Çağımız bir müzik-spor-film
uygarlığıdır. Gençlerin bu üç unsura ne derece kilitlendiği herkesçe mâlum.
Müzikten hoşlanmayan birine “mal” gibi bakıldığı bilinir. Film seyretmeyenlere
ise, “eee ne yapıyorsun, günlerini nasıl geçiyorsun ki” diyenleri duydum. Spor
ise, artık bir “din” hâline gelmiş durumdadır. Ülkelerin bırakın aç-susuz-sefil
olanlarını, başkanları-lîderleri bile ciddi-ciddi spor ile içli-dışlı oluyor ve
spor hakkında yorumlar yapıyorlar. Televizyonda özellikle futbol maçlarından
sonra koca-koca adamların ancak çocuklara yakışacak tarzda olan, 22 tâne adamın
bir küçük yuvarlak deri parçası arkasından deli gibi koşmasının muhabbetini,
sinirlenerek ve kavga ederek saatlerce tartışmaları, inanın benim durduğum
yerden çok komik, ayıp ve aptalca görünüyor.
Hele bir de, küresel güçlerin köleleri
olmuş, zihinleri târumâr edilmiş, yarı-sarhoş halklara sâhip olan ülkeler de
spor uğruna bir-çok ahmakça işler yapıyorlar. Açlıktan-susuzluktan ölen
insanların bulunduğu ülkeler, dünyâ-kupalarına katılıyor, sporcular
yetiştiriyor. Spor-futbol bu kadar popüler olunca müslüman sağcı muhâfazakâr
kesim uzak kalır mı?. Namazı kazâya bırakma pahasına da olsa spor-futbol
peşinde koşturuyorlar. Güyâ gençleri bir-araya getirecekler de onlara İslâm’ı anlatacaklar.
Hiç, sapık bir eylem üzerinden İslâm mayası tutar mı Allah aşkına!.
Ramazan Yazçiçek:
“Gelir dağılımında sefâleti yaşayan günümüz toplumuna
televole-pop kültürü dayatması da gençlerin psikolojisini bozmuştur. Spor adına
yapılanlar ise daha bir içler acısıdır. Futbol, putu-bol bir çılgınlık arenasına
dönüştürülmüştür. Cinâyetlerin sıradanlaştığı, saldırganlık psikozunun tahrik edildiği
zeminlere dönüşen spor-sahaları da “değer çözücü” olarak modern hayâtın
ürünüdürler” der.
Yûsuf
Kaplan, futbol için şunları söylüyor:
“Çağımızın düşünürleri futbolu yeni-paganizm biçimlerinden biri
olarak görüyorlar. Futbolun büyüsü, câzibesi ve gücü, din-dışı bir kutsallık,
coşku, trans hâli, pagan ve barbar âidiyet biçimleri üretebilmesinde gizli.
Müzik ve spor yıldızları lâik kutsallığın ‘aziz’leri hâline geldiler… Bu
starlar(!), çoğunlukla, daha ölmeden tapınma konusu oluyorlar”.
Olimpiyatları
ortaya çıkaran Yunan’lılar “çok-tanrılı”ydılar. Tanrılarının Olimpos Dağı’nda
bir “âile gibi” yaşadıklarına inanmışlardır. Tanrıların babası Zeus, ana
tanrıça Hera ve çocukları; güzellik tanrıçası Afrodit, savaş tanrısı Ares vb.
şeklindedir.
Tanrıları adına Olimpos Dağı çevresinde
başta spor karşılaşmaları olmak üzere, müzik ve şiir yarışmaları düzenlerlerdi.
Bunlar günümüzdeki Olimpiyatların başlangıcı olmuştur. Yapılan spor etkinlikleri
“tanrılar adına” yapıldığından dolayı, aslında “spor” olarak yapılan etkinlik,
bir çeşit ibâdet ve pagan âyinidir. Zâten modern dönemde de spor, bir âyin
havasında yapılmakta ve izlenmektedir. Spor, ibâdet gibi düzenli ve sürekli
yapılması gereken ve hiç aksatılmaması gereken bir şey olarak gösteriliyor.
Böyle olunca da spor bir “din” hâline geliyor.
Olimpiyat
bir âyindir, hattâ en büyük spor âyinidir. Herkesin iştirâk ettiği ve etmesinin
istendiği dînî bir âyin. Teoman Duralı bu konuda şunları söyler:
“Bireyler-arası ilişki Atina’da rekâbete, yarışa
dayanıyor. Her konuda yarışıyorlar. Bu yarışın en önemli göstergesi savaş ve
savaşa hazırlık mâhiyetinde beden eğitimi. Beden eğitimi, idman zamanla asıl
anlamından, savaştan kopuyor, uzaklaşıyor. Spor kendi başına bir etkinlik
süreci hâline geliyor. Üç yerde bu rekâbeti görüyoruz: Savaşta, ticârette ve
idmanda her-şey bir yarış hâlindedir ve başarı en üst ödülle taçlandırılır.
Ödüller genellikle maddî değeri az olan bir şeydir. Meselâ, büyük başarı
kazanan bir sporcunun başına defne tâcı geçiriyorlar. Hiç-bir değeri yok ama
bunu bir kere kazandınız mı bütün Yunan’da bir tânesiniz. Her şehir devletinin
kendi spor müsâbakaları var. Bunlara bütün ‘devlet idmanı’ deniliyor.
Panathenaic oyunları var. Atina’da herkesin katılabildiği bir müsâbakadır. Her
devletin var, bu yetmiyormuş gibi 7 yılda bir tekrarlanan olimpiyatlar var.
Geçmişi 8. yüzyıla değin giden ve yaklaşık MS 1-2. yüzyıla kadar süren bütün
Yunan devletlerinin iştirâk ettiği bir olaydır. Tıpkı hac döneminde bütün
kavgalıların kavgalarını bırakıp hacca gitmesi gibi Yunan’da bütün savaşlar,
çatışmalar durur, herkes olimpiyata, oyunlara odaklanır ve orada başarıyla öne
çıkan olağan-üstü derecede îtibâr kazanır. Orada düşmanlıktan kaynaklanan taraf
tutma yoktur. Ben hakemsem can düşmanım da olsa Spartalının hakkını vermek
zorundayım”.
Olimpiyatlar bir pagan âyinidir.
Putperest Yunan’lılar olimpiyaların bitiminde oruç tutarlar ve tanrı Zeus adına
100 âdet öküz kurban edilirdi. İlk başta kadınlar olimpiyatlara hem katılamazlardı
hem de olimpiyatları izleyemezlerdi.
Zeus
kült olarak Girit Adası’nda ortaya çıkmıştır. Ancak en önemli kült-merkezi
Olympia’dadır. İlk Olympiatlar Zeus adına bu şehirde başlamıştır. Bir spor
organizasyonu olan olimpiyatlar, pagan yâni çok-tanrıcı bir etkinliktir. Eski
Yunanda, olimpiyat ateşi ve onunla yakılan meşâle kutsal bir anlam taşıyordu.
Olimpiyat ateşi bir “kül”ttüri ve ateş bir tanrıdır da. Ateş; nûru, aydınlığı
ve ışığı temsil eder. Prometheus, ateşi (bilgiyi)
çalarak insanlara verir. Burada ateş “tanrısal bilgi”yi dolayısıyla tanrıyı
temsil eder. Böylece olimpiyat ateşi üzerinden insanlar tanrılaştırılır. Fakat
özellikle başarılı sporcular tanrılaştırılır. En başarılı sporcu,
olimpiyatlarda başarı göstermiş olan sporcudur.
Sporun kökeninde “iyi”
olanın “kötü” olanı yenmesi vardır. Bu bağlamda spor, duâlist bir dindir. Spor, bir “kas tapımı”dır. Bir Hellen
sapkınlığıdır.
Eski olimpiyat oyunlarında stadyumlar
aslında birer arenaydı. Olimpiyat oyunları putperest bir kültürün etkinliğidir.
Bu nedenle 1. Theodosius, 2. İznik Konsili’nden sonra putperestliğe karşı sert
davrandı ve onların etkinliklerini yasakladı. Bu bağlamda kötü inançların devâmı
saydığı olimpiyat oyunlarını iptâl etti. M.Ö. 776’da başlayan olimpiyat
oyunları 393’te son defâ yapılmıştı. 1169 yıl boyunca oynandıktan sonra 1503
yıl süreyle yapılamadı ve modernitenin köpürdüğü 1896 yılında tekrar başladı.
Olimpiyatlarla ilgili bir yazıda şunlar söylenir:
“Arkeologlar,
Atina’daki antik olimpiyatları araştırdı ve ortaya son derece ilginç bulgular
çıktı. Bir katılımcı üç dalda da başarılı olduğu takdirde 1. îlân ediliyordu.
‘İkincilik’ yada ‘önemli olan katılmak’ gibi avundurucu parolalar antik çağda
geçerli değildi; birinciler dışında herkes boynu bükük evine dönüyordu.
Dövüş
karşılaşmalarında yarışmalar kıran-kırana geçiyor, testisler bile sıkılıyordu.
Sporcular her-şeye rağmen yine de korkusuzdu. Sonuçta her olimpiyat
birincisinin bir heykeli dikiliyordu; bu onura ancak tanrılar sâhipti ve bu da
bir yerde ölümsüzlük demekti. Şampiyonlar âdeta bulutların üzerinde uçarcasına
evlerine dönüyor ve çeşitli imtiyazlara kavuşuyordu. Halkın yüzde 70’i olan
kölelerin ve evli kadınların olimpiyatlara katılması yasaktı. 3800 m’lik uzun
mesâfe koşusuna, at yarışı, boks, güreş ve pankreas gibi atletizm dalları da
eklenince program iyice genişlemişti. ‘Ben Hur’ filmini hatırlatan araba
yarışları, etle doping yapan güreşçiler, karşılaşma sırasında ölen boksörler..
Sonuç: Olympia’daki güç yarışı, yeni bir insan-tipi yaratmıştı. Yirmiyi aşkın
karşılaşma içinden en önemlisi dört ‘çelenk oyunu’ idi. En iyi lir çalgıcıları
ve komedi şâirlerini yetiştiriyor, flüt turnuvaları ve ‘delikanlılar için
öpüşme yarışmaları’ düzenliyorlardı.
Beden eğitimini
kurallara göre gerçekleştirilen bir yarış hâline getirenler Yunanlılar olmuştu.
Alman uzman Wolfgang Decker, Hellen halkının spora aşırı tutkun olduğunu
söyler. Büyük felsefeci Platon boks, Aristo hafif atletizm hayrânıydı. Miletli
Thales’in İ.S. 548 yılında Olimpiyat Oyunları sırasında kâlp enfarktüsünden
öldüğü sanılmaktadır.
Ülkenin her yerinde
Gymnasion’lar kurulmaya başlamıştı. Okul ve derslerle pek ilgisi olmayan bu
eğitim kurumları daha çok gençleri savaşa hazırlayan merkezlerdi. Sonuçta
Hellas’ın atik askerlere ihtiyâcı vardı. Devletler yeni bir savaş taktiği
geliştirmişlerdi, ağır silahlarla donatılı piyâdelerin (‘hoplitler’) 20 kiloluk
yükle, hızlı adımlarla düşmanı etkisiz hâle getirmeleri isteniyordu. ‘Hoplit
koşusu’ İ.Ö.520 yılında olimpiyat disiplini hâline getirilince yarışçılar
kalkan, miğfer ve kılıçla 400m’lik mesâfede yarışmaya başladılar. ‘Yunanlılar,
savaşı antrenmana, antrenmanı ise savaşa çevirmişlerdi’ der Philostratus.
Peki ama Arena neden
evli kadınlara yasak, genç kızlara serbestti? Yazar Pausanias bu ilginç kuralı
şu şekilde açıklıyor: Stadyuma girmeye cesaret eden annelerin üzerine büyük bir
kaya düşmüştü.
Spartalılar kızlarını
spor okullarına gönderirken, Olympia’da genç kızlar için özel spor şenliği bile
düzenleniyordu ve genç kızların omuzlarını ve göğüslerini açıkta bırakan
giysilerle 160m’de yarıştıkları bilinmekte. Antik olimpiyatlarda ilginç bir
giysi kuralı da getirilmişti. Belgelere göre Spartalı koşucu Akanthos, daha
hızlı koşabilmek için kısa eteğini çıkarınca, çıplaklık yarışma koşulu olarak
kabûl edilmişti. Romalılar Pelopponnes’teki
masum spor gösterisini, yavan ve can sıkıcı buldukları gibi, çıplaklıklardan da
pek hoşlanmamışlardı.
Hiç-bir dövüş
sporcusunun sağlıklı kalmadığını Romalı doktor Galen’in (İ.S.129-119)
belgelerinden öğreniyoruz: ‘Atletler kör, topal bana geldiklerinde kısmen de
felçli oluyorlardı’. Darbe yemekten yırtık-pırtık hâle gelen kulak kepçelerine
antik dönemde ‘karnabahar kulakları’ deniyordu.
Bilinen son olimpiyat
şampiyonu İ.S.385 yılında zeytin dalı çelengini alan Atinalı genç bir boksördü.
O târihten sonra kilise kas kültüne karşı amansız bir savaş açtı. Güreş, şeytan
işiydi ve boks karşılaşmaları sırasında da tanrının yansıması olan yüzler
zedeleniyordu. Olimpiyatlar böylece Hristiyanların baskısıyla 19.yy’a dek dünyâ
târihinden silinmişti”.
Hellenler
beden hareketlerini yâni sporu “tanrıya yapılan bir ibâdet” gibi görüyorlar ve hareketleri
o düşünce ve duygu ile yapıyorlardı. Müsâbakalar da hep tanrıların adına
kurulan bayramlarda yapılırdı. Bu bayramların en meşhuru Olympia’da (Mora yarım-adasının
kuzey-batısındaki tepede) yapılırdı. Mitolojiye göre Herakles burayı babası Zeus’un
şerefine kurban kesilmesi için kurdu ve bu yere Olympia adını taktı. Burada ilk
yapılan beden hareketleri dînî merâsimin şekillerinden doğmuştur. MS 3.
yüzyılın başında yaşayan büyük spor müelliflerinden Philostratos beden
hareketlerinin dînî merasimden çıktığını anlatır. Tanrıya kurban verme
sırasında kurbanlık hayvan merâsim masası üzerine konulur, aşağı-yukarı 192
metre uzakta, elleri meşâleli koşucular durur, verilen işâret üzerine
yarışırlardı. Bunlardan kurbana ilk ateş veren (eski Hellenler, kurbanı kesmez
yakarlardı) Olympia birincisi îlân edilirdi. Philostratos'un anlattığına göre
bu koşu sonradan dînî anlamını kaybetti ve 200 metrelik hız koşusu biçimine
girdi.
Müsâbakalar
Gymnasion’larda yapılırdı. Delikanlılar burada çıplak vücutla çalışırlardı.
Yunancada “gymnos”, “çıplak” demektir. Jimnastik kelimesi de buradan gelir .
Çıplak olarak vücut terbiyesi yapmak mânâsını verir. Hellenler bu müsâbakaları
ile tanrıya ibâdette bulunduklarına inandıkları için bu Gymnasion’lar hep
mâbetlerin civârında bulunur.
Kadınlar
erkeklerin müsâbakalarına iştirak edemezler. Bununla berâber kızlarla kadınlar
Zeus’un eşi, ilâhe Hera şerefine her dört senede bir, oyunlar yapmak için
toplanırlardı. Pausanias, Olympia'yı anlatan kitabında kısa eteklikli, yarı
göğüsleri çıplak, düşük saçlarla koşan genç kızlardan bahseder. İlk Hristiyan
krallarından olan 1. Theodosius bu Yunan geleneğine son darbeyi vurdu. 394
senesinde Olympia oyunlarını yasak etti. Böylece olimpiyatlar çok uzun
süreliğine Hristiyanlık elinde can vermiş oldu.
Sporun ana görünümü olan futbol yüzünden
ne küfürler, kavgalar ve ölümler yaşanıyor. Hattâ zamânında iki ülke arasında
savaş bile çıkmıştı futbolun yüzünden. El Salvador-Honduras
ülkeleri aralarındaki soğukluk, bir futbol maçı sonrası zirve yapmış ve bu
yüzden aralarında savaşmışlardı. Yâni bir “spor savaşı” yaşanmıştı. İsviçre
Lozan Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Kardiyoloji Bölümü tarafından 2006
yılında yayınlanan bilimsel bir araştırmaya göre, 1966-2004 yılları arasında 35
yaş altı sporcularda tam olarak 1.101 âni ölüm meydana gelmiş.
Spor, kumarın bir sonucudur. Spor
üzerinden oynanan kumar, dünyâ-çapında oynanan tüm kumar cirosundan kat-kat
fazla ciro yapıyor. Hem kumar oynuyorlar hem oynatıyorlar.
Yine spor, “çıplaklık”la ilgilidir. Hattâ
sporun çıkış noktası, eş-cinselliktir. “Spor çıplaklık üzerinden geliştirilmiştir”
desek yersiz olmaz. Şöyle ki; Bilindiği gibi eski yunanda “erkek sevgili” edinmek
bir gurur ve kibir kaynağı idi. Zenginlerin, askerlerin, yöneticilerin vs.
erkek sevgilileri olurdu. Meselâ İskender’in erkek sevgilisi Hephaestion=Efestion
ve Bagoas’tır. Akhilleus’un sevgilisi ise Patroklos idi. Bu bir şan-şöhret
meselesiydi. Fakat öyle sıradan erkeklerle değil, yakışıklı, biçimli bir fiziğe
sâhip, güçlü-kuvvetli ve değişik özellikleri olan erkekler seçilirdi. İşte bu
özellikteki erkekleri bir-araya toplamak için bir yol buldular ve spor
etkinlikleri (olimpiyat) adı altında o zamanlar sâdece bir-kaç daldan ibâret
olan spor müsâbakalarında erkekleri topladılar. O zamanlar kadınlar yoktu
olimpiyat oyunlarında. Bu sporculara kısa-dar şort ve atlet giydirerek hem
vücut ölçülerine bakıyorlar hem de özelliklerini inceleyip, beğendiklerini
kendilerine alıyorlardı. Sporun başlangıç nedenlerinden biri de budur ve bu
bağlamda spor, bir sapıklığın sonucudur diyebiliriz. Zâten -yakın-zaman önce
daha çok olmak üzere-, sporcuların giydikleri kıyâfetler, “sporcu kıyâfeti” adı
altında çıplaklığı aşırı ön-plâna çıkaran kıyâfetler şeklindedir. Şu da var ki
spor yapan kadının doğum yapma oranı düşer. Zîrâ karın kasları rahmi fazla sıkıştırır.
Bu hâmile klamaya yada doğuma engel olur.
Sporcu kadınların vücutlarının
görünümleri zamanla absürdleşir ve tüm zerâfetini kaybeder. Spor yapan kadınlar
mecbûren erkekleşir. Modern erkeğin, “sporcu kadın fiziğini” ve yürüyüşünden
duruşuna kadar beğenmesi ve hayrân olması, bir sapmanın netîcesidir. Zîrâ
modern insan ve modern birey, her-şeyde olduğüu gibi “güzel kadın” düşüncesi ve
görünüşünde de sapmıştır.
Celaleddin Vatandaş olimpiyatların,
dolayısı ile sporun çıkış yeri olan Yunan’daki eşcinsellik gerçekliğini
anlatırken şunları söyler:
“Antik Yunan’da, genç
erkekler ve yetişkin erkekler arasında yaşanan ilişki, ‘kutsal’ olarak
addedilmekte ve ‘gerçek aşkın simgesi’ olarak görülmekteydi. Yetişkin, ‘hayâtı
öğreten bir öğretmen’, genç ise bir öğrenciydi. Yetişkin erkek, genellikle
30’lu yaşlarında olup ‘hayatta tecrübeli, savaş yöntemlerinde zeki, servetinin
ve evinin yönetiminde örnek gösterilebilen, âilesine karşı sorumlu, cesur,
onurlu ve kendini dürüstlüğe adamış kişi’ olarak tanımlanabilir. Genç erkek
henüz sakalları çıkmamış, alçak gönüllü, atletik, cesur ve kendini geliştirmeye
istekli olmasının yanı-sıra ilişki içerisinde olduğu erkeğin onuruna leke
getirmeyecek ve kendisine öğrettiklerini de öğrenmeye istekli olmalıydı. Böyle
bir erkekle ilişki içerisinde olabilme yaşı, on iki yaşlarına denk geliyordu.
Yunanlı Straton, on iki yaşında bir oğlanın tâzeliği arzu uyandırır, ama on
üçünde daha da hoştur. On dördünde açan aşk çiçeği daha da tatlıdır ve on
beşinde câzibesi artar On altı, ‘ilâhi yaştır’ diyerek oğlanın yaşıyla birlikte
artan güzelliğini tanımlar. Burada henüz kadınsı özelliklere sâhip, gelişmemiş,
olgunlaşmamış ve yumuşak oğlan, kadın rôlüne bürünüyor ve diğer erkekler
tarafından cinsel açıdan bir obje olarak görülmeyi arzuluyordu. Yetişkin olan
erkek yalnızca kur yapıp genci baştan çıkarmakla yetinmez aynı-zamanda ona
savaş, avcılık, hayâtı doğru idâre edebilme ve iyi bir vatandaş olma
konularında eğitim verirdi. Toplumda tamâmen meşrû kabûl edilen bu uygulama,
genç erkeklerin yalnızca yaş bakımından değil aynı-zamanda da statü bakımından
üstleriyle birlikte olmaları demekti. Yunan’da, oğlancılık, ‘topluma kabûl
edilme kuralı’ydı. Yetişkin olan yâni erastes, oğlan çocuğuyla yâni eromenosla
birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi, oğlan çocuğuna erkeklik aktarıyordu.
Oğlan çocuğunun bu dönemden geçmesinin belirli amaçları vardı. Çocuğu o ana
kadar birlikte yaşadığı kadınların arasından çekip, yetişkin erkeğin kollarına
vermek, onun edilgin ortamdan kurtarılıp ‘iyi bir baba, iyi bir vatandaş hâline
getirilmesi’ demekti. Böylece iyi bir vatandaş olarak yetişen oğlan, ileride
bir erastes, savaşçı, avcı olabilecekti. Buna rağmen toplumca hoş karşılanmasa
da yetişkinler arasında hemcinsine yönelik aşk ve tutkunun varlığına dâir
kanıtlar edebi metinlerde ve vazo resimlerinde mevcuttur”.
Eski Yunan’da erkekler çıplak olarak
güreşirlerdi ki bunları izleyenler arasında erkek sevgili arayanlar da vardı.
Yunan gymnasiumları sâdece erkeklere ayrılmıştır ve atletler buralarda
gerçekten de çıplak olarak güreş tutmuşlardır. Zâten “gymnasium” kelimesi “çıplak”
anlamındaki “gymnos” kelimesinden gelir. Yunancada “gymnásion” (γυμνάσιον) “çıplakhane” demektir. Yunanca “gymnós” (γυμνός) “çıplak” sözcüğünden, “ion” sonekiyle türetilmiştir. Gymnásion yâni jimnastik “çıplaklık
gösterisi” ve “çıplaklar kampı” anlamlarındadır ki, salonlarda ve
olimpiyatlarda sergilenen spor gösterileri neredeyse çırılçıplak şekilde
yapılmaktadır. Spor “erotik bir gösteri”dir. Karen Dolby:
“Sağlığı
ve gücü artırmak için yapılan idman, genç erkeğin eğitiminin önemli bir parçası
olarak görülmüştür. Atletler, tanrılara övgü amacıyla ve erkek vücûdunun
estetik olarak beğenilmesini yaygınlaştırmak için çıplak dolaşmıştır. Mîlattan
önce 5. yüzyıla gelindiğinde paiderastia ya da pederasti (oğlancılık) Yunan
kültüründe çoktan yer edinmişti” der.
Necdet Gürçiftçi:
“Her ne kadar ‘sağlam kafa sağlam bedende bulunur’
demişler ise de bu ancak kavgalarda, savaşlarda sağlam kalabilecek bir
kafa ile ilgilidir. Gerçekte spor
bedene yararlı olsa da(!)
beyine, rûha, kişiliğe büyük zararlar verir, kötülükler yapar.
Beyin; biyolojik olarak şeker ile, evrim olarak da bilgisel
düşünme ile gelişir, spor ile değil. “Sağlam kafa, sağlam bedende bulunur”
sözü; büyük olasılık ile, insanları bedensel olarak çalıştıranlar,
sömürenlerce; insanların beyinlerinden çok bedenlerine gereksinim duyanlarca;
insanları pohpohlamak yada yanıltmak yada kolayca kullanabilmek, sömürebilmek için söylenilmiştir.
Gerçekte; bedenden beyine her-an milyarlarca elektriksel etki gitmekte ve bu da
zâten yoğun ve yorgun olan beyini daha da yormakta ve dikkatini dağıtmaktadır.
Buna bir de spor ile katkıda bulunmak; cevizi, filin ayağının altına
koymak demektir. Beyin, rûh, kişilik felsefe ile, bilim ile gelişir; gövde ile,
kas ile, spor ile değil.
İlkel, barbar, yanılsamalı toplumlarda; bedensel güç çok
işe yaradığından ve bunlar bilimden, felsefeden uzak olduklarından; bedenlerine iyi gelenin,
beyinlerine-ruhlarına da iyi geldiğini sanmışlardır. Gerçekte ise spor ve
bedensel işler; insan beynini geriletir, köreltir, ilkelleştirir,
barbarlaştırır, yanılsamacılaştırır, aptallaştırır. Spor yapan yada bedensel işlerde
çalışanların beyinleri rûha doğru değil, bedene doğru geriler, ilerler. Sporun
beyin ile yapılıyor olması, sporu savunmaz, çünkü spor beyinin ilkel, barbar,
hayvansal bölümleri ile yapılır. Yâni insan uyur iken de kâlbi,
böbrekleri, karaciğeri, akciğeri çalışır ve
bunu yapan da beyindir sonuçta.
Spor; felsefî, bilimsel, mantıklı, toplumsal, târihsel,
sanatsal düşünmeyi engeller. İnsan ne yapıyor ise ona göre dönüşür.
Sömürücü yada faşist yada ahlâksız yada pisikopat-sosyopat sınıflar; insanları
daha kolayca yönetebilmek ve avutabilmek için hep spora yöneltmişlerdir. Roma
İmparatorluğu zamânında arenalar bu işe yarıyor idi; şimdiki spor alanları da.
Spor; bilimci
olmayı engellemez; felsefî düşünmeyi engeller. Bu önemli bir ayırımdır. Egemen sınıflar hep; yoksul insanları spora
yöneltmişlerdir. Okullarda; beden eğitimi, spor dersi gibi derslerin
olması gerçekte ülkelere, eğitime ve öğrencilere büyük
kötülüktür. Amigo kızlar denilen
kızları düşünün. Nedir onlar?. Erkek izleyicilere
cinsellik sunmak ve kulübün kasasını
doldurmak değil mi?” der.
Peki sporun kişiyi terbiye
ettiği doğru mudur?. Başta çıplaklık olmak üzere; kumara yönlendirmesi, zamânı
öldürmesi, aklı köreltmesi ve fanatik insanlar ortaya çıkarmasına bakılacak
olursa, sporun pek de bir terbiye edici yönünün olduğu söylenemez ve hattâ
tam-aksine terbiyesiz nesiller ortaya çıkartmaktadır. Zâten spor “bedenin
eğitimi ve terbiyesi”dir, rûhun ve aklın değil. Bedeni aşırı eğitmek ve terbiye
etmek ancak şehveti arttırır. Zîrâ beden kuvvetlendikçe ve kondisyonu arttıkça
nefsâniyeti de artar. Tabi ki insan sağlam bir vücûda sâhip olup sağlıklı
olmalıdır. Böylece rûhî yönde daha iyi idrâk eder ve çalışır. Fakat bedenin
aşırı gelişimi için hem zaman isrâf, hem para isrâf olur, hem de nefs aşırı
kışkırtılmış olur. Oysa insanın yaklaşık yarım saat boyunca normâl adımlarla
yapacağı yürüyüş, onun bedenen sağlıklı olması için yeterlidir.
Esâsen spor, ruhlarını vahiy ile güçlendir(e)meyenlerin,
bu açığı bedenlerini geliştirip güçlendirmeyle kapatma çabasıdır. Yunanlılar
çok spor yaparlardı ki sporu îcat edenler de onlardı. Spor yoluyla bedenlerini,
“barbar” dedikleri doğulu insanlara kıyasla irileştirip kaslı yapmaya
çalışırlardı. Böylece doğulu insanlara göre rûhî anlamdaki zayıflıklarını ve
ezikliklerini, “bedenen güçlü” olmakla kapatmaya çalışmışlardır ki bu hâlen
batı insanı ve batı zihniyetli insanlar için böyledir.
Şeytan, insanın namaz kılmasına izin
vermediğinde, onu câmiye değil, mekik çekmesi için spor salonuna yönlendirir.
Şeytan hep zor ve ücretli olana yönlendirir. Namaz kılmaya üşenenler ve namazın
zor geldiği insanlar, spor salonunda barfiks, mekik, şınav çekmeyi ve ağırlık
kaldırmayı kolay görüyorlar. Bir şey rûha zor gelmiyorsa, bedene de zor gelmez.
Lâkin rûha zor geldiğinde beden için ölüm-zulüm olur.
Spor genelde, daha zengin olan bir
takımın ve daha iri ve kaslı olan kişinin, daha fakir olan takımı yada daha sıska
ve kassız olan kişiyi ezmesini izleme gösterisidir. İnsanlar, En Güçlü Olan’ı
unuttukları için, görece güçlü olanların zayıfları nasıl ezdiğini görmeyi
istiyorlar. Güç görmek istiyorlar. İşte bunu göre-göre hayatta da güçlünün
zayıfı ezmesini doğal ve normâl karşılıyorlar ve bir tepkide bulunmuyorlar.
Güçlünün zayıfı ezdiğini gördüklerinde, bunu kanıksamış olduklarından dolayı olayı
yadırgamıyorlar.
Spor sanıldığını aksine çok zararlı
bir etkinliktir. “Spor sayılamayacak” kısa yürüyüşler ve gün içinde iş-yerlerinde
ve sokakta yapılan hareketler zâten yeterlidir vücut sağlığı için. Hele bir de
haftada bir-gün oruç tutulup gece-namazları ile birlikte günlük namazlar da
kılınıyorsa, spora hiç mi hiç gerek yoktur. Normâl bir insan için günde 20
dakîkalık bir yürüyüş yeterlidir. Bütün bunların üstüne yapılan spor, hayâtı
karartacak hastalıkların ortaya çıkmasına, bedenin paralanmasına neden olur.
Bülent Tâhir Tanrıdağlı spor için şunları söyler:
“Kâlbin ömür boyunca atacağı sayısı
bellidir, hepsi bu işte.. Eksersizle bu sayıyı yeme!.
Her-şey zamanla eskir. Kâlbini hızlandırmak hayâtını
uzatmıyor. Bu, ‘arabayı hızlı kullanınca ömrü de uzar’ demek gibi bir şey. Uzun
mu yaşamak istiyorsun?, o zaman uyu. İnsanın genetik yapısı 150 sene yaşamak
üzere ayarlanmıştır, tıpkı kaplumbağa gibi, biz ise onu spor, beslenme ve stres
ile 70-80 seneye indirmişiz.
Bir arabayı düşünelim; motorun ömrü 300 bin km. olsun,
siz bu km’yi 10 senede de yapabilirsiniz, 20 hatta 30 senede de. İşte spor ve stresle kâlp, damar ve akciğerlerinizi; çok
yiyerek de karaciğer, pankreas, mîde ve barsaklarınızı, hem yemekle hem de spor
yaparken ortaya çıkan toksik maddelerle de beyninizi tahrip ediyor ve
yıpratıyorsunuz. Yoksa Alzheimer ve beyinle ilgili diğer yaşlılık hastalıkları
neden ortaya çıksın.
Kadınların uzun yaşadığını ve hattâ bir-çok yerde “dullar
apartmanı” var diye espri yapıldığını duyarsınız. Bu genelde kadınlardaki
östrojen hormonunun varlığına bağlanılır. Peki hiç düşündünüz mü, anneniz,
ablanız ve etraftaki bayanların hangisinin eşofmanları giyip koştuğunu,
saatlerce yürüdüğünü, bisiklete bindiğini veya yüzdüğünü. Bu dediklerimi nâdiren
görmüş veya hiç görmemişsinizdir. Kadınların erkeklerden neden çok yaşadığının
sebebi ortada:
1-Spor yapmazlar. Kaplumbağa gibi ev
işlerini, yemeği yavaş-yavaş akşama kadar strese düşmeden, para kazanma derdi
olmadan yaparlar.
2-“Kahveye gel”, “çaya gel” ile komşuları ile
yapılan konuşmalarla stres atarlar.
3-Öğleden sonra hafif kestirirler.
Yine kadınların, erkeklerden daha çok yaşamalarının ve
erkeklerde enfarktüs yaşının 20’lere kadar inmesinin esas sebebi, erkek
çocuğunun 2-3 yaşından başlayarak koşması, oynaması, zıplaması ve yerinde
duramaması, sonunda da gününü sokakta geçirmesidir. Kız çocuğu ne yapar?, evde
evcilik oynar, oturduğu yerden bebeği solundan alır sağa koyar, uyutur,
sağından alır sola koyar yemek yedirir. Böylece birinin damarları, kâlbin hızlı
çarparak, akciğer ve adalelere oksijenli kanı yetiştirmek için debisini ve akım
hızını yükselterek milyon defâ damar-cidârına basınçlı kanı vurdurarak onu
yaralaması ve de çatlatması, sonunda da kolesterôlün gelip çatlağı kapatmak için
damar-duvarını sıvaması yâni damar sertliğinin erkelerde çocuk yaşta
başlamasıdır.
Kâlbin daha az atması ömrü uzatıyor. 20 yıl boyunca 4 bin
erkek üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, dinlenmiş bir
durumdayken kâlbi, gün içinde attığından 7 kez daha az atan orta-yaşlı birinin
20 yıl içinde hayâtını kaybetme riski yüzde 20 azalıyor. Nabzı “7” ve üzeri
atanların ise aynı sürede ölme riski %78 artıyor. Ortalama nabız sayısı
60-80’dir. Yâni, normâl fonksiyonlarınızın dışında kâlbinizin, her fazla
atışında ve yaşamak için gerekli olan gıdânın dışında alınan her lokmanın sizi
bir adım daha ölüme yaklaştırdığını unutmayın.
Arizona Üniversitesi’nden Brian Enquist şöyle diyor: Bir
fâreyi elinize aldığınızda kâlbinin ne kadar hızlı attığını görürsünüz. Mâvi
balinanın kâlbi ise kilise çanı gibidir (dakikada 7). Uzun aralıklarla ve çok
yavaş atar. Ama ikisi de yaklaşık 100 milyon kâlp-atışı sonra ölür. Tabi
bunu, kâlbi çok hızlı attığı için fare 2 yılda, balina ise 80 yılda tamamlar.
Fillerin de kâlbi yavaş attığından uzun yaşarlar. Yukarda dediğim gibi, spor
yaparak kâlbinizi ne kadar çok attırırsanız ömrünüzü o kadar kısaltırsınız.
Eskimolar neden fazla yaşarlar?, herkes balık
yediklerinden diyecektir. Evet balık da bir etken fakat Eskimolar spor yapmazlar,
yâni, buzda koşamazlar, tenis, futbol ve diğer sporları yapamazlar, çünkü
düşerlerse bir yerlerini kırarlar.
Kaplumbağa’nın hiç koştuğunu gördünüz mü, hep yürür fakat
150 sene yaşar, ya filler niye fazla yaşar?, herhâlde nâdiren koştukları için,
köpek, aslan vb. koşan tüm hayvanlar ise kısa yaşarlar”.
A. Rasim Küçükusta: “Fazla egzersiz
koroner damarlarda kalsiyum birikimini artırıyor. Orta hattan ayrılmayın.
Her-şeyde olduğu gibi egzersizde de ifrat ve tefritten kaçının” der. Hele performans
sporları çok zararlıdır ve ömrü azaltır. Zâten aşırı efor gerektiren
sporlardaki sporcular uzun yaşamıyorlar. rlardı. Zîrâ her nefeste içimize
çektiğimiz oksijen aynı-zamanda tahrip edicidir. Spor sırasında solunum aşırı
arttığından dolayı fazla alınan oksijen, dokularımızı mahvediyor.
İnsanlar koşmak için yaratılmamıştır.
Ölüm-kalım durumunda, savaşlarda ve refleks olarak koşmak gerekebilir fakat
insan bünyesi aslında koşmaya uygun değildir. Eğer koşmaya uygun olsaydı dört ayaklı
olarak yaratılırdı. Çünkü koşmaya en uygun yaratılış tipi, dört ayaklı
hayvanlardır. Meselâ Dünyâ’nın en hızlı koşan canlısı dört ayaklı bir hayvan
olan “Çita”dır. Ömer Yıldız:
“Spor yapma, amaç olmaktan ziyâde, modern zamanların
ürettiği sûni bir ihtiyaçtır. Teknolojinin hayâtımıza getirdiği hareketsizliğin
bedelidir. Yâni insanlar spor yapmadan da sağlıklı yaşayabilirler” der.
Alexis Carrel:
“Yalnız kasları değil
de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün vücûda sürekli olarak gayret
sarf etme imkânı veren cihazları da kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik
sporlardan çok daha değişik egzersizler gereklidir. Bu egzersizler ilkel
hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı egzersizlerdir. Üniversitelerde
öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor.
Kasları, damarları, kâlbi, ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün
organizmayı oluşturan sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir.
Engebeli arazide yarış, dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada
çalışma, aynı-zamanda hava değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat,
kasların, iskeletin, organların ve şuurun âhengini temin ederler.
Besin bolluğunun ve
aşırı sporun psikolojik gelişmeyi önlediği söylenebilir” der.
Antik Yunan Olimpiyat Oyunlarında, seremoniler
ve yarışmaların tamâmı boyunca devâsa bir ateş yakılırdı. Bu ateş/alev, Yunan
tanrısı Zeus’un ateşinin, insanlığın yaratıcısı olduğu fikri savunulan Titan
Prometheus tarafından çalınmasını temsil etmektedir. Yapılan hırsızlık spor
yarışmalarının sembôlü hâline gelmiştir.
Jimnastik, Yunanca “gummos”tan gelir
ki gummos “çıplak” demektir. Çünkü bütün yarışmalar çıplak yapılırdı ve
sporcular çıplak olurdu. Bu gün de yarışmacılar yine yarı-çıplak hâldedirler ki
bu yarı-çıplaklık da çıplaklıktır.
Müslümanın jimnastiği namaz, perhizi
oruçtur. Spor biraz da “kent” (şehir değil) ile alâkalıdır. Zîrâ doğallıktan
kopmak, hareketten kopmak anlamına gelir. Bu açık modern kentlerde spor ile
karşılanmıştır. Modern kent-merkezlilik ile birlikte insanlar dinden soğuyunca,
yapılması gereken “ibâdetten kaynaklanan hareketler” yerine “sportif hareketler”e
yönelmişlerdir. Hattâ bilginin bile, spor ile gelişen vücutta daha çok
gelişeceği ve fazlalaşacağı zannediliyordu. Abdurrahman Arslan bu konuda şöyle
der:
“Klâsik dönemde entellektüel
verimlilikte ‘ilerleme’ ile insan vücûdunun geliştirilmesi arasında bir ilişki
olduğu kabûl edilmekteydi. Hattâ bu sebeple jimnastik yapmak oldukça önemliydi
ve bu anlayışın netîcesi olarak olimpiyatların têsisi gerçekleştirilmiş ve
yaygınlık kazanmıştı. Bundan dolayı ‘Gymnasium’ Grek şehir hayâtında oldukça
önemli bir yapı husûsiyeti taşımaktaydı”.
Spor demek, “fanatiklik” ve “hırs”
demektir. Fanatikliğe yada hırsa yönelik olmayan bir spor-dalı yoktur. Rakip
çoğu-zaman “insan” olarak bile görülmez.
Spor, dînin yerine ikâme edilmiş bir
zaman öldürme ameliyesidir. Boşaltılan mânevî alanı en yoğun dolduran şey spor
olmuştur. Serdar Duman, spor hakkında şunları söyler:
“Spor; beden ve rûh
sağlığı üzerindeki etkisinden çok, şöhret/para argümanları ve özellikle de
kitlelerin manipülasyonu ile gündemimizi işgâl ediyor. En can yakıcı sorunlarda
bile sokağa dökemediğimiz on binleri Anadolu’nun herhangi bir ilindeki futbol
sahasında her hafta-sonu görebiliyoruz. Kapitâlizm, anlam kaybına uğramış sanat
ve sporu dînin yerine ikâme etmeye çalışıyor. Mânevî alandan dîni tamâmen
kovmaya gücü yetmediği için deforme olmuş sanat ve spor ile bu alanı işgâl
ederek dîni etkisizleştirmeyi hedefliyor”.
Spor hurâfeler de içerir. Niceleri “uğurlu
gelsin” diye absürd ve manyakça şeyler (totem) yaparlar. Sporda hemen her-şey
kutsallaştırılabilir. Formalar, ayakkabılar, kupalar, biletler vs. hattâ
stadyumun taşları bile. Bu konuda şöyle bir şey anlatılır:
“Galatasaray futbol takımı şampiyon olmuştu. Cim-Bom’lu
bir arkadaşımıza hediye almak için Galatasaray Store’daydık. Biraz yorgun,
biraz dalgındık. Bir rafın önüne gelince dalgınlığımız şaşkınlığa dönüştü.
Karşımızda tuğlalar vardı. Ali Sami Yen Stadı’nın yenilenen Eski Açık
Tribünü’nden sökülen tuğlalardı bunlar. Şaşkındık, çünkü ummadığımız bir kutsallaştırmayla
karşılaşmıştık bu modern dükkanda. Biz de Galatasaraylıydık. Ali Sami Yen
Stadı’nın tribünlerini biz de defâlarca ziyâret etmiştik. Belki bu tuğlalarda
bizim de ayak izlerimiz vardı. Ama o tuğlalarla bir gün Capitol Alışveriş
Merkezi’nde, modern dizaynlı Galatasaray Store’da kutsal bir meta olarak
karşılaşacağımızı hayâl bile edemezdik. Ama modern dünyânın belki de en popüler
kültür fenomeni olan futbol, kendi kutsalını doğurmuştu. Futbolun Kerbela Taşı
karşımızdaydı”.
Spor aslında çoğunlukla şiddet içerir
ama sporda ortaya çıkan şiddete “şiddet” denmez. Spor bir şiddettir ve de bu
şiddet, “izin verilen” bir şiddettir. Hattâ spordaki şiddet desteklenir de bâzen.
Meselâ futbolda; “çok yerinde bir faûl yaptı” denir. Hâlbuki her faûl bir darbe
ile yâni şiddet ile olur. Boks ise bir spor bile değildir. O bir kavgadır;
“anlaşmalı kavga”. İslâm’da kişinin yüzüne vurulması yasaktır. Zîrâ “kişinin
yüzü, kişinin kendisidir” ve kişiyi en çok da, kendisini ifâde eden yüzüne
vurulması aşağılar ve yaralar.
Spor, “taraftar”ı olan zararlı bir
etkinliktir ve taraftar olup da küfür etmeyen yada küfür duymayan kimse yoktur.
Hattâ bâzen taraftar olmak demek, en azından “bıçakla dolaşmak” demektir. Spor
nedeniyle yapılan sloganlar-bağrışmalar normâl sayılır ve takımın biri bir maç
yapıyor olsa, onun taraftarları komşularını rahatsız edecek şekilde gürültü
yaparlar ve bunun çok normâl olduğunu düşünürler. Takımın gâlibiyetinde,
gecenin yarısında arabalara atlayıp da kornalara basa-basa, bağıra-bağıra
gürültü yapmayı hak görürler. Küçük çocukları olanları, erken saatte okula-işe
gidenleri rahatsız etme hakları vardır sanki .
Spor-dallarından bir-kaçı için iyi
şeyler söylenebilir. Fakat bunlar da spor olarak ifâdelendirilmek zorunda
değildir. Bunlar, “yarış” şeklinde yapılmayan; meselâ “ata binmek”, “ok atmak”,
“yüzmek”, “bilardo” vs. gibi. Bu etkinlikler hem fizîki hem de ruhsal açıdan
olumludurlar. Fakat bu alanlarla ilgilenmek için de maddî durumun “iyi” olması
gerekir. Asgarî ücretlinin çocuğunun bunlarla ilgilenmesi kolay değildir.
Marlo
Morgan, “Bir Çift Yürek” romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı
Aborijinlerle yaşadığı olayı şöyle anlatır:
“Bundan sonra spordan
ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir
ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş
verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini
tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en
hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini
kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: “İyi ama bir kişi
kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?.
Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra
da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?.
Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor
mu?”. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı “hayır” dercesine sallayarak
yanıtladım”.
İslâm medeniyetinde spor yoktur ve
onun yerine meselâ “av” vardır. Helenizmin olimpiyatları, atletizm ağırlıklı
sporları yerine, temelinde bir askerî tatbikat olan; av, güreş, ata binme, ok
atma gibi etkinlikleri vardır.
“Hasta olmak istiyorsanız spor yapın” denir.
Hele ki uygun olmayan halı-sahalarda futbol nedeniyle yaşanan ölümler.. Bir
yazıda futbol hakkında şunlar söylenir:
“Futbol geçmişte faşistler tarafından
kullanıldığı gibi, şimdi de kapitâlistlerin bir sömürü aracıdır. Bu çerçevede
futbolun bugünkü genel çerçevesine baktığımızda, tamâmıyla çok-yönlü bir üretim
ve tüketim organizasyonu olduğunu görürüz. Bu da futbolu spor olmaktan çıkaran
en büyük etkendir.
Hâkim ideolojilerin “kitleleri uyutma aracı”
olarak kullandığı popüler kültürün en çok kullanılan araçlarından biri hâline
gelen futbolun bu derece yayılmasının altında yatan farklı bir faktör de,
futbolun basit bir oyun aracı olması ve psikiyatristlerin de tespit ettiği gibi
insanlara âidiyet kazandırmasıdır diyebiliriz. Özellikle ezilmiş kitlelerin
bir-araya gelerek “kendilerini bulma” organizasyonu olan futbolun bugün en
dindar kesimlerde bile hastalık derecesine gelmesini bu ezilmişlikle ifâde
etmek mümkün görünmektedir”.
Bülent Akyürek spor konusunda şunları
söyler:
“Atasözlerimiz malûm: “Hızlı koşan çabuk yorulur. Acele
eden ecele gider”. Peki niçin modern dünyâda uzun yaşamak, sağlıklı yaşamak
konuları tartışılınca konu hep spora geliyor?. Rabbimiz, insanlara ömür olarak
sayılı kâlp atışı ve nefes vermiştir. Spor yaparak onları hızla tüketirsiniz,
vâdeniz kısalır.
Spor bir endüstri. Biz yıllardır insanları ölümle
korkutup namaza başlatamadık ama kapitâlizm, bizi ölümle korkutup bir sürü spor
malzemesi pazarlıyor. Hareket hâlindeki insan öleceğine inanamıyor. Çünkü hızı
kendine silah edinmiş şeytanla kol-koladır o an. Dikkat edin; artık insanlar
parkur bulmadan, ayakkabı, eşofman almadan koşmuyor. Bir üniforma ve têsis
olmadan spor yapmıyoruz. Bahçesindeki armut ağacının dalına tutunup pazu yapan
adam kalmadı, çünkü ona âlet-edavat satıyorlar.
“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün Hitler’e âit
olduğu biliniyor. Bu söz, kurtuluşu îmanda değil akrobaside, kaslarda arayan
çeşitli lîderler tarafından da zaman-zaman kullanıldı. Sağlam kafa çürük
vücutta bulunur. Çünkü insan, bedeninin para etmeyeceğini anladığı zaman
kafasını çalıştırır. Kafa, yani beyin; vücudumuzdaki şekerle, gıdayla, kanla
beslenir. Onu sömürür. Kafa çalıştıkça vücut hastalanır, zayıf düşer. Öyleyse
tekrar sağlamamızı yapıp sloganımızı tekrarlayalım: “Sağlam kafa çürük vücutta
bulunur”.
Profesyonel spor, günlük sayılı koşular, ritmik
hareketler ibâdetlerini yapmayan, namaz kılmayan insanların bilinçsizce
gerçekleştirdiği sevâbı olmayan gereksiz hareketler silsilesidir. Sabahın
köründe iki kilometre koşunca uzun yaşayacağını sanan insanlarımıza yazık. Spor
kâlbi yorar, metabolizmayı gereğinden fazla ve kısa sürede çalıştırır, ölüme
götürür”.
“Ben
İspanya’yı 3-F ile yönettim” sözü Franco’ya âittir. İspanya Kralı Franco’nun
“3-F” formülü ile iktidârını uzun yıllar koruduğu söylenir. Nedir “3-F”?.
“Fado-Fiesta-Futbol”. Yâni “müzik, tâtil-eğlence ve spor. Evet; bunlar
kitlelerin afyonudur. Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı,
ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?”. Bu taktik, sâdece
Franco’nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir.
Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât-öncesi Yunan idâreleri
zamânında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle
uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Olimpiyat oyunları da halkı
oyalamak için yapılan “oyun”lardı. Bu oyun hâlen sürüyor ve kitleleri oyalamaya
devâm ediyor.
Modern insan ölmekten çok korkar.
İnsanlardan bir-çoğu bedenen yok olmaktan çok korkar. Bu yüzden de çeşitli
dünyevî şeylere sarılır ki ölümü unutabilsin. İşte bunların en başlında da spor
gelir. Spor -güyâ- bedeni sağlamlaştırdığı için, ölüm sportif bedene uzak olmuş
olur. Spor, müzik ve eğlence gibi şeyler insanları uyuşturarak onları bir
süreliğine de olsa ölümü düşünmekten ve bu nedenle acı çekmekten -sözde- kurtarmış
olur.
Spor, insanların bilinçlenip de
devlete ve sisteme karşı olmasını önlemek için gazlarını alarak pasifleştiren
bir etkinliktir. Bu uygulamanın temeli Yunan’a ve Roma’ya kadar gidip dayanır. Roma
İmparatorluğu döneminde, çalışmayan kitlelerin anarşiye kaymamaları ve yönetime
karşı hak arama mücâdelelerine girmemeleri için senenin belli dönemlerinde at
yarışları ve gladyatör dövüşleri düzenleniyordu. Ayrıca şehirde yaşayan herkese
belli miktarlarda mısır unu ve zeytinyağı gibi temel gıdâ yardımları
yapılıyordu. Böylece kitleler yiyip-içip sporla eğlenerek bir sorun çıkarmadan
yaşayıp gidiyorlardı. Zîrâ spor, onların tüm dikkatlerini ve enerjilerini
tüketiyordu.
Spor Yunan kaynaklıdır. Batı’da ortaya
çıkan modernizm ise Yunan’a dayanır. Batı, Greko-Romen bir uygarlıktır.
Zihniyeti Greko-Romen bir zihniyettir. Spora olan meyli de buradan gelir.
Futbol ise, işte bu zihniyetin ortaya çıkardığı bir etkinliktir. Futbol, batı
insanına has, batı’lı insanın zihniyetine, sosyâl, kültürel, düşünsel, dinsel,
fizîkî özelliklerine uygundur. Genelde spor, özelde ise Futbol batı’lı insan
çok uygundur, o yüzden onlar ortaya çıkarmıştır. Spor ve futbol doğu’lu,
müslüman ve Türk insanı için çok uygun değildir ve bu nedenle de sporda ve
futbolda çok da başarılı olamamaktadır. Zîrâ doğu’lunun zihniyetine, sosyâl,
kültürel, düşünsel, dinsel, fizîkî özelliklerine uygun değildir. Bu nedenle de
pek da başarılı olamamaktadırlar. Komünist devletlerin (Rusya Çin) başarıları,
sosyâlist-komünist zorlamayla olan bir sonuçtur. Genelde sporda özelde ise
futbolda doğu’lu müslüman ve Türklerin yeterince başarılı olamaması, sporun ve
futbolun kendilerine çok da uygun bir etkinlik olmamasıdır. Sporda ve futbolda
başarılı olmak için batı’lı gibi olmak ve batı’lılaşması gerekir. Türkler
lâik-seküler ve “muâsır medeniyet seviyesine çıkmak” sevdâsıyla bir miktar da
olsa batı’lı zihniyete dönüp de batı’lılaşınca, biraz başarı kazanmışlardır ve
futbolda Dünya 3.sü olabilmişlerdir. Fakat olup-olacağı işte bu kadardır. Ne kadar
zorlasanız da daha fazlası olmaz.
Yunanda
ortaya çıkan spor, aslında askeri bir nedenden kaynaklanıyordu. Zâten maraton
koşusu da bir savaş sonunda ortaya çıkmıştı. Bu konuda bir yazıda şunlar
söylenir:
“Yunan
dünyâsında polislerin (kentlerin) ilişkileri, barıştan çok savaş üzerine
kuruluydu. Bu nedenle askerî bir birim olan polis-kent, yurttaşlarını birer
asker olarak yetiştiriyordu. Yunanlıların çok önem verdikleri spor etkinlikleri
bile, askerî amaçlara yönelik bir biçimde yapılıyordu. İ.Ö. 650 dolaylarında
askerlik taktiklerindeki önemli bir değişiklik, yâni falanj (Falanj, birleşmiş
bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz
sıradan oluşturulan ve omuz-omuza savaşan askerlerden kurulu piyâde düzenidir)
düzeninin bulunması, kent-içi disiplin ve dayanışma duygusunu güçlendirici bir
etki yaptı”.
Abdurrahman Dilipak spor hakkında
şunları söyler:
“Spor aslında
biyolojide ‘bitkilerin yada bir hücreli hayvanların çok özelleşmiş olan ve
yaşamın sürekliliğini sağlayan üreme yeteneğindeki hücrelere verilen ad’ idi.
Aslında ‘sporla üreyen bitkiler’, bitkilerin en ilkel bölümünü oluştururlar.
Batı ‘cultur’una göre,
‘insanın doğal yaşam biçimini/forumu’nu korumak için spor yapması gerekiyordu.
Salazar’ın ‘siesta, fiesta, futbol’ dediği bu iş ‘en kârlı bir yatırım alanı’
mı, yoksa birilerini kolay provoke edilebilecek bir ‘holiganlar ordusu’ kurma
hayâli midir?”.
Siyon protokôllerinin 7. maddesinde
şöyle denir: “Kalabalıkların gözünü avama (sıradan halka) mahsus eğlencelere,
oyunlara, ölçüsüz spor mücâdelelerine bağlamalı”.
Yılda 1 milyona yakın ölümün spordan
kaynaklandığı tahmin edilir. Dünyâ’daki futbol maçlarında ölenlerin bir
istatistiği şöyledir:
9 Mart
1948 : İngiltere Bolton’da 33 kişi öldü, 500
kişi yaralandı.
24 Mayıs
1964 : Lima’daki olaylarda 300 kişi öldü, 500 kişi de yaralandı.
17 Eylül
1967 : Türkiye’nin Kayseri şehrinde oynanan maçta olaylar çıktı. 40
kişi öldü, 600 kişi yaralandı.
23 Hazîran
1968 : Buenos Aires’te çıkış tünelinde yaşanan izdihamda 74 kişi
ezilerek öldü.
25 Hazîran
1969 : Türkiye’nin Kırıkkale şehrinde 10 ölü 102 yaralı.
25 Aralık
1969 : Kongo’nun Bukavu şehrinde 27 kişi öldü.
2 Ocak
1971 : Glasgow’da fazla seyirci sebebiyle tribünler çöktü ve 66 kişi
öldü.
17 Şubat
1974 : Kâhire’de 49 kişi öldü.
8 Şubat
1981 : Atina’da 19 kişi öldü.
20 Ekim
1982 : Moskova’da oynanan bir maçta dışarı çıkmak isteyenler ile
içeri girmek isteyenlerin çarpışmasında 340 kişi ezilerek öldü.
11 Mayıs
1985 : İngiltere Bradford’ta oynanan maçta yangın çıktı, 55 kişi
öldü.
29 Mayıs
1985 : Brüksel’deki Heysel stadında olaylar çıktı ve 39 kişi öldü.
12 Mart
1988 : Nepal’daki bir maç sırasında yağan
doludan kaçmak isteyenler izdihama sebep oldu ve 93 kişi öldü, yüzlerce insan
yaralandı.
15 Nîsan
1989 : İngiltere’nin Sheffield şehrinde oynanan maçta olaylar çıktı
ve 95 kişi öldü. Yaralı sayısı ise 200.
13 Ocak
1991 : Güney Afrika’nın Orkney şehrinde 40 kişi öldü, elli kişi
yaralandı
6 Hazîran
1991 : Şili’nin Santiago şehrinde 10 ölü, 135 yaralı.
5 Mayıs
1992 : Korsika-Fransa maçında 17 kişi öldü, ikibin kişi yaralandı.
16 Hazîran
1996 : Zambia’da Sudan’a kazanılan gâlibiyeti kutlarken 15 kişi öldü,
yüzlerce kişi de yaralandı.
16 Ekim
1996 : Guatemala ile Kosta Rika arasında oynanan
millî maçta izdiham yaşandı. 83 kişi öldü yüzlerce kişi yaralandı.
Ali Şeriati:
“Tribünlerden gelen sesler, savaşan mazlumların sesini
kısıyor ve bu sesi bastırıyorsa, futbol afyondur” der.
Spor özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan
sonra yoğunlaşmış ve bir hayat-tarzı hâline getirilmiştir.
Spor, izlenen karşılaşma bitene kadar
“idrâkin ertelenmesi”dir.
Spor, (egzersiz değil) ölümden çok
korkanların sığınağıdır. Spor -görece- insanları fit tutup genç gösterdiği
için, böylece ölümden uzak olunduğu sûnî düşüncesi açığa çıkıyor ve bir tatmin
sağlıyor. Oysa kişinin yüzü yaşını gösterdiği gibi, bedeni de belli bir yaştan
sonra “yavaşla” der.
Spor dünyevî bir şeydir ve spor
yapmanın âhirette karşılılığı yoktur.
Spor klüpleri, “yerel tanrılar”dır.
Baş-tanrı ise “spor”dur.
Spor Evrim Teorisi’ne göre işler.
Sporda güçlü olan ayakta kalır ve maçı kazanır.
Görüldüğü gibi spor ve onun ana
görünümü olan futbol, şeytanın tağutlara fısıldadığı ve onların da taşeronları
vâsıtasıyla gündemden düşürmediği bir pisliktir.
İnsanlar çoluk-çocuklarına,
ana-babalarına etmedikleri duâyı, tuttukları takımlarının kazanması için
stadyumlarda ediyorlar.
Spor demek “genç” demektir. Gençler
oynar, gençler izler. Modern-seküler-lâik ideoloji bu nedenle ikisini bir-araya
getirmiş ve “gençlik ve spor bayramı”nı ortaya çıkarmıştır. Gençlik ve spor
bir-aya geldiğinde bayram(!) olur; nefsin bayramı. Zîrâ en çok kışkırdığı
alanlardan biri de spordur. O hâlde gençlik ve spor bir-araya geldiğinde nefs
bayram eder.
Aşırı ve ağır spor testosteronu
azaltıyor ve kısırlık yapıyor. Spora çok fazla alıştırılan gençlerin kısırlık
ve doğum sorunu yaşamalarının bir nedeni de budur.
Spor, insanların ama özellikle enerji
dolu gençlerin tüm enerjilerini sömürür. Artık başka bir şey yapacak hâlleri
kalmaz. Böylece insanlar sâdece bedenlerini geliştirmeye alıştırılırlar.
Bedenlerini aşırı geliştirenlerin ruhları bomboş kalır ve zamanla
mankurtlaşırlar.
Spor yapanların çoğu a-sosyâl
kişilerdir. Zîrâ spor, insanın tüm enerjisini aldığından dolayı, kişide başka
bir faaliyete katılacak derman kalmamaktadır. Çocukların ve gençlerin spor
yapmasına gerek yok. Çünkü metabolizmaları zâten hızlı çalışıyor, onu daha da hızlandırmanın
bir anlamı yok ve daha hızlı olunca yâni normâli aşınca mutlakâ bir soruna
neden olacaktır. Zâten çocuklar ve gençler normâlde çok hareketlidir. Yeter ki
onları bilgisayar ve sosyâl medyanın karşısından kurtaralım. Yaşlıların da kısa
yürüyüşler yapmaktan başka spora ihtiyaçları yoktur. Yaşlıların metabolizması
yavaş-yavaş düşer ki normâl ve doğal olanı budur. Bu durum onları bir-çok
hastalıktan korur aslında. Spor yaparak doğal olarak yavaşlayan metabolizmayı
yükseltmek niçin iyi ve doğru olsun ki?. Bu, modernitenin bir kandırmacasıdır.
İnsanlar yaşlandıkça iyi ve doğru olarak metabolizması yavaşlar. Spor ise bunu
hızlandırır ve böylece dokulara ve organlara gereğinden fazla yük biner. Bu da
o organların ve dokuların fazla çalışarak çabucak tükenmesine neden olur. Bu
nedenle yaşlıların kısa yürüyüşler ve egzersizler yapmak dışında spor ile
metabolizmalarını hızlandırmalarının bir anlamı ve gereği yoktur. Yanlıştır da.
Zîrâ hızlandırınca bâzı sorunlar ve hastalıklar çıkar. Bir şeyin hızlı olması
ille de iyi değildir. Nice ağır spor yapan belli yaşın üstündeki insanları
görüyoruz ki, ya spor yaralanmalarına ve sakatlanmalarına mâruz kalıyorlar yada
metabolizmayı aşırı hızlandırmakla hastalıklara yakalanıyorlar.
Kapitâlizm, spordaki felsefeyi çok
sever ve destekler. Sporda en önde ve önce geleni ve hemen ardından ikinci ve
üçüncü geleni ödüllendirirken ve meşhûrlaştırırken, sonrakileri görmezden gelir
ve önemsizleştirir. Hâlbuki onlar da kendi rekorlarını kırmış olabilirler. Spor,
kapitâlist-Allahsız hayâtın amacını ve nasıllığını gösteren Allahsız ve
şerefsiz bir göstergedir.
Spor ilkelliktir, ilkel bir etkinliktir.
Sporcuların çoğu vahşî, sert ve hayvânî olmadıkça başarı da kazanamaz, beğeni de
kazanamaz. Bâzı sporlarda (boks gibi) sporculardan akan kandan etkilenmek vardır
ki bu apaçık bir ilkelliktir. Sporda adale gücü öne çıkar. İlkellikte adale-kas
gücü çok etkili bir şeydir. Adaleleri güçlü olan sporcu öne çıkar ve ilgi
çeker. Spor, kontrôllü ve sınırlı bir savaş şeklidir.
Peygamberimiz, ata binme, yüzme ve ok
atmayı tavsiye etse ve “çocuklarınıza öğretin” dese de, bunlar spor olarak
değil, hayâtın bir gereği olarak yapılan şeylerdi. Bunları erkeklerin neredeyse
hepsi, kadınların da bir-kısmı bilirlerdi. Bu nedenle Peygamberimizin bu
tavsiyeleri spor amaçlı bir tavsiye değildir.
Evet; spor, kötü bir alışkanlıktır ve
zararlıdır. Öldürür..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder