23 Haziran 2016 Perşembe

Hiyerarşik Şûrâ Sistemi


“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler. (En-âm 16).

 

“Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenler” (Şûra 38).

 

İslâm’da karar alma yöntemi şûrâ ile olur. Şûrâ, İslâm’a âit çok özel bir sistemdir ve “halkın tamâmının” katılımı, biati ve onayı, karar almada etkilidir. Şûrâ, “oy çokluğu”nu değil “oy birliği”ni esas alır. Eski Yunanistan’da ortaya çıkan ve şûrâ ile karıştırılmaması gereken demokraside ise, ilk uygulandığı zamanlarda, halkın tamâmının değil, sâdece bir bölümünün (mutlu azınlık) oy-onay vermesiyle kararların alındığı bir sistemdi. Yâni mutlu bir azınlık “yönetici mutlu azınlık”ı seçiyordu. Böylece birbirlerine alan açmış oluyorlardı. Modern dönemdeki demokraside ise, halkın geneli seçime katılıyor ve yine “mutlu azınlık” seçiliyor. Zîrâ demokratik seçimlerde, seçilecek olan kişilerde ehliyet, liyâkat ve ahlâka değil, maddî güce bakılır. Maddî gücü olmayanların seçimlere katılma şansı yoktur. Modern zamanlarda da Dünyâ’nın genel bir ideolojisi hâline getirilen demokrasi, aslında halkın yanında değil, aynen eski-Yunanistan’da olduğu gibi bir-kısım mutlu-azınlığın işlerini çekip-çevirmesi için sâdece onların yanında duran ve sâdece onların işine yarayan bir sistemdir.

 

Demokrasinin modern zamanlarda yeniden gündeme getirilmesi ve zamanla tüm Dünyâ ülkelerine dayatılarak ideoloji edinmeleri istenmiştir. Demokrasi, “din-merkezli düşünce ve eyleyişin” terk edilerek, “insan-merkezli bir düşünüş ve eyleyişin” hâkim olmasına yönelik bir girişimdir. Demokrasi, “zâten mutlu olan” azınlığın, “bu mutluluklarına gölge düşer” endişesiyle ortaya koydukları şeytâni bir ideolojidir. Zîrâ neo-demokrasiden önce halk, zenginlerle aralarındaki büyük uçurumdan râzı olmuyor ve bundan dolayı da zaman-zaman isyân ediyordu. Buna karşı mutlu-azınlık, düşündü taşındı ve neo-demokrasiyi buldu ve ortaya koydu. Böylelikle halka; “tamam; sen kimi istiyorsan onu seç, o yönetsin, onun dediği olsun” dediler. Fakat ortaya çıkan yönetici adayları, -aynen şimdi olduğu gibi- “mutlu-azınlığın desteği ile orada bulunan” adaylardan oluşuyordu. Halk bu dayatılan adaylardan birini seçince ve o kişiyi iş-başına getirince, o aday mutlu-azınlık tarafından desteklendiği için onların çıkarlarına hâlel getirmeyecek ve onların çıkarını sağlayacak ölçüde çalışmalar yaptı ve yine halkın yararına bir değişim olmadı ve mutlu azınlık daha da “mutlu” olmaya başladı. Ezilen halk yine eskisi gibi bir “ses” çıkaracak olduğunda: “İyi de o kişiyi biz atamadık, siz seçtiniz, niye kızıyorsunuz ki?” dediler. Halkın sesini-îtirâzını-eleştirisini-isyânını böylece kesmiş oldular. Böylece demokrasi, “garibanın sesini kısma projesi” oldu.

 

Şûrâ, bir hüküm koymada kullanılamaz. Çünkü “Allah hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf 26). “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” denir. Yâni bir mesele hakkında âyet veyâ hadîste kat’î bir beyân varsa, bu o mesele hakkında bir nass sayılacağından, artık o mesele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü ictihad ancak, kesin ve sarih olmayan meselelerde şâriin murâdını arayıp bulmak için meşrûdur. Şu âyet de zâten bundan bahseder:

 

“Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, mü’min erkek ve kadın için o işi kendilerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, muhakkak apaçık bir sapıklığa düşer” (Ahzâb 36). 

 

İslâm’ın sistemi şûrâ sistemdir. Ve demokrasiyle hemen-hemen hiç alâkası yoktur. Fakat yine; küresel tâğutların taşeronları tarafından desteklenen yada pohpohlanan bâzı İslâm bilginleri (âlimleri değil), demokrasi ile şûrânın aynı şey olduğunu, demokrasinin tam da Kur’ân’ın bahsettiği şey olduğunu, bu nedenle de demokrasiye sâhip çıkarak demokratik olmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki demokrasi ile şûrâ aynı şey değildir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi” iken, şûrâ; bir düşüncenin, bir fikrin ve bir isteğin, çoğunluğun biatiyle-onayıyla süzüle-süzüle ‘yüce şûrâ’ya ulaşması”dır.

 

İslâm Ülkesinde devlet başkanını “yüce şûrâ” seçer. Yüce şûrâ, belli sayıdaki şûrâ üyeleri içinden, tüm toplumun tanıdığı, bildiği ve sevdiği, ehliyet ve liyâkatte en ileri olan ahlâk timsâli üyeyi başkan seçer. Seçilen bu kişinin sivrilmesi doğal bir yolla olur ve düşünceleri, fikirleri ve yaptıklarıyla halkın sevgisini-saygısını kazanmış ve halkın çok iyi tanıdığı biridir. Devlet başkanı seçiminde halkın etkisi, “yüce şûrâ üyelerini seçme” ve “yüce şûrânın seçtiği devlet başkanına biat etme” noktasındadır. Bu biat, aslında bir “hayırlı olsun” mesajıdır. Çünkü biat, olumsuz bir anlam taşımaz ve biat etmenin karşısında “biat etmeme” seçeneği yoktur. Biat ya edilir yada edilmez. Biat etmeyecek kişi gelip de “biat etmiyorum” demez.

 

Şûrâ sisteminde, şûrâ üyesi olmayanlar da görüşlerini bildirebilirler ve gerektiğinde onlara da danışılabilir. Çünkü bu Kur’ân’ın bir emridir. Allah, insanları da şûrâya dâhil etme noktasında şunları emreder:

 

“Allah’tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmran 159).

 

İslâm ülkesinde halk, sâdece “yüce şûrâ”yı seçer. Edep-ahlak, ehliyet-liyâkat sâhibi ve ahlak timsâli kişiler arasından, belli sayıdaki şûrâ üyelerini seçme işidir İslâm ülkesindeki seçim. Şûrâ üyelerinden birinin, başkan olması yada hastalık, yaşlılık ve vefâtı durumunda eksilen sayıyı tamamlamak için yapılan seçimdir bu. Normâl durumda gerek yüce şûrâ üyeleri gerekse de devlet başkanının görev süresi; eğer bir hastalık, görevin ağırlığını ve sorumluluğunu kaldıramama ve yaşlılıktan dolayı değilse, üyenin-başkanın ölümüne kadardır.

 

Adaylar, o işi yapabilecek yetenekte olduklarını bildikleri için “yüce şûrâ” üyesi olmak isterler. Zîrâ bir mü’minin hakkıyla yapabileceği bir işi yapmaktan imtinâ etmesi düşünülemez. Yine yüce şûrâ üyeleri ve halkın yönlendirmesiyle ve teklifiyle aday olanlar olur. Yoksa keyfî bir neden ve çıkardan dolayı bir adaylık söz-konusu olmaz. Çünkü yüce şûrâ üyeliği yada devlet başkanlığı, ağır sorumluluk isteyen bir iş olduğundan dolayı, ancak “yüce şûrâ”nın ve halkın teveccühü ile adaylığı kabûl ederler.

 

Şûrâ adayları, demokrasilerde olduğu gibi “ille de ben seçileceğim” yarışına girmezler. Çünkü bu işte demokrasilerdeki gibi bir menfaat ve çıkar yoktur ve tam-aksine ağır bir sorumluluk vardır. Zâten halkın desteğini almak için, “ben şöyle yapacağım, böyle yapacağım” diye meydanlarda boş vaâdlerde bulunmazlar. Zîrâ yapılacak olan şey bellidir ve mesele, yapılacak olan şeyi hakkıyla yapmaktır. Yine, adaylar, birbirine aykırı vaâdler sunmazlar, çünkü yapılacak şey zâten bellidir ve önemli olan şey, bunun en iyi şekilde yapılmasıdır. Yapılacak işte baz alınacak kıstas bellidir: Kur’ân ve Sünnet. Bunun dışına çıkılamayacağı için çok farklı şeylerin yapılması söz-konusu değildir. Yâni adayın biri “ben şu kânunları çıkaracağım ve şöyle-şöyle yapacağım” derken, diğer aday, “hayır, ben de şu kânunları çıkaracağım ve böyle-böyle yapacağım” polemiği olmaz. İslâm ülkesinde politika değil, “siyâset” yapılır. Bu da hem Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olamaz, hem de halkın zararına olamaz. O hâlde seçimde adayların hırs yapması söz-konusu değildir. Zâten adaylar seçilmese de, yapacakları işleri bellidir ve bir görevleri vardır.

 

Yüce şûrâ üyeleri, yüce şûrâ üyesi olmak için seçilecek adayların arasından üç tanesini belirleyerek halkın seçimine ve biatine sunar. Öne çıkan bu üç aday, keyfî olarak belirlenen kişiler değil, halkın en çok teveccüh gösterdikleri kişilerdir.

 

İslâm’da hükmetme Allah’a âit olduğundan, insanların ana konularda kânun çıkarması söz-konusu değildir. İslâm ülkesinde insanların “yasama” yetkisi yoktur ve “yargılama” ile “yürütme” yetkileri vardır sâdece. Tabi ki coğrâfi, kültürel vs. gibi nedenlerden dolayı her bölgenin vâlisi-kaymakamı gibi yetkili kişilerin lîderliğindeki iştişâre kurulu, gerektiği zaman basit konularda bâzı kurallar ve kânunlar çıkarabilir ki bunlar da “Anayasa olan Kur’ân”a aykırı olamaz. Vahiy, vahyin pratik uygulaması olan Sünnet ve akıl yürütmek bu kuralların belirlenmesinde etkilidir. Bu metod yüce şûrâdan bölgesel yönetimlere kadar aynı şekilde işler. O hâlde şûrâ üyeleri ve devlet başkanı kim olursa-olsun, yapacağı şey bellidir ve tam da Allah’ın istediği şekilde yargı ve yürütme yapmalıdır. Halk ise, bunu en ideâl olarak kimin yapacağını belirler ki, bu da demokrasilerde olduğu gibi sandıkların kurulması ve insanların oy vermesiyle değil, halkın genelinin, “dinamik olarak yaptıkları istişârelerde belirlenmesi” şeklindedir. Halk, demokrasilerdeki gibi 4-5 yılda bir yapmaz seçme-belirleme işini. Halk bu iş için belli aralıklarla toplandığından dolayı sürekli istişâre hâlindedir ve sürekli olarak yeni bir düşünce, fikir, eleştiri, îtirâz ve isteklerden oluşan sonuçlar çıkar. Bu istişârelerin sonuçları, mahalleden muhtara, kaymakama, vâliye ve en nihâyetinde yüce şûrâya kadar ulaşılır ve orada değerlendirilir. Yüce şûrâ bunların içinden önemli bulduklarını değerlendirir yada önemli bulmadıklarını gündemine almayıp, “gündeme almama gerekçesi”yle birlikte geri gönderir.

 

Bu hiyerarşik şûrâ-istişâre sistemi Peygamberimiz zamânında şu şekilde oluyordu:

 

“Arabistan’da sosyâl yapı kabîlelere dayanıyordu. Her kabîleyi temsil eden bir kişi vardı ve Mekke’de bir-takım kararlar alınacağı zaman kabîleleri temsîlen kabîlenin en nüfuzlu kimseleri bir-araya gelerek kararları görüşürlerdi. Oradan çıkan “kabûl edilmiş kararlar” bir üstteki yüce şûrâya kadar gelir, oradan da tüm üyelerin istişârelerinden sonraki onayı ile karar alınmış olurdu. Seçim, “istişâre” demek oluyor yâni. Şûrâ budur zâten.  

 

Biat, hem dînî hem de idâri-siyâsi bağlılık şeklidir. Asr-ı Saadet’te sâdece erkekler değil, kadınlar da biat etmekle mükellef idiler. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifâde edildiği gibi biat, aslında Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a edilmektedir:

 

Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu hâlde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim Allah’a verdiği ahdine vefâ gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir” (Fetih 10).

 

Tabi Peygamber’e edilen biataslında Allah’a edilmiş olduğu gibi, “bizden olan emir sâhipleri”ne edilen biat da Allah’a edilmiş sayılacaktır.

 

İslâm öncesi Arap toplumunda biat, demokrasilerdeki gibi seçim şekkliyle yapılmazdı. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Arap toplumunda kabîle, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve kendilerine ‘şeyh’ veyâ ‘seyyid’ adı verilen kişiler tarafından idâre edilmiştir. ‘Şeyh’ Arapçada ‘yaşlı adam’ anlamına geldiği gibi, ‘ileri gelen’ anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı özelliklere sâhip adaylar arasından yaşça büyük olan üyenin riyâsete getirilmesini intâç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle hiç-bir zaman kral yetki ve otoritesine sâhip kişiler tarafından yönetilmeye râzı olmamışlar, reislerini de kendilerinden daha üstün veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki birinciler olarak kabûl etmişlerdir.

 

Kabîlede reisin aslî görevi, sülâle ileri gelenlerinin tabî üyesi oldukları istişâre heyetini organize etmektir. Onun sorumluluğuna, emretmek değil, kabîlesini diğer kabîlelere karşı temsil etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış anlaşması yapar, kabîlenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misâfirleri ağırlar, kabîle adına elçilik vazîfesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında kabîle reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, ‘soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen fedâkâr adamlar’ olarak şöhret bulmuşlardır. Kabîle ileri gelenlerinin bunca az yetkiye sâhip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve mânevî sorumluluk altına girmelerini, hattâ reislik görevini üstlenebilmek adına bâzen savaşa dâhi girişmelerini ancak onlarda en yüksek hâliyle bulunan şeref duygusuyla îzâh etmek mümkündür”.

 

Tabi İslâm’dan önce “şeref ve soyluluk için” üstlenilen idârecelik gibi ağır sorumluluklar, İslâm ile birlikte “Allah rızâsı için” yapılmaya başlamıştır. 

 

Kitlesel bir oy kullanma şeklinin olmadığı İslâm toplumunda, “imam” seçimi “farz-ı kifâye”dir, yâni sâdece bir kesimin seçmesiyle imam seçimi gerçekleşir. Bu kesim ise, “ehlü’l-akd ve’l-hâl” denen toplumdur. Onların yaptığı seçim yeterlidir. İbni Haldun bu konuda şunları söyler:

 

“Evet, bu makâmın farz oluşu icmâ ile sâbit olmuştur. Ancak bu iş, farz-ı kifâye olup, imamın seçilmesi ehlü’l-akd ve’l-hâl’in görevidir. Diğer insanlara da, Allah'ın şu sözünün gereği olarak, onların seçtiği imama itaat etmek düşer: “Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan emir-sâhiplerine (idârecilere) de” (Nîsâ 59).

 

İslâm’da devlet başkanını nihâyetinde “ehlü’l hâl ve akd” (devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde de azletmekle yetkili olan heyet) seçer. Fakat halkın genelinin biati, onayı, düşüncesi, fikri ve isteği, süzüle-süzüle yüce şûrâya gelir. Meselâ mahallede alınan bir karar, ilçe istişâre kurulundan onay almadan bir üst kurula gitmez. Fakat onaylanırsa vâliliğe, orada da onaylanırsa yüce şûrâya kadar süzüle-süzüle gider. Böylece sürekli bir akıl yürütme durumu vardır. 

 

Yeni bir “şûrâ üyesi”ni ise, şûrâ üyeleri (ehl’ül hâl ve akd) belirler. Halk, belirlenen bu kişi hakkındaki olumlu yada olumsuz görüşünü belirtir. Halkın bu görüşü şûrâ üyesinin değerlendirilmesinde etki eder. Doğal bir süreç vardır şûrâ sisteminde.

 

Bu yöntem modern zamanlarda da uygulanabilir. Meselâ şöyle olabilir: Köyler kendi aralârında, konuşup-tartışarak köydeki olgunluğa erişmiş tüm halkın onayı ile ortaya koydukları bir düşünceyi, muhtarlar vâsıtasıyla ilçelere-kazâlara götürüp, orada da kaymakam başkanlığındaki meclis üyeleri tarafından görüşülüp bir karâra varılmasından sonra onaylanırsa, alınan karârın vâli lîderliğindeki vilâyete gönderilmesi ve burada da değerlendirilip onaylandıktan sonra da yüce şûrâya ulaştırılması olarak işler süreç. Burada önemli olan şudur: Köylerdeki bu işi üstlenecek kişi (muhtar), tüm köylü tarafından zâten sevilip sayılan ve doğal olarak iş-başına tüm köylünün onayıyla gelmiş olan kişidir. Ortaya atılan bir istek-düşünce, bâzı fikir alış-verişi ve tartışmalardan sonra tüm köyün onayı ile alınan; karar, istek ve önerilerdir. Aynı şey ilçedeki kaymakamın, ildeki vâlinin lîderliğindeki istişâre merkezleri için de geçerlidir. Kur’ân “sizden olan emir-sâhipleri” der. İşte onlar halktan olan emir-sâhipleridir ve onlar halk gibidirler ve bir ayrıcalıkları yoktur. Sözlerine-düşüncelerine daha çok başvurulan ve dinlenilen ve saygı duyulan kişilerdir sâdece. Bu kişiler hem toplumunun sevdiği-saydığı önde gelen kişilerdir, hem de ehliyet ve liyâkat sâhibidirler.  

 

Bu bahsettiğimiz şey büyük şehirlerde; sokak, mahalle, ilçe, il ve yüce şûrâ silsilesi şeklinde işler. Şöyle ki; Her apartmanda oturan sâkinler belli aralıklarla bir-araya gelerek görüşmeler yaparlar ve vahye ve sünnete uygun olarak çıkan sonuçlar, daha önceden herkesin uygun görerek seçtiği “sokak sorumlusu”na iletilir. Sokak sorumluları da belli arlıklarla bir-araya gelir ve ortak fikirler-düşünceler mahalle muhtarına gider. Mahalle muhtarlarının bir-araya gelerek oluşturdukları ve onayladıkları karar, eleştiri, îtirâz ve öneriler kaymakama, kaymakların bir-araya gelerek adlıkları ve onayladıkları kararlar ve öneriler vâliye, vâlilerin bir-araya gelerek vardıkları sonuçlar, dilekler ve düşünceler de yüce şûra meclisine kadar gider. Böylece hiyerarşik bir şûrâ sistemi oluşmuş olur.

 

Her köy, her sokak, her mahalle, her ilçe ve her il, önerisinden-düşüncesinden sorumludur. “Yüce şûrâ”ya ulaşan kararlar ve öneriler-şikâyetler-istekler, halkın tamâmının onayı ve rızâsıyla oraya ulaşmıştır. Yüce şûrâya gelen bu istekler öneriler, (olayı İslâm Devleti merkezinde düşündüğümüz için), vahiy ve sünnet merkezli olarak masaya yatırılıp ele alınır. Yüce şûrâdaki kişiler zâten tüm ülkenin tanıyıp bildiği ve sözüne güvendikleri ahlâklı-temiz-dürüst ve bilir-kişilerdir. Başlarında da zâten edep-timsâli, ahlâk timsâli bir imam vardır ki devlet başkanı odur. Yüce şûrâda tartışılan-incelenen, öneri-dilek-şikâyet-istek-karar-düşünceler, Kur’ân ve sünnet süzgecinden geçiyorsa, bunlar artık ülkenin kararları-kânunları olur. Fakat vahiy-sünnet süzgecinden geçmeyenler ise ya geri gönderilir yada daha derin tartışılması istenir. Bu sistem, en küçük birimlerden en büyüğüne kadar belli aralıklarla toplanma şeklinde olduğundan dolayı hem zor olmaz hem de sürekli olarak dinamik ve canlıdır.

 

İslâm’da; demokrasilerde olduğu gibi, halkın genelinin, “dayatılan bir-kaç seçenekten birini seçmek” anlamında yapılan bir seçim-sistemi yoktur. Hiyerarşik sistemde oy değil, re’y vardır. Re’y ise, “görüş” demektir. Re’yini kullanmak, “görüşünü dile getirmek” demektir. Görüşünü dile getirmek, tabî ki tüm halk için geçerlidir. Görüşün dile getirilmesi, bahsettiğimiz şûrâ sisteminde hiyerarşik olarak gerçekleşir.

 

Biat, “seçmek” demek değil, ehliyet ve liyâkatinden dolayı öne çıkan kişiyi-kişileri, şûrâ üyesi ve lîder olarak “kabûl etmek” demektir. Peygamberimize yapılan biat da, “Allah tarafından seçilmiş olanı kabûl etmek ve desteklemek” anlamına gelir. Yoksa Peygamberimize alternatif biri yoktur ki, bâzıları biatini Peygamberimize değil de diğerine yapsın. Biat, toplumsal bir anlaşmadır. Böylece demokrasilerde olduğu gibi halk ânında ikiye-üçe bölünmez ve birbirlerine düşman olmaz. Biatte, kim seçilirse seçilsin, toplumun-halkın tamâmı o kişiden memnundur. Çünkü adaylar zâten bir kardeşlik şuuru içinde birlikte çalışmaktadır ve ayrı partilerden-hiziplerden değildirler. Zâten, yüce şûra üyelerinden eksilen adaylardan birini yada ikisini tamamlamak için yapılan seçim ve biattir bu. Amaç, işe halkı da karıştırmak ve onayını almaktır. 

 

Biat (bey’at) “kabûl ve tasdik etmek” demektir. Olumsuz anlamı yoktur. “Kabûl etmemek” anlamında kullanıl(a)maz. Bu nedenle de biatın demokratik seçimlerle bir alâkası yoktur. Yâni biatta; adaylardan birini onaylamak vardır ki bu, “diğerini onaylamamak demek” değildir. “Diğeri de olabilir ama bence şu kişi olsun” demek gibidir.

 

Bu sistem oturtulduğunda yüce şûrâ üyelerini seçmek ve dolayısı ile devlet başkanını belirlemek hem kolaylaşacak hem de iyi sonuç verecek bir sistem oluşturulmuş olacaktır. Bu sistemin çok zor olduğunun sanılması, alışılmış olan beşerî sistemlerdir. İnsanlar beşerî sistemlere öyle bir alışmışlar ve ilâhi sistemlere o kadar çok yabancıdırlar ki, bu düşünceye çok yabancı kalıyorlar yada olumlu bakmak istemiyorlar. Dediğimiz gibi, bu sistem Peygamberimiz zamânında uygulanan bir sistemdi ve o zamâna asr-ı saadet=huzur dönemi denirdi. Allah’ın seçtiği bir Peygamber, ehliyet ve liyâkate sâhip olan yöneticileri-idârecileri atıyordu yada yapılacak bir işte istişâre yapılarak, o şey belirleniyordu. O dönemdeki birliktelik bahsettiğimiz sistemden kaynaklanıyordu.

 

İslâm’da şûrâ, zinhar demokrasi değildir. İslâm’da cumhuriyet ve demokrasi yoktur. İlber Ortaylı:

 

“Ben İslâm târihinde cumhuriyet olduğuna inanmıyorum. Hulefâ-i Râşidîn döneminde dört halifeden üçü, son derece âdil ve nizâma uygun bir idâre têsis etmişlerdir. Başarılı devlet adamlarıdır. Fakat onların seçimleri bizim bugünkü anladığımız demokrasi değildir” der.

 

İslâm Devleti’nde canlı bir şûrâ  işler. Sürekli olarak doğal bir şûrâ vardır. Fakat haftada bir de “cum’a namazı ve toplanması” şeklinde tartışılan ve şûrâ edilen konular olur. Müslümanlar cum’a namazlarında ve hutbelerde susmazlar ve tam-aksine her-şeyi konuşurlar. Herhangi bir konuda eleştiri ve îtirazlarını sunarlar ve önermelerini sunarlar . Yâni demokrasilerde insanlara 4-5 yılda bir tanınan eleştiri-îtiraz-öneri hakkı, İslâm’da sürekli vardır ama özellikle her cumâ (toplanma-namaz günü)  yâni haftada bir, herkes şikâyetini, önerisini, îtirâzını dile getirir ve yetkili kişilere iletir.

 

Bahsettiğimiz bu sistem canlı bir sistemdir. “Sürekli olarak işleyen” bir sistem olduğundan canlıdır ve de tıkır-tıkır işler. Demokrasiler gibi 4-5 yılda bir halka başvurulan bir sistem değildir. Herkes her-an bir isteği-görüşü-düşüncesi için bu hiyerarşik sisteme mürâcaat edebilir, kararları eleştirebilir ve yeni öneriler sunabilir. Bu sistemin olmazsa-olmaz şartı, öne sürülen düşünce, öneri, şikâyetler vs.nin, vahiy/sünnet-merkezli olmasıdır. Aksi-hâlde çok sıcak bakılmaz bu önerilere ve eleştirilere.

 

Demokratik sistem halk-merkezli yâni akıl-merkezli olduğundan ve her insanın aklı “doğru yada yanlış” farklı çalıştığından dolayı, her kafadan bir ses çıkar. Bir “değer ölçüsü” yoktur demokrasilerde insan aklından başka. Yada buna “insan akılsızlığında başka” demek daha doğru olabilir. İslâm’da şûrâ, vahiy-sünnet ve akıl yürütme üzerinden işler. Bir değerin, bir mutlak ölçünün olmadığı bir ülkede, demokrasi yokken oraya bir-anda demokrasi getirmek, o ülkede ânında bir ayrışmanın bir bölünmenin başlatılması demek olur ve bir A partisi olur bir de B partisi ve diğerleri. Sonra bunlar başlarlar birbirleriyle didişmeye ve çatışmaya. Birbirlerine öyle bir düşman olurlar ki, normâl hayatta bile sürer bu düşmanlık. Oysa Allah bunun bir felâket olduğunu, ayrılmanın ve ayrışmanın bir güç-kaybı olduğunu ve bundan vazgeçip hep birlikte Allah’ın ipine sarılarak vahiy/sünnet-merkezli olan ortak bir noktaya gelinmesini emreder:

 

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

Peki bahsettiğimiz bu sistem modern zamanlarda yâni günümüzde nasıl olabilir?. İnsanlar bu “şûrâ sistemi”ni talep edecek hâle nasıl geleceklerdir?. Ercüment Özkan bunun; modern siyâsete karışmayan bir İslâm’i partinin kurulması ve bu partiye-hizbe (hizbullah) bağlı olanların yaşam-şekillerini İslâmî yönde değiştirmesi ve bir sinerjinin ortaya çıkmasıyla toplumun dönüşerek olacağını söyler:

 

“Bu toplum(kavim) şâyet nefislerindekileri Allah’ın gönderdikleriyle değiştirirse (uzun vâdede de olsa) Allah da onların hâlini değiştirecektir. Yâni içinde yaşadıkları rejimi değiştirecek. İslâm’la kendilerine hükmedilmesi üzere seçecekleri bir ehil müslüman’a biat edecekler ve fiilen devletlerini kuracaklardır. Allah’ın değişmeyen kânunu budur ve biz bu kânuna uygun olarak düşünmek ve amel etmek durumundayız. İktidâr olma imkânını ancak bu halkın nefislerindekileri değiştirmelerinin sonucu olarak bulacağız. O zaman kimseler bu gelişmeye engel olamayacaklar ve devlet olunca da bütün Dünyâ’ya İslâm’la insanların-toplumların nerelere gelinebileceğinin açık örneğini verebilme,  gösterebilme imkânına kavuşacağız”.

 

Tabî ki bu sistemi daha iyi teorilendirip eyleme-pratiğe dökenler olacaktır. Fakat şunu söyleyelim ki, bu sistemi deneyenler sâdece peygamberlerdir. Ve onlar bu sistemle Dünyâ’yı karanlıklardan aydınlığa çıkarmışlardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2016

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder