm hızıyla devâm ediyordu. “Gönüllerin
fethinden” önce “toprakların fethine” kilitlenilmişti. İşte bunun sağladığı güç
ile, dış etkiler çok da zorlanılmadan bertarâf edilebiliyordu. Yunan felsefesiyle
gelen kültürel dalga ve haçlı-moğol saldırıyla gelen askerî-siyâsi dalga bu sağlam
temel ve kitap ve sünnete hâlâ îtîbar edildiğinden dolayı bertarâf edilebildi.
Fakat özellikle ikinci dalga çok sarstı ve büyük yıkımlar getirdi. Aslında
kanımca, haçlı seferleri ile yıpratılıp moğol işgâlleriyle gelen yıkım, devleti
olmasa da medeniyeti durdurmuş, hattâ büyük oranda yıkmıştır. Osmanlı belki
biraz bunu tersine çevirebilmiştir fakat o da, askerî-siyâsi-yönetim-mîmâri-edebiyat
yönünden çok zengin olsa da, ilim yönünden zayıf olduğu için medeniyeti yeniden
diriltememiştir. Medeniyet sâdece savaşla-devlet ile kurulmaz zîrâ. Bir ilim,
kültür, vicdan merhâmet de üretilmesi ve yayılması gerekir. Moğolların
yıkımları içinde bilindiği gibi kütüphâneler de vardır. Bir kütüphânenin yıkımı
bir devletin yıkımı gibi kötü sonuçlar doğurur. İşte moğol işgâlleri ve
saldırıları ilmi ve dolayısı ile medeniyeti sekteye uğrattığı için, devletler
de sekteye uğradı ve sâdece dış yönü kurtarmanın yoluna düşüldü.
Tüm bunlar İslâm medeniyetini zayıflattı ve yıkımın
eşiğine getirdi. Artık “son dalgaya” dayanacak gücü pek kalmadı. Batı’nın
Rönesans ile başlayan, Aydınlama, Sanâyileşme ve Fransız Devrimi süreçleri ile
birlikte maddî anlamda görece ilerlemesi ve güçlenmesi, zamânın cihangir
devleti olan Osmanlı’yı da güçsüzleştirdi. Osmanlı da bu yıkılışa karşı
koyamadı. Çünkü dediğimiz gibi, ilim yönünden zayıf olması, onun ilim-merkezli yeniden
yapılanmasını önlüyordu. Böylece mecbûren dışa bağımlı bir devlet oldu ve
bilindiği gibi dışa bağımlı olanlar, bağımlı olduklarına göre hareket etmek
zorunda kalırlar. Osmanlı Tanzimat’tan sonra 19 yy.’ın sonu îtibâriyle
modernizmin kıskacına girmişti. Osmanlı en güçlü çağında eğer Endülüs’ün
bakiyesi ile birleşebilseydi, zannımca şu-andaki Dünyâ çok farklı olabilirdi.
Fransız Devrimi ile zirveleşen batı gücü ve ilerlemesi,
son dalgaydı ve müslümanlar bu dalganın ve selin önünde duramadılar ve çok da
uzun olmayan bir zaman sonra yenilgiler ve zayıflıklar sonunda dağıldılar. Geriye
yapılması gereken şey olarak, gâliplerin mukallitliği kalıyordu. Artık gâliplerin
ideolojileri, yönetim-şekilleri, felsefeleri, düşünceleri, kültürleri vs., her
şeyleri dağılmış ve 70 parçaya bölünmüş müslüman ülkelerin ideolojileri,
kültürleri, düşünceleri oldu. Artık müslümanlar batı’nın kötü birer fotokopileri
oldular. Onların güdümüne girdiler. Akıllarını, zihinlerini, kâlplerini,
vicdanlarını, kültürlerini kötüleyip bir paçavra gibi atıp onlara teslim
ettiler ve yerine de, şeytan fısıltılarından oluşan tâğut derlemelerini alıp
baş-tâcı yaptılar-yapıyorlar. Böyle-böyle batı’nın yâni modernizmin kuşatması
altına girdiler. Öyle bir kuşatma ki, her taraftan sımsıkı sarılmış ve
neredeyse hareket edilemeyecek duruma getirilmiş bir kuşatma. Bu, modernizmin
kıskacına girmek demektir. Artık Dünyâ-müslümanları ve mazlumları batı modernizmi
tarafından kıskaca alınmış hâldedir. Öyle ki, birazcık kımıldamaya kalktığında,
kıskaç daha fazla daralıyor ve daha fazla bir sıkışma oluyor. Yâni nereden
baksan perişanlık.
Fakat ilginç olan bir şey var; 2. dünyâ-savaşından
sonra yâni dümenin başına ABD geçtikten sonra, özellikle de 80’lerin sonunda
komünist bloğun da yıkılmasıyla, kıskacın ekonomik yönü olan kapitâlizm
Dünyâ’yı tam olarak sarmalayınca ve kapitâlizm (akıllı-uzlaşmacı kapitâlizm)
yanında bâzı görece nefis-merkezli iyilikler(!) de getirince ve kıskaç bu
siyâset gereği biraz aralanınca halk görece rahatladı. Bu gevşeklikle berâber
insanlar, kapitâlizmin yâni modern ekonomik kıskacın ürünleriyle neşelendi.
Aslında sonunda zulme dönüşecek olan dünyevî metalar ile büyülendi, zamanla bu
metalardan daha fazla yararlandığı için bu metalarla sarhoş oldu ve kendisini
kuşatan, sarıp sarmalayan ve neredeyse hareket imkânı bırakmayan bu kıskaçlara
âşık olmaya ve onları samîmi bir şekilde savunmaya başladı (Stockholm
Sendromu). İşte böyledir; insan, uzun süre zulüm altında kalınca, o zulüm
etkeni onun dîni olmaya başlar. Ve artık, dînini-îmânını-milletini-ümmetini-devletini-medeniyetini-kültürünü-kavmini
ve en sonunda da haysiyetini ve şerefini küçümsemeye ve ondan nefret etmeye başlar.
Aklı başından gitmiş, dirâyetini dik duruşunu kaybetmiştir zîrâ. Aklını modernizme
teslim etmiş, rûhunu da şeytana satmıştır. Artık ne yapacağını bilmez hâldedir
ve ancak kendi-kendini kandırmanın âcizliği içindedir.
“…O, akıl
erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).
Peki bu durumdan kurtulmanın bir yolu yok mu?. Tabî
ki de var ve zâten târih bunun örnekleriyle dolu. Fakat bâzı bedelleri var. İlk
önce o bedelleri göze alabilecek dirâyet lâzım. O kıskaçtan kurtulmak için bâzı
şeylerden ferâgat etmek, bâzı şeylerden vazgeçmek gerekiyor. Çünkü kıskaç çok
sıkı ve ondan kurtulmak çok zor. O hâlde açlığa-susuzluğa katlanarak biraz
zayıflamaya ne dersiniz?. Böylece kıskaçta bir boşluk oluşacaktır. Kıskaçtan
kurtulmak bir kez başladığı anda artık gerisi gelecektir. Yapılması gereken şey
çok basit, fakat yapması o kadar kolay değil. Dirâyet ister, fedâkârlık ister,
gâzi ister, şehit ister.. İlk önce o kıskacın büyüsünden kurtulabilmemiz lâzım
zihnen, aklen ve kâlben. O kıskacın yarârımıza değil zarârımıza olduğunu
görebilmemiz lâzım. Sonra da kanatmasına aldırmadan kıskacı gevşetecek
hareketler yapmalıyız. Belki bâzıları bu uğurda kolundan bacağından olabilir. El-birlik
kıskacı birazcık gevşetip oradan sıyrılmaya başladığımızda, Allah beşbin
melekle yardımımıza gelecektir. Haa, Allah’ın yardımını unutmayalım sakın. O’nun
yardımı olmazsa zâten olmaz:
“Andolsun,
siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu hâlde Allah’tan
sakının, O’na şükredebilesiniz. Sen mü’minlere: ‘Rabbinizin size meleklerden
indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?’ diyordun. Evet,
eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da âniden üstünüze çullanıverirlerse,
Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır. Allah
bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kâlpleriniz bununla tatmin bulsun
diye yaptı. ‘Yardım ve zafer’ (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sâhibi
olan Allah’ın katındandır” (Âl-i
İmran 123-126).
Düşünsenize; biz bir adım atınca Allah on adım
atıyor. Bu adımların karşısında kim durabilir?. Evet, ilk önce Allah düşmanı
kişilere-toplumlara-ideolojilere güçlü bir “Lâ” çekmemiz gerekiyor.
Zihinlerimiz bilincimiz vahiy/sünnet-merkezli bir inşâdan sonra eyleme geçme
zamânıdır. Artık Allah’ın yardımı yanımızdadır. Yeter ki bize dost gibi görünen
düşmanlarımız arasına bir mesâfe koyalım ve onlardan ayrılalım. Hak ile bâtılın
ayrılmasıdır bu ve bu ayrılık olmadan Allah’ın yardımı ulaşmaz. Zâten Allah
bizden ilk önce bunu bekliyor:
“Allah’a ve
âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve
elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar;
bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri
(soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve
onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı
olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır.
Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah (umutlarını
gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).
Dünyâ’yı yeniden bir huzur-diyârına dönüştürmenin
yolu, kıskacı gevşetebilmekten geçiyor. Kıskaç kendi-kendine gevşemez. O hâlde
biz onda, vazgeçişlerimizle boşluklar oluşturacağız. Bir boşluk oluştuğunda,
gerisi çorap söküğü gibi gelecektir Allah’ın izni ve dilemesiyle.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder