“Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan,
seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar
ancak zan ve tahminle yalan söylerler.
(En-âm 16).
“Rablerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar,
işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infâk edenler” (Şûra
38).
İslâm’da karar alma yöntemi şûrâ ile olur. Şûrâ, İslâm’a
âit çok özel bir sistemdir ve “halkın tamâmının” katılımı, biati ve onayı,
karar almada etkilidir. Şûrâ, “oy çokluğu”nu değil “oy birliği”ni esas alır. Eski
Yunanistan’da ortaya çıkan ve şûrâ ile karıştırılmaması gereken demokraside ise,
ilk uygulandığı zamanlarda, halkın tamâmının değil, sâdece bir bölümünün (mutlu
azınlık) oy-onay vermesiyle kararların alındığı bir sistemdi. Yâni mutlu bir
azınlık “yönetici mutlu azınlık”ı seçiyordu. Böylece birbirlerine alan açmış
oluyorlardı. Modern dönemdeki demokraside ise, halkın geneli seçime katılıyor
ve yine “mutlu azınlık” seçiliyor. Zîrâ demokratik seçimlerde, seçilecek olan
kişilerde ehliyet, liyâkat ve ahlâka değil, maddî güce bakılır. Maddî gücü
olmayanların seçimlere katılma şansı yoktur. Modern zamanlarda da Dünyâ’nın
genel bir ideolojisi hâline getirilen demokrasi, aslında halkın yanında değil,
aynen eski-Yunanistan’da olduğu gibi bir-kısım mutlu-azınlığın işlerini
çekip-çevirmesi için sâdece onların yanında duran ve sâdece onların işine
yarayan bir sistemdir.
Demokrasinin modern zamanlarda
yeniden gündeme getirilmesi ve zamanla tüm Dünyâ ülkelerine dayatılarak ideoloji
edinmeleri istenmiştir. Demokrasi, “din-merkezli düşünce ve eyleyişin” terk
edilerek, “insan-merkezli bir düşünüş ve eyleyişin” hâkim olmasına yönelik bir
girişimdir. Demokrasi, “zâten mutlu olan” azınlığın, “bu mutluluklarına gölge
düşer” endişesiyle ortaya koydukları şeytâni bir ideolojidir. Zîrâ neo-demokrasiden
önce halk, zenginlerle aralarındaki büyük uçurumdan râzı olmuyor ve bundan dolayı
da zaman-zaman isyân ediyordu. Buna karşı mutlu-azınlık, düşündü taşındı ve neo-demokrasiyi
buldu ve ortaya koydu. Böylelikle halka; “tamam; sen kimi istiyorsan onu seç, o
yönetsin, onun dediği olsun” dediler. Fakat ortaya çıkan yönetici adayları, -aynen
şimdi olduğu gibi- “mutlu-azınlığın desteği ile orada bulunan” adaylardan oluşuyordu.
Halk bu dayatılan adaylardan birini seçince ve o kişiyi iş-başına getirince, o
aday mutlu-azınlık tarafından desteklendiği için onların çıkarlarına hâlel
getirmeyecek ve onların çıkarını sağlayacak ölçüde çalışmalar yaptı ve yine
halkın yararına bir değişim olmadı ve mutlu azınlık daha da “mutlu” olmaya
başladı. Ezilen halk yine eskisi gibi bir “ses” çıkaracak olduğunda: “İyi de o
kişiyi biz atamadık, siz seçtiniz, niye kızıyorsunuz ki?” dediler. Halkın
sesini-îtirâzını-eleştirisini-isyânını böylece kesmiş oldular. Böylece demokrasi,
“garibanın sesini kısma projesi” oldu.
Şûrâ, bir
hüküm koymada kullanılamaz. Çünkü “Allah hükmüne kimseyi ortak etmez” (Kehf
26). “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” denir. Yâni bir mesele hakkında âyet veyâ
hadîste kat’î bir beyân varsa, bu o mesele hakkında bir nass sayılacağından,
artık o mesele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü ictihad ancak, kesin ve
sarih olmayan meselelerde şâriin murâdını arayıp bulmak için meşrûdur. Şu âyet de zâten bundan bahseder:
“Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman,
mü’min erkek ve kadın için o işi kendilerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelirse, muhakkak apaçık bir sapıklığa düşer” (Ahzâb 36).
İslâm’ın sistemi şûrâ
sistemdir. Ve demokrasiyle hemen-hemen hiç alâkası yoktur. Fakat yine; küresel
tâğutların taşeronları tarafından desteklenen yada pohpohlanan bâzı İslâm
bilginleri (âlimleri değil), demokrasi ile şûrânın aynı şey olduğunu, demokrasinin
tam da Kur’ân’ın bahsettiği şey olduğunu, bu nedenle de demokrasiye sâhip
çıkarak demokratik olmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki demokrasi ile şûrâ
aynı şey değildir. Demokrasi bir “çoğunluk yönetimi” iken, şûrâ; bir
düşüncenin, bir fikrin ve bir isteğin, çoğunluğun biatiyle-onayıyla süzüle-süzüle
‘yüce şûrâ’ya ulaşması”dır.
İslâm Ülkesinde devlet
başkanını “yüce şûrâ” seçer. Yüce şûrâ, belli sayıdaki şûrâ üyeleri içinden,
tüm toplumun tanıdığı, bildiği ve sevdiği, ehliyet ve liyâkatte en ileri olan
ahlâk timsâli üyeyi başkan seçer. Seçilen bu kişinin sivrilmesi doğal bir yolla
olur ve düşünceleri, fikirleri ve yaptıklarıyla halkın sevgisini-saygısını
kazanmış ve halkın çok iyi tanıdığı biridir. Devlet başkanı seçiminde halkın
etkisi, “yüce şûrâ üyelerini seçme” ve “yüce şûrânın seçtiği devlet başkanına
biat etme” noktasındadır. Bu biat, aslında bir “hayırlı olsun” mesajıdır. Çünkü
biat, olumsuz bir anlam taşımaz ve biat etmenin karşısında “biat etmeme”
seçeneği yoktur. Biat ya edilir yada edilmez. Biat etmeyecek kişi gelip de
“biat etmiyorum” demez.
Şûrâ sisteminde, şûrâ üyesi
olmayanlar da görüşlerini bildirebilirler ve gerektiğinde onlara da
danışılabilir. Çünkü bu Kur’ân’ın bir emridir. Allah, insanları da şûrâya dâhil
etme noktasında şunları emreder:
“Allah’tan bir rahmet
dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar
çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma
dile ve iş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen artık Allah'a
tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmran 159).
İslâm ülkesinde halk, sâdece
“yüce şûrâ”yı seçer. Edep-ahlak, ehliyet-liyâkat sâhibi ve ahlak timsâli
kişiler arasından, belli sayıdaki şûrâ üyelerini seçme işidir İslâm ülkesindeki
seçim. Şûrâ üyelerinden birinin, başkan olması yada hastalık, yaşlılık ve
vefâtı durumunda eksilen sayıyı tamamlamak için yapılan seçimdir bu. Normâl
durumda gerek yüce şûrâ üyeleri gerekse de devlet başkanının görev süresi; eğer
bir hastalık, görevin ağırlığını ve sorumluluğunu kaldıramama ve yaşlılıktan
dolayı değilse, üyenin-başkanın ölümüne kadardır.
Adaylar, o işi yapabilecek
yetenekte olduklarını bildikleri için “yüce şûrâ” üyesi olmak isterler. Zîrâ
bir mü’minin hakkıyla yapabileceği bir işi yapmaktan imtinâ etmesi düşünülemez.
Yine yüce şûrâ üyeleri ve halkın yönlendirmesiyle ve teklifiyle aday olanlar
olur. Yoksa keyfî bir neden ve çıkardan dolayı bir adaylık söz-konusu olmaz.
Çünkü yüce şûrâ üyeliği yada devlet başkanlığı, ağır sorumluluk isteyen bir iş
olduğundan dolayı, ancak “yüce şûrâ”nın ve halkın teveccühü ile adaylığı kabûl
ederler.
Şûrâ adayları,
demokrasilerde olduğu gibi “ille de ben seçileceğim” yarışına girmezler. Çünkü
bu işte demokrasilerdeki gibi bir menfaat ve çıkar yoktur ve tam-aksine ağır
bir sorumluluk vardır. Zâten halkın desteğini almak için, “ben şöyle yapacağım,
böyle yapacağım” diye meydanlarda boş vaâdlerde bulunmazlar. Zîrâ yapılacak
olan şey bellidir ve mesele, yapılacak olan şeyi hakkıyla yapmaktır. Yine,
adaylar, birbirine aykırı vaâdler sunmazlar, çünkü yapılacak şey zâten bellidir
ve önemli olan şey, bunun en iyi şekilde yapılmasıdır. Yapılacak işte baz
alınacak kıstas bellidir: Kur’ân ve Sünnet. Bunun dışına çıkılamayacağı için
çok farklı şeylerin yapılması söz-konusu değildir. Yâni adayın biri “ben şu kânunları
çıkaracağım ve şöyle-şöyle yapacağım” derken, diğer aday, “hayır, ben de şu
kânunları çıkaracağım ve böyle-böyle yapacağım” polemiği olmaz. İslâm ülkesinde
politika değil, “siyâset” yapılır. Bu da hem Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olamaz,
hem de halkın zararına olamaz. O hâlde seçimde adayların hırs yapması
söz-konusu değildir. Zâten adaylar seçilmese de, yapacakları işleri bellidir ve
bir görevleri vardır.
Yüce şûrâ üyeleri, yüce şûrâ
üyesi olmak için seçilecek adayların arasından üç tanesini belirleyerek halkın
seçimine ve biatine sunar. Öne çıkan bu üç aday, keyfî olarak belirlenen
kişiler değil, halkın en çok teveccüh gösterdikleri kişilerdir.
İslâm’da hükmetme Allah’a âit
olduğundan, insanların ana konularda kânun çıkarması söz-konusu değildir. İslâm
ülkesinde insanların “yasama” yetkisi yoktur ve “yargılama” ile “yürütme”
yetkileri vardır sâdece. Tabi ki coğrâfi, kültürel vs. gibi nedenlerden dolayı
her bölgenin vâlisi-kaymakamı gibi yetkili kişilerin lîderliğindeki iştişâre
kurulu, gerektiği zaman basit konularda bâzı kurallar ve kânunlar çıkarabilir ki
bunlar da “Anayasa olan Kur’ân”a aykırı olamaz. Vahiy, vahyin pratik uygulaması
olan Sünnet ve akıl yürütmek bu kuralların belirlenmesinde etkilidir. Bu metod
yüce şûrâdan bölgesel yönetimlere kadar aynı şekilde işler. O hâlde şûrâ üyeleri
ve devlet başkanı kim olursa-olsun, yapacağı şey bellidir ve tam da Allah’ın
istediği şekilde yargı ve yürütme yapmalıdır. Halk ise, bunu en ideâl olarak
kimin yapacağını belirler ki, bu da demokrasilerde olduğu gibi sandıkların
kurulması ve insanların oy vermesiyle değil, halkın genelinin, “dinamik olarak
yaptıkları istişârelerde belirlenmesi” şeklindedir. Halk, demokrasilerdeki gibi
4-5 yılda bir yapmaz seçme-belirleme işini. Halk bu iş için belli aralıklarla
toplandığından dolayı sürekli istişâre hâlindedir ve sürekli olarak yeni bir
düşünce, fikir, eleştiri, îtirâz ve isteklerden oluşan sonuçlar çıkar. Bu
istişârelerin sonuçları, mahalleden muhtara, kaymakama, vâliye ve en
nihâyetinde yüce şûrâya kadar ulaşılır ve orada değerlendirilir. Yüce şûrâ
bunların içinden önemli bulduklarını değerlendirir yada önemli bulmadıklarını gündemine
almayıp, “gündeme almama gerekçesi”yle birlikte geri gönderir.
Bu hiyerarşik şûrâ-istişâre
sistemi Peygamberimiz zamânında şu şekilde oluyordu:
“Arabistan’da sosyâl yapı
kabîlelere dayanıyordu. Her kabîleyi temsil eden bir kişi vardı ve Mekke’de
bir-takım kararlar alınacağı zaman kabîleleri temsîlen kabîlenin en nüfuzlu
kimseleri bir-araya gelerek kararları görüşürlerdi. Oradan çıkan “kabûl edilmiş
kararlar” bir üstteki yüce şûrâya kadar gelir, oradan da tüm üyelerin istişârelerinden
sonraki onayı ile karar alınmış olurdu. Seçim, “istişâre” demek oluyor yâni.
Şûrâ budur zâten.
Biat, hem dînî hem de idâri-siyâsi
bağlılık şeklidir. Asr-ı Saadet’te sâdece erkekler değil, kadınlar da biat
etmekle mükellef idiler. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifâde edildiği gibi biat, aslında
Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a edilmektedir:
“Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat
etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu hâlde, kim ahdini
bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim Allah’a verdiği
ahdine vefâ gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir” (Fetih 10).
Tabi Peygamber’e edilen
biataslında Allah’a edilmiş olduğu gibi, “bizden olan emir sâhipleri”ne edilen
biat da Allah’a edilmiş sayılacaktır.
İslâm öncesi Arap toplumunda biat,
demokrasilerdeki gibi seçim şekkliyle yapılmazdı. Bir yazıda bu konuda şunlar
söylenir:
“Arap toplumunda kabîle, zenginlik
ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve kendilerine ‘şeyh’ veyâ ‘seyyid’
adı verilen kişiler tarafından idâre edilmiştir. ‘Şeyh’ Arapçada ‘yaşlı adam’
anlamına geldiği gibi, ‘ileri gelen’ anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla bu
durum aynı özelliklere sâhip adaylar arasından yaşça büyük olan üyenin riyâsete
getirilmesini intâç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve özgürlüklerine aşırı
düşkünlükleri sebebiyle hiç-bir zaman kral yetki ve otoritesine sâhip kişiler
tarafından yönetilmeye râzı olmamışlar, reislerini de kendilerinden daha üstün
veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki birinciler
olarak kabûl etmişlerdir.
Kabîlede reisin aslî görevi, sülâle
ileri gelenlerinin tabî üyesi oldukları istişâre heyetini organize etmektir.
Onun sorumluluğuna, emretmek değil, kabîlesini diğer kabîlelere karşı temsil
etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış anlaşması yapar,
kabîlenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misâfirleri ağırlar, kabîle adına
elçilik vazîfesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında kabîle
reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, ‘soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen fedâkâr
adamlar’ olarak şöhret bulmuşlardır. Kabîle ileri gelenlerinin bunca az yetkiye
sâhip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve mânevî sorumluluk altına
girmelerini, hattâ reislik görevini üstlenebilmek adına bâzen savaşa dâhi
girişmelerini ancak onlarda en yüksek hâliyle bulunan şeref duygusuyla îzâh
etmek mümkündür”.
Tabi İslâm’dan önce “şeref ve
soyluluk için” üstlenilen idârecelik gibi ağır sorumluluklar, İslâm ile
birlikte “Allah rızâsı için” yapılmaya başlamıştır.
Kitlesel bir oy kullanma şeklinin olmadığı İslâm
toplumunda, “imam” seçimi “farz-ı kifâye”dir, yâni sâdece bir kesimin
seçmesiyle imam seçimi gerçekleşir. Bu kesim ise, “ehlü’l-akd ve’l-hâl” denen
toplumdur. Onların yaptığı seçim yeterlidir. İbni Haldun bu konuda şunları
söyler:
“Evet, bu makâmın farz oluşu icmâ ile
sâbit olmuştur. Ancak bu iş, farz-ı kifâye olup, imamın seçilmesi ehlü’l-akd
ve’l-hâl’in görevidir. Diğer insanlara da, Allah'ın şu sözünün gereği olarak,
onların seçtiği imama itaat etmek düşer: “Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat
edin, sizden olan emir-sâhiplerine (idârecilere) de” (Nîsâ 59).
İslâm’da devlet başkanını
nihâyetinde “ehlü’l hâl ve akd” (devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde de
azletmekle yetkili olan heyet) seçer. Fakat halkın genelinin biati, onayı,
düşüncesi, fikri ve isteği, süzüle-süzüle yüce şûrâya gelir. Meselâ mahallede
alınan bir karar, ilçe istişâre kurulundan onay almadan bir üst kurula gitmez.
Fakat onaylanırsa vâliliğe, orada da onaylanırsa yüce şûrâya kadar
süzüle-süzüle gider. Böylece sürekli bir akıl yürütme durumu vardır.
Yeni
bir “şûrâ üyesi”ni ise, şûrâ üyeleri (ehl’ül hâl ve akd) belirler. Halk,
belirlenen bu kişi hakkındaki olumlu yada olumsuz görüşünü belirtir. Halkın bu
görüşü şûrâ üyesinin değerlendirilmesinde etki eder. Doğal bir süreç vardır
şûrâ sisteminde.
Bu yöntem modern zamanlarda
da uygulanabilir. Meselâ şöyle olabilir: Köyler kendi aralârında, konuşup-tartışarak
köydeki olgunluğa erişmiş tüm halkın onayı ile ortaya koydukları bir düşünceyi,
muhtarlar vâsıtasıyla ilçelere-kazâlara götürüp, orada da kaymakam
başkanlığındaki meclis üyeleri tarafından görüşülüp bir karâra varılmasından
sonra onaylanırsa, alınan karârın vâli lîderliğindeki vilâyete gönderilmesi ve
burada da değerlendirilip onaylandıktan sonra da yüce şûrâya ulaştırılması
olarak işler süreç. Burada önemli olan şudur: Köylerdeki bu işi üstlenecek kişi
(muhtar), tüm köylü tarafından zâten sevilip sayılan ve doğal olarak iş-başına
tüm köylünün onayıyla gelmiş olan kişidir. Ortaya atılan bir istek-düşünce, bâzı
fikir alış-verişi ve tartışmalardan sonra tüm köyün onayı ile alınan; karar,
istek ve önerilerdir. Aynı şey ilçedeki kaymakamın, ildeki vâlinin
lîderliğindeki istişâre merkezleri için de geçerlidir. Kur’ân “sizden olan
emir-sâhipleri” der. İşte onlar halktan olan emir-sâhipleridir ve onlar halk
gibidirler ve bir ayrıcalıkları yoktur. Sözlerine-düşüncelerine daha çok
başvurulan ve dinlenilen ve saygı duyulan kişilerdir sâdece. Bu kişiler hem
toplumunun sevdiği-saydığı önde gelen kişilerdir, hem de ehliyet ve liyâkat
sâhibidirler.
Bu bahsettiğimiz şey büyük
şehirlerde; sokak, mahalle, ilçe, il ve yüce şûrâ silsilesi şeklinde işler. Şöyle
ki; Her apartmanda oturan sâkinler belli aralıklarla bir-araya gelerek
görüşmeler yaparlar ve vahye ve sünnete uygun olarak çıkan sonuçlar, daha
önceden herkesin uygun görerek seçtiği “sokak sorumlusu”na iletilir. Sokak
sorumluları da belli arlıklarla bir-araya gelir ve ortak fikirler-düşünceler
mahalle muhtarına gider. Mahalle muhtarlarının bir-araya gelerek oluşturdukları
ve onayladıkları karar, eleştiri, îtirâz ve öneriler kaymakama, kaymakların
bir-araya gelerek adlıkları ve onayladıkları kararlar ve öneriler vâliye,
vâlilerin bir-araya gelerek vardıkları sonuçlar, dilekler ve düşünceler de yüce
şûra meclisine kadar gider. Böylece hiyerarşik bir şûrâ sistemi oluşmuş olur.
Her köy, her sokak, her mahalle,
her ilçe ve her il, önerisinden-düşüncesinden sorumludur. “Yüce şûrâ”ya ulaşan
kararlar ve öneriler-şikâyetler-istekler, halkın tamâmının onayı ve rızâsıyla
oraya ulaşmıştır. Yüce şûrâya gelen bu istekler öneriler, (olayı İslâm Devleti
merkezinde düşündüğümüz için), vahiy ve sünnet merkezli olarak masaya yatırılıp
ele alınır. Yüce şûrâdaki kişiler zâten tüm ülkenin tanıyıp bildiği ve sözüne
güvendikleri ahlâklı-temiz-dürüst ve bilir-kişilerdir. Başlarında da zâten
edep-timsâli, ahlâk timsâli bir imam vardır ki devlet başkanı odur. Yüce şûrâda
tartışılan-incelenen, öneri-dilek-şikâyet-istek-karar-düşünceler, Kur’ân ve
sünnet süzgecinden geçiyorsa, bunlar artık ülkenin kararları-kânunları olur.
Fakat vahiy-sünnet süzgecinden geçmeyenler ise ya geri gönderilir yada daha
derin tartışılması istenir. Bu sistem, en küçük birimlerden en büyüğüne kadar
belli aralıklarla toplanma şeklinde olduğundan dolayı hem zor olmaz hem de
sürekli olarak dinamik ve canlıdır.
İslâm’da; demokrasilerde
olduğu gibi, halkın genelinin, “dayatılan bir-kaç seçenekten birini seçmek”
anlamında yapılan bir seçim-sistemi yoktur. Hiyerarşik sistemde oy değil, re’y
vardır. Re’y ise, “görüş” demektir. Re’yini kullanmak, “görüşünü dile getirmek”
demektir. Görüşünü dile getirmek, tabî ki tüm halk için geçerlidir. Görüşün
dile getirilmesi, bahsettiğimiz şûrâ sisteminde hiyerarşik olarak gerçekleşir.
Biat, “seçmek” demek değil, ehliyet
ve liyâkatinden dolayı öne çıkan kişiyi-kişileri, şûrâ üyesi ve lîder olarak “kabûl
etmek” demektir. Peygamberimize yapılan biat da, “Allah tarafından seçilmiş
olanı kabûl etmek ve desteklemek” anlamına gelir. Yoksa Peygamberimize
alternatif biri yoktur ki, bâzıları biatini Peygamberimize değil de diğerine
yapsın. Biat, toplumsal bir anlaşmadır. Böylece demokrasilerde olduğu gibi halk
ânında ikiye-üçe bölünmez ve birbirlerine düşman olmaz. Biatte, kim seçilirse
seçilsin, toplumun-halkın tamâmı o kişiden memnundur. Çünkü adaylar zâten bir
kardeşlik şuuru içinde birlikte çalışmaktadır ve ayrı partilerden-hiziplerden
değildirler. Zâten, yüce şûra üyelerinden eksilen adaylardan birini yada
ikisini tamamlamak için yapılan seçim ve biattir bu. Amaç, işe halkı da karıştırmak
ve onayını almaktır.
Biat (bey’at) “kabûl ve
tasdik etmek” demektir. Olumsuz anlamı yoktur. “Kabûl etmemek” anlamında kullanıl(a)maz.
Bu nedenle de biatın demokratik seçimlerle bir alâkası yoktur. Yâni biatta; adaylardan
birini onaylamak vardır ki bu, “diğerini onaylamamak demek” değildir. “Diğeri
de olabilir ama bence şu kişi olsun” demek gibidir.
Bu sistem oturtulduğunda yüce
şûrâ üyelerini seçmek ve dolayısı ile devlet başkanını belirlemek hem
kolaylaşacak hem de iyi sonuç verecek bir sistem oluşturulmuş olacaktır. Bu sistemin
çok zor olduğunun sanılması, alışılmış olan beşerî sistemlerdir. İnsanlar
beşerî sistemlere öyle bir alışmışlar ve ilâhi sistemlere o kadar çok
yabancıdırlar ki, bu düşünceye çok yabancı kalıyorlar yada olumlu bakmak
istemiyorlar. Dediğimiz gibi, bu sistem Peygamberimiz zamânında uygulanan bir
sistemdi ve o zamâna asr-ı saadet=huzur dönemi denirdi. Allah’ın seçtiği bir
Peygamber, ehliyet ve liyâkate sâhip olan yöneticileri-idârecileri atıyordu
yada yapılacak bir işte istişâre yapılarak, o şey belirleniyordu. O dönemdeki
birliktelik bahsettiğimiz sistemden kaynaklanıyordu.
İslâm’da şûrâ, zinhar
demokrasi değildir. İslâm’da cumhuriyet ve demokrasi yoktur. İlber Ortaylı:
“Ben İslâm târihinde cumhuriyet
olduğuna inanmıyorum. Hulefâ-i Râşidîn döneminde dört halifeden üçü, son derece
âdil ve nizâma uygun bir idâre têsis etmişlerdir. Başarılı devlet adamlarıdır.
Fakat onların seçimleri bizim bugünkü anladığımız demokrasi değildir” der.
İslâm Devleti’nde canlı bir
şûrâ işler. Sürekli olarak doğal bir
şûrâ vardır. Fakat haftada bir de “cum’a namazı ve toplanması” şeklinde
tartışılan ve şûrâ edilen konular olur. Müslümanlar cum’a namazlarında ve
hutbelerde susmazlar ve tam-aksine her-şeyi konuşurlar. Herhangi bir konuda eleştiri
ve îtirazlarını sunarlar ve önermelerini sunarlar . Yâni demokrasilerde
insanlara 4-5 yılda bir tanınan eleştiri-îtiraz-öneri hakkı, İslâm’da sürekli
vardır ama özellikle her cumâ (toplanma-namaz günü) yâni haftada bir, herkes şikâyetini,
önerisini, îtirâzını dile getirir ve yetkili kişilere iletir.
Bahsettiğimiz bu sistem
canlı bir sistemdir. “Sürekli olarak işleyen” bir sistem olduğundan canlıdır ve
de tıkır-tıkır işler. Demokrasiler gibi 4-5 yılda bir halka başvurulan bir
sistem değildir. Herkes her-an bir isteği-görüşü-düşüncesi için bu hiyerarşik
sisteme mürâcaat edebilir, kararları eleştirebilir ve yeni öneriler sunabilir.
Bu sistemin olmazsa-olmaz şartı, öne sürülen düşünce, öneri, şikâyetler vs.nin,
vahiy/sünnet-merkezli olmasıdır. Aksi-hâlde çok sıcak bakılmaz bu önerilere ve
eleştirilere.
Demokratik sistem
halk-merkezli yâni akıl-merkezli olduğundan ve her insanın aklı “doğru yada
yanlış” farklı çalıştığından dolayı, her kafadan bir ses çıkar. Bir “değer
ölçüsü” yoktur demokrasilerde insan aklından başka. Yada buna “insan akılsızlığında
başka” demek daha doğru olabilir. İslâm’da şûrâ, vahiy-sünnet ve akıl yürütme
üzerinden işler. Bir değerin, bir mutlak ölçünün olmadığı bir ülkede, demokrasi
yokken oraya bir-anda demokrasi getirmek, o ülkede ânında bir ayrışmanın bir
bölünmenin başlatılması demek olur ve bir A partisi olur bir de B partisi ve diğerleri.
Sonra bunlar başlarlar birbirleriyle didişmeye ve çatışmaya. Birbirlerine öyle
bir düşman olurlar ki, normâl hayatta bile sürer bu düşmanlık. Oysa Allah bunun
bir felâket olduğunu, ayrılmanın ve ayrışmanın bir güç-kaybı olduğunu ve bundan
vazgeçip hep birlikte Allah’ın ipine sarılarak vahiy/sünnet-merkezli olan ortak
bir noktaya gelinmesini emreder:
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp
ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar
idiniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle
kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan
sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle
açıklar” (Âl-i İmran 103).
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip
birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz
Allah, sabredenlerle berâberdir”
(Enfâl 46).
Peki bahsettiğimiz bu sistem
modern zamanlarda yâni günümüzde nasıl olabilir?. İnsanlar bu “şûrâ sistemi”ni
talep edecek hâle nasıl geleceklerdir?. Ercüment Özkan bunun; modern siyâsete
karışmayan bir İslâm’i partinin kurulması ve bu partiye-hizbe (hizbullah) bağlı
olanların yaşam-şekillerini İslâmî yönde değiştirmesi ve bir sinerjinin ortaya
çıkmasıyla toplumun dönüşerek olacağını söyler:
“Bu toplum(kavim) şâyet nefislerindekileri Allah’ın
gönderdikleriyle değiştirirse (uzun vâdede de olsa) Allah da onların hâlini
değiştirecektir. Yâni içinde yaşadıkları rejimi değiştirecek. İslâm’la
kendilerine hükmedilmesi üzere seçecekleri bir ehil müslüman’a biat edecekler
ve fiilen devletlerini kuracaklardır. Allah’ın değişmeyen kânunu budur ve biz
bu kânuna uygun olarak düşünmek ve amel etmek durumundayız. İktidâr olma
imkânını ancak bu halkın nefislerindekileri değiştirmelerinin sonucu olarak
bulacağız. O zaman kimseler bu gelişmeye engel olamayacaklar ve devlet olunca
da bütün Dünyâ’ya İslâm’la insanların-toplumların nerelere gelinebileceğinin
açık örneğini verebilme, gösterebilme
imkânına kavuşacağız”.
Tabî ki bu sistemi daha iyi
teorilendirip eyleme-pratiğe dökenler olacaktır. Fakat şunu söyleyelim ki, bu
sistemi deneyenler sâdece peygamberlerdir. Ve onlar bu sistemle Dünyâ’yı karanlıklardan
aydınlığa çıkarmışlardır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder