23 Haziran 2016 Perşembe

Spor Zararlıdır


Çağımız bir müzik-spor-film uygarlığıdır. Gençlerin bu üç unsura ne derece kilitlendiği herkesçe mâlum. Müzikten hoşlanmayan birine “mal” gibi bakıldığı bilinir. Film seyretmeyenlere ise, “eee ne yapıyorsun, günlerini nasıl geçiyorsun ki” diyenleri duydum. Spor ise, artık bir “din” hâline gelmiş durumdadır. Ülkelerin bırakın aç-susuz-sefil olanlarını, başkanları-lîderleri bile ciddi-ciddi spor ile içli-dışlı oluyor ve spor hakkında yorumlar yapıyorlar. Televizyonda özellikle futbol maçlarından sonra koca-koca adamların ancak çocuklara yakışacak tarzda olan, 22 tâne adamın bir küçük yuvarlak deri parçası arkasından deli gibi koşmasının muhabbetini, sinirlenerek ve kavga ederek saatlerce tartışmaları, inanın benim durduğum yerden çok komik, ayıp ve aptalca görünüyor.

 

Hele bir de, küresel güçlerin köleleri olmuş, zihinleri târumâr edilmiş, yarı-sarhoş halklara sâhip olan ülkeler de spor uğruna bir-çok ahmakça işler yapıyorlar. Açlıktan-susuzluktan ölen insanların bulunduğu ülkeler, dünyâ-kupalarına katılıyor, sporcular yetiştiriyor. Spor-futbol bu kadar popüler olunca müslüman sağcı muhâfazakâr kesim uzak kalır mı?. Namazı kazâya bırakma pahasına da olsa spor-futbol peşinde koşturuyorlar. Güyâ gençleri bir-araya getirecekler de onlara İslâm’ı anlatacaklar. Hiç, sapık bir eylem üzerinden İslâm mayası tutar mı Allah aşkına!.

 

Ramazan Yazçiçek:

 

“Gelir dağılımında sefâleti yaşayan günümüz toplumuna televole-pop kültürü dayatması da gençlerin psikolojisini bozmuştur. Spor adına yapılanlar ise daha bir içler acısıdır. Futbol, putu-bol bir çılgınlık arenasına dönüştürülmüştür. Cinâyetlerin sıradanlaştığı, saldırganlık psikozunun tahrik edildiği zeminlere dönüşen spor-sahaları da “değer çözücü” olarak modern hayâtın ürünüdürler” der.

 

Yûsuf Kaplan, futbol için şunları söylüyor:

 

“Çağımızın düşünürleri futbolu yeni-paganizm biçimlerinden biri olarak görüyorlar. Futbolun büyüsü, câzibesi ve gücü, din-dışı bir kutsallık, coşku, trans hâli, pagan ve barbar âidiyet biçimleri üretebilmesinde gizli. Müzik ve spor yıldızları lâik kutsallığın ‘aziz’leri hâline geldiler… Bu starlar(!), çoğunlukla, daha ölmeden tapınma konusu oluyorlar”. 

 

Olimpiyatları ortaya çıkaran Yunan’lılar “çok-tanrılı”ydılar. Tanrılarının Olimpos Dağı’nda bir “âile gibi” yaşadıklarına inanmışlardır. Tanrıların babası Zeus, ana tanrıça Hera ve çocukları; güzellik tanrıçası Afrodit, savaş tanrısı Ares vb. şeklindedir.

 

Tanrıları adına Olimpos Dağı çevresinde başta spor karşılaşmaları olmak üzere, müzik ve şiir yarışmaları düzenlerlerdi. Bunlar günümüzdeki Olimpiyatların başlangıcı olmuştur. Yapılan spor etkinlikleri “tanrılar adına” yapıldığından dolayı, aslında “spor” olarak yapılan etkinlik, bir çeşit ibâdet ve pagan âyinidir. Zâten modern dönemde de spor, bir âyin havasında yapılmakta ve izlenmektedir. Spor, ibâdet gibi düzenli ve sürekli yapılması gereken ve hiç aksatılmaması gereken bir şey olarak gösteriliyor. Böyle olunca da spor bir “din” hâline geliyor.

 

Olimpiyat bir âyindir, hattâ en büyük spor âyinidir. Herkesin iştirâk ettiği ve etmesinin istendiği dînî bir âyin. Teoman Duralı bu konuda şunları söyler:

 

“Bireyler-arası ilişki Atina’da rekâbete, yarışa dayanıyor. Her konuda yarışıyorlar. Bu yarışın en önemli göstergesi savaş ve savaşa hazırlık mâhiyetinde beden eğitimi. Beden eğitimi, idman zamanla asıl anlamından, savaştan kopuyor, uzaklaşıyor. Spor kendi başına bir etkinlik süreci hâline geliyor. Üç yerde bu rekâbeti görüyoruz: Savaşta, ticârette ve idmanda her-şey bir yarış hâlindedir ve başarı en üst ödülle taçlandırılır. Ödüller genellikle maddî değeri az olan bir şeydir. Meselâ, büyük başarı kazanan bir sporcunun başına defne tâcı geçiriyorlar. Hiç-bir değeri yok ama bunu bir kere kazandınız mı bütün Yunan’da bir tânesiniz. Her şehir devletinin kendi spor müsâbakaları var. Bunlara bütün ‘devlet idmanı’ deniliyor. Panathenaic oyunları var. Atina’da herkesin katılabildiği bir müsâbakadır. Her devletin var, bu yetmiyormuş gibi 7 yılda bir tekrarlanan olimpiyatlar var. Geçmişi 8. yüzyıla değin giden ve yaklaşık MS 1-2. yüzyıla kadar süren bütün Yunan devletlerinin iştirâk ettiği bir olaydır. Tıpkı hac döneminde bütün kavgalıların kavgalarını bırakıp hacca gitmesi gibi Yunan’da bütün savaşlar, çatışmalar durur, herkes olimpiyata, oyunlara odaklanır ve orada başarıyla öne çıkan olağan-üstü derecede îtibâr kazanır. Orada düşmanlıktan kaynaklanan taraf tutma yoktur. Ben hakemsem can düşmanım da olsa Spartalının hakkını vermek zorundayım”.

 

Olimpiyatlar bir pagan âyinidir. Putperest Yunan’lılar olimpiyaların bitiminde oruç tutarlar ve tanrı Zeus adına 100 âdet öküz kurban edilirdi. İlk başta kadınlar olimpiyatlara hem katılamazlardı hem de olimpiyatları izleyemezlerdi.

 

Zeus kült olarak Girit Adası’nda ortaya çıkmıştır. Ancak en önemli kült-merkezi Olympia’dadır. İlk Olympiatlar Zeus adına bu şehirde başlamıştır. Bir spor organizasyonu olan olimpiyatlar, pagan yâni çok-tanrıcı bir etkinliktir. Eski Yunanda, olimpiyat ateşi ve onunla yakılan meşâle kutsal bir anlam taşıyordu. Olimpiyat ateşi bir “kül”ttüri ve ateş bir tanrıdır da. Ateş; nûru, aydınlığı ve ışığı temsil eder. Prometheus, ateşi (bilgiyi) çalarak insanlara verir. Burada ateş “tanrısal bilgi”yi dolayısıyla tanrıyı temsil eder. Böylece olimpiyat ateşi üzerinden insanlar tanrılaştırılır. Fakat özellikle başarılı sporcular tanrılaştırılır. En başarılı sporcu, olimpiyatlarda başarı göstermiş olan sporcudur. 

 

Sporun kökeninde “iyi” olanın “kötü” olanı yenmesi vardır. Bu bağlamda spor, duâlist bir dindir. Spor, bir “kas tapımı”dır. Bir Hellen sapkınlığıdır.

 

Eski olimpiyat oyunlarında stadyumlar aslında birer arenaydı. Olimpiyat oyunları putperest bir kültürün etkinliğidir. Bu nedenle 1. Theodosius, 2. İznik Konsili’nden sonra putperestliğe karşı sert davrandı ve onların etkinliklerini yasakladı. Bu bağlamda kötü inançların devâmı saydığı olimpiyat oyunlarını iptâl etti. M.Ö. 776’da başlayan olimpiyat oyunları 393’te son defâ yapılmıştı. 1169 yıl boyunca oynandıktan sonra 1503 yıl süreyle yapılamadı ve modernitenin köpürdüğü 1896 yılında tekrar başladı. Olimpiyatlarla ilgili bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Arkeologlar, Atina’daki antik olimpiyatları araştırdı ve ortaya son derece ilginç bulgular çıktı. Bir katılımcı üç dalda da başarılı olduğu takdirde 1. îlân ediliyordu. ‘İkincilik’ yada ‘önemli olan katılmak’ gibi avundurucu parolalar antik çağda geçerli değildi; birinciler dışında herkes boynu bükük evine dönüyordu.

 

Dövüş karşılaşmalarında yarışmalar kıran-kırana geçiyor, testisler bile sıkılıyordu. Sporcular her-şeye rağmen yine de korkusuzdu. Sonuçta her olimpiyat birincisinin bir heykeli dikiliyordu; bu onura ancak tanrılar sâhipti ve bu da bir yerde ölümsüzlük demekti. Şampiyonlar âdeta bulutların üzerinde uçarcasına evlerine dönüyor ve çeşitli imtiyazlara kavuşuyordu. Halkın yüzde 70’i olan kölelerin ve evli kadınların olimpiyatlara katılması yasaktı. 3800 m’lik uzun mesâfe koşusuna, at yarışı, boks, güreş ve pankreas gibi atletizm dalları da eklenince program iyice genişlemişti. ‘Ben Hur’ filmini hatırlatan araba yarışları, etle doping yapan güreşçiler, karşılaşma sırasında ölen boksörler.. Sonuç: Olympia’daki güç yarışı, yeni bir insan-tipi yaratmıştı. Yirmiyi aşkın karşılaşma içinden en önemlisi dört ‘çelenk oyunu’ idi. En iyi lir çalgıcıları ve komedi şâirlerini yetiştiriyor, flüt turnuvaları ve ‘delikanlılar için öpüşme yarışmaları’ düzenliyorlardı.

 

Beden eğitimini kurallara göre gerçekleştirilen bir yarış hâline getirenler Yunanlılar olmuştu. Alman uzman Wolfgang Decker, Hellen halkının spora aşırı tutkun olduğunu söyler. Büyük felsefeci Platon boks, Aristo hafif atletizm hayrânıydı. Miletli Thales’in İ.S. 548 yılında Olimpiyat Oyunları sırasında kâlp enfarktüsünden öldüğü sanılmaktadır.

 

Ülkenin her yerinde Gymnasion’lar kurulmaya başlamıştı. Okul ve derslerle pek ilgisi olmayan bu eğitim kurumları daha çok gençleri savaşa hazırlayan merkezlerdi. Sonuçta Hellas’ın atik askerlere ihtiyâcı vardı. Devletler yeni bir savaş taktiği geliştirmişlerdi, ağır silahlarla donatılı piyâdelerin (‘hoplitler’) 20 kiloluk yükle, hızlı adımlarla düşmanı etkisiz hâle getirmeleri isteniyordu. ‘Hoplit koşusu’ İ.Ö.520 yılında olimpiyat disiplini hâline getirilince yarışçılar kalkan, miğfer ve kılıçla 400m’lik mesâfede yarışmaya başladılar. ‘Yunanlılar, savaşı antrenmana, antrenmanı ise savaşa çevirmişlerdi’ der Philostratus.

 

Peki ama Arena neden evli kadınlara yasak, genç kızlara serbestti? Yazar Pausanias bu ilginç kuralı şu şekilde açıklıyor: Stadyuma girmeye cesaret eden annelerin üzerine büyük bir kaya düşmüştü.

 

Spartalılar kızlarını spor okullarına gönderirken, Olympia’da genç kızlar için özel spor şenliği bile düzenleniyordu ve genç kızların omuzlarını ve göğüslerini açıkta bırakan giysilerle 160m’de yarıştıkları bilinmekte. Antik olimpiyatlarda ilginç bir giysi kuralı da getirilmişti. Belgelere göre Spartalı koşucu Akanthos, daha hızlı koşabilmek için kısa eteğini çıkarınca, çıplaklık yarışma koşulu olarak kabûl edilmişti. Romalılar Pelopponnes’teki masum spor gösterisini, yavan ve can sıkıcı buldukları gibi, çıplaklıklardan da pek hoşlanmamışlardı.

 

Hiç-bir dövüş sporcusunun sağlıklı kalmadığını Romalı doktor Galen’in (İ.S.129-119) belgelerinden öğreniyoruz: ‘Atletler kör, topal bana geldiklerinde kısmen de felçli oluyorlardı’. Darbe yemekten yırtık-pırtık hâle gelen kulak kepçelerine antik dönemde ‘karnabahar kulakları’ deniyordu.

 

Bilinen son olimpiyat şampiyonu İ.S.385 yılında zeytin dalı çelengini alan Atinalı genç bir boksördü. O târihten sonra kilise kas kültüne karşı amansız bir savaş açtı. Güreş, şeytan işiydi ve boks karşılaşmaları sırasında da tanrının yansıması olan yüzler zedeleniyordu. Olimpiyatlar böylece Hristiyanların baskısıyla 19.yy’a dek dünyâ târihinden silinmişti”.

 

Hellenler beden hareketlerini yâni sporu “tanrıya yapılan bir ibâdet” gibi görüyorlar ve hareketleri o düşünce ve duygu ile yapıyorlardı. Müsâbakalar da hep tanrıların adına kurulan bayramlarda yapılırdı. Bu bayramların en meşhuru Olympia’da (Mora yarım-adasının kuzey-batısındaki tepede) yapılırdı. Mitolojiye göre Herakles burayı babası Zeus’un şerefine kurban kesilmesi için kurdu ve bu yere Olympia adını taktı. Burada ilk yapılan beden hareketleri dînî merâsimin şekillerinden doğmuştur. MS 3. yüzyılın başında yaşayan büyük spor müelliflerinden Philostratos beden hareketlerinin dînî merasimden çıktığını anlatır. Tanrıya kurban verme sırasında kurbanlık hayvan merâsim masası üzerine konulur, aşağı-yukarı 192 metre uzakta, elleri meşâleli koşucular durur, verilen işâret üzerine yarışırlardı. Bunlardan kurbana ilk ateş veren (eski Hellenler, kurbanı kesmez yakarlardı) Olympia birincisi îlân edilirdi. Philostratos'un anlattığına göre bu koşu sonradan dînî anlamını kaybetti ve 200 metrelik hız koşusu biçimine girdi.

 

Müsâbakalar Gymnasion’larda yapılırdı. Delikanlılar burada çıplak vücutla çalışırlardı. Yunancada “gymnos”, “çıplak” demektir. Jimnastik kelimesi de buradan gelir . Çıplak olarak vücut terbiyesi yapmak mânâsını verir. Hellenler bu müsâbakaları ile tanrıya ibâdette bulunduklarına inandıkları için bu Gymnasion’lar hep mâbetlerin civârında bulunur.

 

Kadınlar erkeklerin müsâbakalarına iştirak edemezler. Bununla berâber kızlarla kadınlar Zeus’un eşi, ilâhe Hera şerefine her dört senede bir, oyunlar yapmak için toplanırlardı. Pausanias, Olympia'yı anlatan kitabında kısa eteklikli, yarı göğüsleri çıplak, düşük saçlarla koşan genç kızlardan bahseder. İlk Hristiyan krallarından olan 1. Theodosius bu Yunan geleneğine son darbeyi vurdu. 394 senesinde Olympia oyunlarını yasak etti. Böylece olimpiyatlar çok uzun süreliğine Hristiyanlık elinde can vermiş oldu.

 

Sporun ana görünümü olan futbol yüzünden ne küfürler, kavgalar ve ölümler yaşanıyor. Hattâ zamânında iki ülke arasında savaş bile çıkmıştı futbolun yüzünden. El Salvador-Honduras ülkeleri aralarındaki soğukluk, bir futbol maçı sonrası zirve yapmış ve bu yüzden aralarında savaşmışlardı. Yâni bir “spor savaşı” yaşanmıştı. İsviçre Lozan Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Kardiyoloji Bölümü tarafından 2006 yılında yayınlanan bilimsel bir araştırmaya göre, 1966-2004 yılları arasında 35 yaş altı sporcularda tam olarak 1.101 âni ölüm meydana gelmiş.

 

Spor, kumarın bir sonucudur. Spor üzerinden oynanan kumar, dünyâ-çapında oynanan tüm kumar cirosundan kat-kat fazla ciro yapıyor. Hem kumar oynuyorlar hem oynatıyorlar.

 

Yine spor, “çıplaklık”la ilgilidir. Hattâ sporun çıkış noktası, eş-cinselliktir. “Spor çıplaklık üzerinden geliştirilmiştir” desek yersiz olmaz. Şöyle ki; Bilindiği gibi eski yunanda “erkek sevgili” edinmek bir gurur ve kibir kaynağı idi. Zenginlerin, askerlerin, yöneticilerin vs. erkek sevgilileri olurdu. Meselâ İskender’in erkek sevgilisi Hephaestion=Efestion ve Bagoas’tır. Akhilleus’un sevgilisi ise Patroklos idi. Bu bir şan-şöhret meselesiydi. Fakat öyle sıradan erkeklerle değil, yakışıklı, biçimli bir fiziğe sâhip, güçlü-kuvvetli ve değişik özellikleri olan erkekler seçilirdi. İşte bu özellikteki erkekleri bir-araya toplamak için bir yol buldular ve spor etkinlikleri (olimpiyat) adı altında o zamanlar sâdece bir-kaç daldan ibâret olan spor müsâbakalarında erkekleri topladılar. O zamanlar kadınlar yoktu olimpiyat oyunlarında. Bu sporculara kısa-dar şort ve atlet giydirerek hem vücut ölçülerine bakıyorlar hem de özelliklerini inceleyip, beğendiklerini kendilerine alıyorlardı. Sporun başlangıç nedenlerinden biri de budur ve bu bağlamda spor, bir sapıklığın sonucudur diyebiliriz. Zâten -yakın-zaman önce daha çok olmak üzere-, sporcuların giydikleri kıyâfetler, “sporcu kıyâfeti” adı altında çıplaklığı aşırı ön-plâna çıkaran kıyâfetler şeklindedir. Şu da var ki spor yapan kadının doğum yapma oranı düşer. Zîrâ karın kasları rahmi fazla sıkıştırır. Bu hâmile klamaya yada doğuma engel olur.  

 

Sporcu kadınların vücutlarının görünümleri zamanla absürdleşir ve tüm zerâfetini kaybeder. Spor yapan kadınlar mecbûren erkekleşir. Modern erkeğin, “sporcu kadın fiziğini” ve yürüyüşünden duruşuna kadar beğenmesi ve hayrân olması, bir sapmanın netîcesidir. Zîrâ modern insan ve modern birey, her-şeyde olduğüu gibi “güzel kadın” düşüncesi ve görünüşünde de sapmıştır.

 

Celaleddin Vatandaş olimpiyatların, dolayısı ile sporun çıkış yeri olan Yunan’daki eşcinsellik gerçekliğini anlatırken şunları söyler:

 

“Antik Yunan’da, genç erkekler ve yetişkin erkekler arasında yaşanan ilişki, ‘kutsal’ olarak addedilmekte ve ‘gerçek aşkın simgesi’ olarak görülmekteydi. Yetişkin, ‘hayâtı öğreten bir öğretmen’, genç ise bir öğrenciydi. Yetişkin erkek, genellikle 30’lu yaşlarında olup ‘hayatta tecrübeli, savaş yöntemlerinde zeki, servetinin ve evinin yönetiminde örnek gösterilebilen, âilesine karşı sorumlu, cesur, onurlu ve kendini dürüstlüğe adamış kişi’ olarak tanımlanabilir. Genç erkek henüz sakalları çıkmamış, alçak gönüllü, atletik, cesur ve kendini geliştirmeye istekli olmasının yanı-sıra ilişki içerisinde olduğu erkeğin onuruna leke getirmeyecek ve kendisine öğrettiklerini de öğrenmeye istekli olmalıydı. Böyle bir erkekle ilişki içerisinde olabilme yaşı, on iki yaşlarına denk geliyordu. Yunanlı Straton, on iki yaşında bir oğlanın tâzeliği arzu uyandırır, ama on üçünde daha da hoştur. On dördünde açan aşk çiçeği daha da tatlıdır ve on beşinde câzibesi artar On altı, ‘ilâhi yaştır’ diyerek oğlanın yaşıyla birlikte artan güzelliğini tanımlar. Burada henüz kadınsı özelliklere sâhip, gelişmemiş, olgunlaşmamış ve yumuşak oğlan, kadın rôlüne bürünüyor ve diğer erkekler tarafından cinsel açıdan bir obje olarak görülmeyi arzuluyordu. Yetişkin olan erkek yalnızca kur yapıp genci baştan çıkarmakla yetinmez aynı-zamanda ona savaş, avcılık, hayâtı doğru idâre edebilme ve iyi bir vatandaş olma konularında eğitim verirdi. Toplumda tamâmen meşrû kabûl edilen bu uygulama, genç erkeklerin yalnızca yaş bakımından değil aynı-zamanda da statü bakımından üstleriyle birlikte olmaları demekti. Yunan’da, oğlancılık, ‘topluma kabûl edilme kuralı’ydı. Yetişkin olan yâni erastes, oğlan çocuğuyla yâni eromenosla birleştiğinde, erişkin erkeğin spermi, oğlan çocuğuna erkeklik aktarıyordu. Oğlan çocuğunun bu dönemden geçmesinin belirli amaçları vardı. Çocuğu o ana kadar birlikte yaşadığı kadınların arasından çekip, yetişkin erkeğin kollarına vermek, onun edilgin ortamdan kurtarılıp ‘iyi bir baba, iyi bir vatandaş hâline getirilmesi’ demekti. Böylece iyi bir vatandaş olarak yetişen oğlan, ileride bir erastes, savaşçı, avcı olabilecekti. Buna rağmen toplumca hoş karşılanmasa da yetişkinler arasında hemcinsine yönelik aşk ve tutkunun varlığına dâir kanıtlar edebi metinlerde ve vazo resimlerinde mevcuttur”.

 

Eski Yunan’da erkekler çıplak olarak güreşirlerdi ki bunları izleyenler arasında erkek sevgili arayanlar da vardı. Yunan gymnasiumları sâdece erkeklere ayrılmıştır ve atletler buralarda gerçekten de çıplak olarak güreş tutmuşlardır. Zâten “gymnasium” kelimesi “çıplak” anlamındaki “gymnos” kelimesinden gelir. Yunancada “gymnásion” (γυμνάσιον) “çıplakhane” demektir. Yunanca “gymnós” (γυμνός)  “çıplak” sözcüğünden, “ion” sonekiyle türetilmiştir. Gymnásion yâni jimnastik “çıplaklık gösterisi” ve “çıplaklar kampı” anlamlarındadır ki, salonlarda ve olimpiyatlarda sergilenen spor gösterileri neredeyse çırılçıplak şekilde yapılmaktadır. Spor “erotik bir gösteri”dir. Karen Dolby:

 

“Sağlığı ve gücü artırmak için yapılan idman, genç erkeğin eğitiminin önemli bir parçası olarak görülmüştür. Atletler, tanrılara övgü amacıyla ve erkek vücûdunun estetik olarak beğenilmesini yaygınlaştırmak için çıplak dolaşmıştır. Mîlattan önce 5. yüzyıla gelindiğinde paiderastia ya da pederasti (oğlancılık) Yunan kültüründe çoktan yer edinmişti” der.

 

Necdet Gürçiftçi:

 

“Her ne kadar ‘sağlam kafa sağlam bedende bulunur’ demişler ise de bu ancak kavgalarda, savaşlarda sağlam kalabilecek bir kafa  ile ilgilidir. Gerçekte  spor  bedene  yararlı olsa  da(!)  beyine, rûha, kişiliğe büyük zararlar verir, kötülükler yapar.

 

Beyin; biyolojik olarak şeker ile, evrim olarak da bilgisel düşünme ile gelişir, spor ile değil. “Sağlam kafa, sağlam bedende bulunur” sözü; büyük olasılık ile, insanları bedensel olarak çalıştıranlar, sömürenlerce; insanların beyinlerinden çok bedenlerine gereksinim duyanlarca; insanları pohpohlamak yada yanıltmak yada kolayca  kullanabilmek, sömürebilmek için söylenilmiştir. Gerçekte; bedenden beyine her-an milyarlarca elektriksel etki gitmekte ve bu da zâten yoğun ve yorgun olan beyini daha da yormakta ve dikkatini dağıtmaktadır. Buna  bir de spor ile katkıda  bulunmak; cevizi, filin ayağının altına koymak demektir. Beyin, rûh, kişilik felsefe ile, bilim ile gelişir; gövde ile, kas  ile, spor ile değil.

 

İlkel, barbar, yanılsamalı toplumlarda; bedensel güç çok işe yaradığından ve bunlar bilimden, felsefeden uzak  olduklarından; bedenlerine iyi gelenin, beyinlerine-ruhlarına da iyi geldiğini sanmışlardır. Gerçekte ise spor ve bedensel işler; insan beynini geriletir, köreltir, ilkelleştirir, barbarlaştırır, yanılsamacılaştırır, aptallaştırır. Spor yapan yada bedensel işlerde çalışanların beyinleri rûha doğru değil, bedene doğru geriler, ilerler. Sporun beyin ile yapılıyor olması, sporu savunmaz, çünkü spor beyinin ilkel, barbar, hayvansal bölümleri  ile  yapılır. Yâni insan uyur iken de kâlbi, böbrekleri, karaciğeri, akciğeri çalışır ve  bunu yapan da beyindir sonuçta.

 

Spor; felsefî, bilimsel, mantıklı, toplumsal, târihsel, sanatsal düşünmeyi engeller. İnsan ne yapıyor ise ona göre dönüşür. Sömürücü yada faşist yada ahlâksız yada pisikopat-sosyopat sınıflar; insanları daha kolayca yönetebilmek ve avutabilmek için hep spora yöneltmişlerdir. Roma İmparatorluğu zamânında arenalar bu işe yarıyor idi; şimdiki spor alanları da.

 

Spor; bilimci  olmayı engellemez; felsefî  düşünmeyi engeller. Bu önemli bir  ayırımdır. Egemen  sınıflar hep; yoksul insanları spora yöneltmişlerdir. Okullarda; beden eğitimi, spor dersi gibi derslerin olması  gerçekte  ülkelere, eğitime ve öğrencilere büyük kötülüktür. Amigo kızlar  denilen kızları düşünün. Nedir onlar?. Erkek  izleyicilere cinsellik sunmak ve kulübün  kasasını doldurmak değil mi?” der.

 

Peki sporun kişiyi terbiye ettiği doğru mudur?. Başta çıplaklık olmak üzere; kumara yönlendirmesi, zamânı öldürmesi, aklı köreltmesi ve fanatik insanlar ortaya çıkarmasına bakılacak olursa, sporun pek de bir terbiye edici yönünün olduğu söylenemez ve hattâ tam-aksine terbiyesiz nesiller ortaya çıkartmaktadır. Zâten spor “bedenin eğitimi ve terbiyesi”dir, rûhun ve aklın değil. Bedeni aşırı eğitmek ve terbiye etmek ancak şehveti arttırır. Zîrâ beden kuvvetlendikçe ve kondisyonu arttıkça nefsâniyeti de artar. Tabi ki insan sağlam bir vücûda sâhip olup sağlıklı olmalıdır. Böylece rûhî yönde daha iyi idrâk eder ve çalışır. Fakat bedenin aşırı gelişimi için hem zaman isrâf, hem para isrâf olur, hem de nefs aşırı kışkırtılmış olur. Oysa insanın yaklaşık yarım saat boyunca normâl adımlarla yapacağı yürüyüş, onun bedenen sağlıklı olması için yeterlidir.

 

Esâsen spor, ruhlarını vahiy ile güçlendir(e)meyenlerin, bu açığı bedenlerini geliştirip güçlendirmeyle kapatma çabasıdır. Yunanlılar çok spor yaparlardı ki sporu îcat edenler de onlardı. Spor yoluyla bedenlerini, “barbar” dedikleri doğulu insanlara kıyasla irileştirip kaslı yapmaya çalışırlardı. Böylece doğulu insanlara göre rûhî anlamdaki zayıflıklarını ve ezikliklerini, “bedenen güçlü” olmakla kapatmaya çalışmışlardır ki bu hâlen batı insanı ve batı zihniyetli insanlar için böyledir.  

 

Şeytan, insanın namaz kılmasına izin vermediğinde, onu câmiye değil, mekik çekmesi için spor salonuna yönlendirir. Şeytan hep zor ve ücretli olana yönlendirir. Namaz kılmaya üşenenler ve namazın zor geldiği insanlar, spor salonunda barfiks, mekik, şınav çekmeyi ve ağırlık kaldırmayı kolay görüyorlar. Bir şey rûha zor gelmiyorsa, bedene de zor gelmez. Lâkin rûha zor geldiğinde beden için ölüm-zulüm olur.  

 

Spor genelde, daha zengin olan bir takımın ve daha iri ve kaslı olan kişinin, daha fakir olan takımı yada daha sıska ve kassız olan kişiyi ezmesini izleme gösterisidir. İnsanlar, En Güçlü Olan’ı unuttukları için, görece güçlü olanların zayıfları nasıl ezdiğini görmeyi istiyorlar. Güç görmek istiyorlar. İşte bunu göre-göre hayatta da güçlünün zayıfı ezmesini doğal ve normâl karşılıyorlar ve bir tepkide bulunmuyorlar. Güçlünün zayıfı ezdiğini gördüklerinde, bunu kanıksamış olduklarından dolayı olayı yadırgamıyorlar.

 

Spor sanıldığını aksine çok zararlı bir etkinliktir. “Spor sayılamayacak” kısa yürüyüşler ve gün içinde iş-yerlerinde ve sokakta yapılan hareketler zâten yeterlidir vücut sağlığı için. Hele bir de haftada bir-gün oruç tutulup gece-namazları ile birlikte günlük namazlar da kılınıyorsa, spora hiç mi hiç gerek yoktur. Normâl bir insan için günde 20 dakîkalık bir yürüyüş yeterlidir. Bütün bunların üstüne yapılan spor, hayâtı karartacak hastalıkların ortaya çıkmasına, bedenin paralanmasına neden olur. Bülent Tâhir Tanrıdağlı spor için şunları söyler:

 

Kâlbin ömür boyunca atacağı sayısı bellidir, hepsi bu işte.. Eksersizle bu sayıyı yeme!.

 

Her-şey zamanla eskir. Kâlbini hızlandırmak hayâtını uzatmıyor. Bu, ‘arabayı hızlı kullanınca ömrü de uzar’ demek gibi bir şey. Uzun mu yaşamak istiyorsun?, o zaman uyu. İnsanın genetik yapısı 150 sene yaşamak üzere ayarlanmıştır, tıpkı kaplumbağa gibi, biz ise onu spor, beslenme ve stres ile 70-80 seneye indirmişiz.

 

Bir arabayı düşünelim; motorun ömrü 300 bin km. olsun, siz bu km’yi 10 senede de yapabilirsiniz, 20 hatta 30 senede de. İşte spor ve stresle kâlp, damar ve akciğerlerinizi; çok yiyerek de karaciğer, pankreas, mîde ve barsaklarınızı, hem yemekle hem de spor yaparken ortaya çıkan toksik maddelerle de beyninizi tahrip ediyor ve yıpratıyorsunuz. Yoksa Alzheimer ve beyinle ilgili diğer yaşlılık hastalıkları neden ortaya çıksın.  

 

Kadınların uzun yaşadığını ve hattâ bir-çok yerde “dullar apartmanı” var diye espri yapıldığını duyarsınız. Bu genelde kadınlardaki östrojen hormonunun varlığına bağlanılır. Peki hiç düşündünüz mü, anneniz, ablanız ve etraftaki bayanların hangisinin eşofmanları giyip koştuğunu, saatlerce yürüdüğünü, bisiklete bindiğini veya yüzdüğünü. Bu dediklerimi nâdiren görmüş veya hiç görmemişsinizdir. Kadınların erkeklerden neden çok yaşadığının sebebi ortada:

 

1-Spor yapmazlar. Kaplumbağa gibi ev işlerini, yemeği yavaş-yavaş akşama kadar strese düşmeden, para kazanma derdi olmadan yaparlar.

2-“Kahveye gel”, “çaya gel” ile komşuları ile yapılan konuşmalarla stres atarlar.

3-Öğleden sonra hafif kestirirler.

 

Yine kadınların, erkeklerden daha çok yaşamalarının ve erkeklerde enfarktüs yaşının 20’lere kadar inmesinin esas sebebi, erkek çocuğunun 2-3 yaşından başlayarak koşması, oynaması, zıplaması ve yerinde duramaması, sonunda da gününü sokakta geçirmesidir. Kız çocuğu ne yapar?, evde evcilik oynar, oturduğu yerden bebeği solundan alır sağa koyar, uyutur, sağından alır sola koyar yemek yedirir. Böylece birinin damarları, kâlbin hızlı çarparak, akciğer ve adalelere oksijenli kanı yetiştirmek için debisini ve akım hızını yükselterek milyon defâ damar-cidârına basınçlı kanı vurdurarak onu yaralaması ve de çatlatması, sonunda da kolesterôlün gelip çatlağı kapatmak için damar-duvarını sıvaması yâni damar sertliğinin erkelerde çocuk yaşta başlamasıdır.

 

Kâlbin daha az atması ömrü uzatıyor. 20 yıl boyunca 4 bin erkek üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, dinlenmiş bir durumdayken kâlbi, gün içinde attığından 7 kez daha az atan orta-yaşlı birinin 20 yıl içinde hayâtını kaybetme riski yüzde 20 azalıyor. Nabzı “7” ve üzeri atanların ise aynı sürede ölme riski %78 artıyor. Ortalama nabız sayısı 60-80’dir. Yâni, normâl fonksiyonlarınızın dışında kâlbinizin, her fazla atışında ve yaşamak için gerekli olan gıdânın dışında alınan her lokmanın sizi bir adım daha ölüme yaklaştırdığını unutmayın.

 

Arizona Üniversitesi’nden Brian Enquist şöyle diyor: Bir fâreyi elinize aldığınızda kâlbinin ne kadar hızlı attığını görürsünüz. Mâvi balinanın kâlbi ise kilise çanı gibidir (dakikada 7). Uzun aralıklarla ve çok yavaş atar. Ama ikisi de yaklaşık 100 milyon kâlp-atışı sonra ölür. Tabi bunu, kâlbi çok hızlı attığı için fare 2 yılda, balina ise 80 yılda tamamlar. Fillerin de kâlbi yavaş attığından uzun yaşarlar. Yukarda dediğim gibi, spor yaparak kâlbinizi ne kadar çok attırırsanız ömrünüzü o kadar kısaltırsınız.

 

Eskimolar neden fazla yaşarlar?, herkes balık yediklerinden diyecektir. Evet balık da bir etken fakat Eskimolar spor yapmazlar, yâni, buzda koşamazlar, tenis, futbol ve diğer sporları yapamazlar, çünkü düşerlerse bir yerlerini kırarlar.

 

Kaplumbağa’nın hiç koştuğunu gördünüz mü, hep yürür fakat 150 sene yaşar, ya filler niye fazla yaşar?, herhâlde nâdiren koştukları için, köpek, aslan vb. koşan tüm hayvanlar ise kısa yaşarlar”.

 

A. Rasim Küçükusta: “Fazla egzersiz koroner damarlarda kalsiyum birikimini artırıyor. Orta hattan ayrılmayın. Her-şeyde olduğu gibi egzersizde de ifrat ve tefritten kaçının” der. Hele performans sporları çok zararlıdır ve ömrü azaltır. Zâten aşırı efor gerektiren sporlardaki sporcular uzun yaşamıyorlar. rlardı. Zîrâ her nefeste içimize çektiğimiz oksijen aynı-zamanda tahrip edicidir. Spor sırasında solunum aşırı arttığından dolayı fazla alınan oksijen, dokularımızı mahvediyor.

 

İnsanlar koşmak için yaratılmamıştır. Ölüm-kalım durumunda, savaşlarda ve refleks olarak koşmak gerekebilir fakat insan bünyesi aslında koşmaya uygun değildir. Eğer koşmaya uygun olsaydı dört ayaklı olarak yaratılırdı. Çünkü koşmaya en uygun yaratılış tipi, dört ayaklı hayvanlardır. Meselâ Dünyâ’nın en hızlı koşan canlısı dört ayaklı bir hayvan olan “Çita”dır. Ömer Yıldız:

 

“Spor yapma, amaç olmaktan ziyâde, modern zamanların ürettiği sûni bir ihtiyaçtır. Teknolojinin hayâtımıza getirdiği hareketsizliğin bedelidir. Yâni insanlar spor yapmadan da sağlıklı yaşayabilirler” der.

 

Alexis Carrel:

 

“Yalnız kasları değil de, bu kasları beslemekle görevli olan ve bütün vücûda sürekli olarak gayret sarf etme imkânı veren cihazları da kuvvetlendirmek istiyorsak, klâsik sporlardan çok daha değişik egzersizler gereklidir. Bu egzersizler ilkel hayatta günlük ihtiyaçların gerekli kıldığı egzersizlerdir. Üniversitelerde öğretilen ve ihtisas hâline getirilmiş atletizm, insanları gerçekten dayanıklı yapmıyor. Kasları, damarları, kâlbi, ciğerleri, beyni, omuriliği, bir kelime ile bütün organizmayı oluşturan sistemleri aynı-anda harekete geçirmek gereklidir. Engebeli arazide yarış, dağlara tırmanma, güreş, yüzme, ormanda ve tarlada çalışma, aynı-zamanda hava değişikliklerine mâruz kalma ve çetin bir hayat, kasların, iskeletin, organların ve şuurun âhengini temin ederler.

 

Besin bolluğunun ve aşırı sporun psikolojik gelişmeyi önlediği söylenebilir” der.

 

Antik Yunan Olimpiyat Oyunlarında, seremoniler ve yarışmaların tamâmı boyunca devâsa bir ateş yakılırdı. Bu ateş/alev, Yunan tanrısı Zeus’un ateşinin, insanlığın yaratıcısı olduğu fikri savunulan Titan Prometheus tarafından çalınmasını temsil etmektedir. Yapılan hırsızlık spor yarışmalarının sembôlü hâline gelmiştir.  

 

Jimnastik, Yunanca “gummos”tan gelir ki gummos “çıplak” demektir. Çünkü bütün yarışmalar çıplak yapılırdı ve sporcular çıplak olurdu. Bu gün de yarışmacılar yine yarı-çıplak hâldedirler ki bu yarı-çıplaklık da çıplaklıktır.  

 

Müslümanın jimnastiği namaz, perhizi oruçtur. Spor biraz da “kent” (şehir değil) ile alâkalıdır. Zîrâ doğallıktan kopmak, hareketten kopmak anlamına gelir. Bu açık modern kentlerde spor ile karşılanmıştır. Modern kent-merkezlilik ile birlikte insanlar dinden soğuyunca, yapılması gereken “ibâdetten kaynaklanan hareketler” yerine “sportif hareketler”e yönelmişlerdir. Hattâ bilginin bile, spor ile gelişen vücutta daha çok gelişeceği ve fazlalaşacağı zannediliyordu. Abdurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

 

“Klâsik dönemde entellektüel verimlilikte ‘ilerleme’ ile insan vücûdunun geliştirilmesi arasında bir ilişki olduğu kabûl edilmekteydi. Hattâ bu sebeple jimnastik yapmak oldukça önemliydi ve bu anlayışın netîcesi olarak olimpiyatların têsisi gerçekleştirilmiş ve yaygınlık kazanmıştı. Bundan dolayı ‘Gymnasium’ Grek şehir hayâtında oldukça önemli bir yapı husûsiyeti taşımaktaydı”.

 

Spor demek, “fanatiklik” ve “hırs” demektir. Fanatikliğe yada hırsa yönelik olmayan bir spor-dalı yoktur. Rakip çoğu-zaman “insan” olarak bile görülmez.

 

Spor, dînin yerine ikâme edilmiş bir zaman öldürme ameliyesidir. Boşaltılan mânevî alanı en yoğun dolduran şey spor olmuştur. Serdar Duman, spor hakkında şunları söyler:

 

“Spor; beden ve rûh sağlığı üzerindeki etkisinden çok, şöhret/para argümanları ve özellikle de kitlelerin manipülasyonu ile gündemimizi işgâl ediyor. En can yakıcı sorunlarda bile sokağa dökemediğimiz on binleri Anadolu’nun herhangi bir ilindeki futbol sahasında her hafta-sonu görebiliyoruz. Kapitâlizm, anlam kaybına uğramış sanat ve sporu dînin yerine ikâme etmeye çalışıyor. Mânevî alandan dîni tamâmen kovmaya gücü yetmediği için deforme olmuş sanat ve spor ile bu alanı işgâl ederek dîni etkisizleştirmeyi hedefliyor”.

 

Spor hurâfeler de içerir. Niceleri “uğurlu gelsin” diye absürd ve manyakça şeyler (totem) yaparlar. Sporda hemen her-şey kutsallaştırılabilir. Formalar, ayakkabılar, kupalar, biletler vs. hattâ stadyumun taşları bile. Bu konuda şöyle bir şey anlatılır:

 

“Galatasaray futbol takımı şampiyon olmuştu. Cim-Bom’lu bir arkadaşımıza hediye almak için Galatasaray Store’daydık. Biraz yorgun, biraz dalgındık. Bir rafın önüne gelince dalgınlığımız şaşkınlığa dönüştü. Karşımızda tuğlalar vardı. Ali Sami Yen Stadı’nın yenilenen Eski Açık Tribünü’nden sökülen tuğlalardı bunlar. Şaşkındık, çünkü   ummadığımız bir kutsallaştırmayla karşılaşmıştık bu modern dükkanda. Biz de Galatasaraylıydık. Ali Sami Yen Stadı’nın tribünlerini biz de defâlarca ziyâret etmiştik. Belki bu tuğlalarda bizim de ayak izlerimiz vardı. Ama o tuğlalarla bir gün Capitol Alışveriş Merkezi’nde, modern dizaynlı Galatasaray Store’da kutsal bir meta olarak karşılaşacağımızı hayâl bile edemezdik. Ama modern dünyânın belki de en popüler kültür fenomeni olan futbol, kendi kutsalını doğurmuştu. Futbolun Kerbela Taşı karşımızdaydı”.

 

Spor aslında çoğunlukla şiddet içerir ama sporda ortaya çıkan şiddete “şiddet” denmez. Spor bir şiddettir ve de bu şiddet, “izin verilen” bir şiddettir. Hattâ spordaki şiddet desteklenir de bâzen. Meselâ futbolda; “çok yerinde bir faûl yaptı” denir. Hâlbuki her faûl bir darbe ile yâni şiddet ile olur. Boks ise bir spor bile değildir. O bir kavgadır; “anlaşmalı kavga”. İslâm’da kişinin yüzüne vurulması yasaktır. Zîrâ “kişinin yüzü, kişinin kendisidir” ve kişiyi en çok da, kendisini ifâde eden yüzüne vurulması aşağılar ve yaralar.

 

Spor, “taraftar”ı olan zararlı bir etkinliktir ve taraftar olup da küfür etmeyen yada küfür duymayan kimse yoktur. Hattâ bâzen taraftar olmak demek, en azından “bıçakla dolaşmak” demektir. Spor nedeniyle yapılan sloganlar-bağrışmalar normâl sayılır ve takımın biri bir maç yapıyor olsa, onun taraftarları komşularını rahatsız edecek şekilde gürültü yaparlar ve bunun çok normâl olduğunu düşünürler. Takımın gâlibiyetinde, gecenin yarısında arabalara atlayıp da kornalara basa-basa, bağıra-bağıra gürültü yapmayı hak görürler. Küçük çocukları olanları, erken saatte okula-işe gidenleri rahatsız etme hakları vardır sanki .

 

Spor-dallarından bir-kaçı için iyi şeyler söylenebilir. Fakat bunlar da spor olarak ifâdelendirilmek zorunda değildir. Bunlar, “yarış” şeklinde yapılmayan; meselâ “ata binmek”, “ok atmak”, “yüzmek”, “bilardo” vs. gibi. Bu etkinlikler hem fizîki hem de ruhsal açıdan olumludurlar. Fakat bu alanlarla ilgilenmek için de maddî durumun “iyi” olması gerekir. Asgarî ücretlinin çocuğunun bunlarla ilgilenmesi kolay değildir.

 

Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı olayı şöyle anlatır:

 

“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: “İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?”. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı “hayır” dercesine sallayarak yanıtladım”.

 

İslâm medeniyetinde spor yoktur ve onun yerine meselâ “av” vardır. Helenizmin olimpiyatları, atletizm ağırlıklı sporları yerine, temelinde bir askerî tatbikat olan; av, güreş, ata binme, ok atma gibi etkinlikleri vardır. 

 

“Hasta olmak istiyorsanız spor yapın” denir. Hele ki uygun olmayan halı-sahalarda futbol nedeniyle yaşanan ölümler.. Bir yazıda futbol hakkında şunlar söylenir:

 

“Futbol geçmişte faşistler tarafından kullanıldığı gibi, şimdi de kapitâlistlerin bir sömürü aracıdır. Bu çerçevede futbolun bugünkü genel çerçevesine baktığımızda, tamâmıyla çok-yönlü bir üretim ve tüketim organizasyonu olduğunu görürüz. Bu da futbolu spor olmaktan çıkaran en büyük etkendir.

 

Hâkim ideolojilerin “kitleleri uyutma aracı” olarak kullandığı popüler kültürün en çok kullanılan araçlarından biri hâline gelen futbolun bu derece yayılmasının altında yatan farklı bir faktör de, futbolun basit bir oyun aracı olması ve psikiyatristlerin de tespit ettiği gibi insanlara âidiyet kazandırmasıdır diyebiliriz. Özellikle ezilmiş kitlelerin bir-araya gelerek “kendilerini bulma” organizasyonu olan futbolun bugün en dindar kesimlerde bile hastalık derecesine gelmesini bu ezilmişlikle ifâde etmek mümkün görünmektedir”.

 

Bülent Akyürek spor konusunda şunları söyler:

 

“Atasözlerimiz malûm: “Hızlı koşan çabuk yorulur. Acele eden ecele gider”. Peki niçin modern dünyâda uzun yaşamak, sağlıklı yaşamak konuları tartışılınca konu hep spora geliyor?. Rabbimiz, insanlara ömür olarak sayılı kâlp atışı ve nefes vermiştir. Spor yaparak onları hızla tüketirsiniz, vâdeniz kısalır.

 

Spor bir endüstri. Biz yıllardır insanları ölümle korkutup namaza başlatamadık ama kapitâlizm, bizi ölümle korkutup bir sürü spor malzemesi pazarlıyor. Hareket hâlindeki insan öleceğine inanamıyor. Çünkü hızı kendine silah edinmiş şeytanla kol-koladır o an. Dikkat edin; artık insanlar parkur bulmadan, ayakkabı, eşofman almadan koşmuyor. Bir üniforma ve têsis olmadan spor yapmıyoruz. Bahçesindeki armut ağacının dalına tutunup pazu yapan adam kalmadı, çünkü ona âlet-edavat satıyorlar.

 

“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün Hitler’e âit olduğu biliniyor. Bu söz, kurtuluşu îmanda değil akrobaside, kaslarda arayan çeşitli lîderler tarafından da zaman-zaman kullanıldı. Sağlam kafa çürük vücutta bulunur. Çünkü insan, bedeninin para etmeyeceğini anladığı zaman kafasını çalıştırır. Kafa, yani beyin; vücudumuzdaki şekerle, gıdayla, kanla beslenir. Onu sömürür. Kafa çalıştıkça vücut hastalanır, zayıf düşer. Öyleyse tekrar sağlamamızı yapıp sloganımızı tekrarlayalım: “Sağlam kafa çürük vücutta bulunur”.

 

Profesyonel spor, günlük sayılı koşular, ritmik hareketler ibâdetlerini yapmayan, namaz kılmayan insanların bilinçsizce gerçekleştirdiği sevâbı olmayan gereksiz hareketler silsilesidir. Sabahın köründe iki kilometre koşunca uzun yaşayacağını sanan insanlarımıza yazık. Spor kâlbi yorar, metabolizmayı gereğinden fazla ve kısa sürede çalıştırır, ölüme götürür”.

 

“Ben İspanya’yı 3-F ile yönettim” sözü Franco’ya âittir. İspanya Kralı Franco’nun “3-F” formülü ile iktidârını uzun yıllar koruduğu söylenir. Nedir “3-F”?. “Fado-Fiesta-Futbol”. Yâni “müzik, tâtil-eğlence ve spor. Evet; bunlar kitlelerin afyonudur. Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?”. Bu taktik, sâdece Franco’nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât-öncesi Yunan idâreleri zamânında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Olimpiyat oyunları da halkı oyalamak için yapılan “oyun”lardı. Bu oyun hâlen sürüyor ve kitleleri oyalamaya devâm ediyor. 

 
Portekiz Kralı Salazar’ın da “3-F”si var. “Futbol olmasaydı ben Portekiz’i bu kadar uzun yönetemezdim” sözü de Salazar’a âit. Salazar, yüz bin kişilik beşik yapılmasını istemiş ve sonuçta bugün Barcelona futbol takımının maçlarını oynadığı Barnebau Stadı yapılmıştır.
 
Nedir Salazar’ın “3-F”si?. “Femini-Fiesta-Futbol” Terimlerin tanımlarına bakıldığında;
 
Fado; ucuz tüketilen müzik (pop, arabesk, vb).
Fiesta; şenlik veya eğlence.
Futbol; ayakla oynanan top oyunu.
Femini; kadın.
 
Bu sihirli “3-F” formülleri ile Franco “otuz yıl”, Salazar ise “kırk yıl” iktidarda kalmıştır.
 

Modern insan ölmekten çok korkar. İnsanlardan bir-çoğu bedenen yok olmaktan çok korkar. Bu yüzden de çeşitli dünyevî şeylere sarılır ki ölümü unutabilsin. İşte bunların en başlında da spor gelir. Spor -güyâ- bedeni sağlamlaştırdığı için, ölüm sportif bedene uzak olmuş olur. Spor, müzik ve eğlence gibi şeyler insanları uyuşturarak onları bir süreliğine de olsa ölümü düşünmekten ve bu nedenle acı çekmekten -sözde- kurtarmış olur. 

 

Spor, insanların bilinçlenip de devlete ve sisteme karşı olmasını önlemek için gazlarını alarak pasifleştiren bir etkinliktir. Bu uygulamanın temeli Yunan’a ve Roma’ya kadar gidip dayanır. Roma İmparatorluğu döneminde, çalışmayan kitlelerin anarşiye kaymamaları ve yönetime karşı hak arama mücâdelelerine girmemeleri için senenin belli dönemlerinde at yarışları ve gladyatör dövüşleri düzenleniyordu. Ayrıca şehirde yaşayan herkese belli miktarlarda mısır unu ve zeytinyağı gibi temel gıdâ yardımları yapılıyordu. Böylece kitleler yiyip-içip sporla eğlenerek bir sorun çıkarmadan yaşayıp gidiyorlardı. Zîrâ spor, onların tüm dikkatlerini ve enerjilerini tüketiyordu. 

 

Spor Yunan kaynaklıdır. Batı’da ortaya çıkan modernizm ise Yunan’a dayanır. Batı, Greko-Romen bir uygarlıktır. Zihniyeti Greko-Romen bir zihniyettir. Spora olan meyli de buradan gelir. Futbol ise, işte bu zihniyetin ortaya çıkardığı bir etkinliktir. Futbol, batı insanına has, batı’lı insanın zihniyetine, sosyâl, kültürel, düşünsel, dinsel, fizîkî özelliklerine uygundur. Genelde spor, özelde ise Futbol batı’lı insan çok uygundur, o yüzden onlar ortaya çıkarmıştır. Spor ve futbol doğu’lu, müslüman ve Türk insanı için çok uygun değildir ve bu nedenle de sporda ve futbolda çok da başarılı olamamaktadır. Zîrâ doğu’lunun zihniyetine, sosyâl, kültürel, düşünsel, dinsel, fizîkî özelliklerine uygun değildir. Bu nedenle de pek da başarılı olamamaktadırlar. Komünist devletlerin (Rusya Çin) başarıları, sosyâlist-komünist zorlamayla olan bir sonuçtur. Genelde sporda özelde ise futbolda doğu’lu müslüman ve Türklerin yeterince başarılı olamaması, sporun ve futbolun kendilerine çok da uygun bir etkinlik olmamasıdır. Sporda ve futbolda başarılı olmak için batı’lı gibi olmak ve batı’lılaşması gerekir. Türkler lâik-seküler ve “muâsır medeniyet seviyesine çıkmak” sevdâsıyla bir miktar da olsa batı’lı zihniyete dönüp de batı’lılaşınca, biraz başarı kazanmışlardır ve futbolda Dünya 3.sü olabilmişlerdir. Fakat olup-olacağı işte bu kadardır. Ne kadar zorlasanız da daha fazlası olmaz. 

 

Yunanda ortaya çıkan spor, aslında askeri bir nedenden kaynaklanıyordu. Zâten maraton koşusu da bir savaş sonunda ortaya çıkmıştı. Bu konuda bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Yunan dünyâsında polislerin (kentlerin) ilişkileri, barıştan çok savaş üzerine kuruluydu. Bu nedenle askerî bir birim olan polis-kent, yurttaşlarını birer asker olarak yetiştiriyordu. Yunanlıların çok önem verdikleri spor etkinlikleri bile, askerî amaçlara yönelik bir biçimde yapılıyordu. İ.Ö. 650 dolaylarında askerlik taktiklerindeki önemli bir değişiklik, yâni falanj (Falanj, birleşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlemesine sekiz sıradan oluşturulan ve omuz-omuza savaşan askerlerden kurulu piyâde düzenidir) düzeninin bulunması, kent-içi disiplin ve dayanışma duygusunu güçlendirici bir etki yaptı”.

 

Abdurrahman Dilipak spor hakkında şunları söyler:

 

“Spor aslında biyolojide ‘bitkilerin yada bir hücreli hayvanların çok özelleşmiş olan ve yaşamın sürekliliğini sağlayan üreme yeteneğindeki hücrelere verilen ad’ idi. Aslında ‘sporla üreyen bitkiler’, bitkilerin en ilkel bölümünü oluştururlar.

 

Batı ‘cultur’una göre, ‘insanın doğal yaşam biçimini/forumu’nu korumak için spor yapması gerekiyordu. Salazar’ın ‘siesta, fiesta, futbol’ dediği bu iş ‘en kârlı bir yatırım alanı’ mı, yoksa birilerini kolay provoke edilebilecek bir ‘holiganlar ordusu’ kurma hayâli midir?”.

 

Siyon protokôllerinin 7. maddesinde şöyle denir: “Kalabalıkların gözünü avama (sıradan halka) mahsus eğlencelere, oyunlara, ölçüsüz spor mücâdelelerine bağlamalı”.

 

Yılda 1 milyona yakın ölümün spordan kaynaklandığı tahmin edilir. Dünyâ’daki futbol maçlarında ölenlerin bir istatistiği şöyledir:

 

9            Mart                 1948     : İngiltere Bolton’da 33 kişi öldü, 500 kişi yaralandı.

24           Mayıs               1964     : Lima’daki olaylarda 300 kişi öldü, 500 kişi de yaralandı.                     

17           Eylül                1967     : Türkiye’nin Kayseri şehrinde oynanan maçta olaylar çıktı. 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı.        

23           Hazîran             1968     : Buenos Aires’te çıkış tünelinde yaşanan izdihamda 74 kişi ezilerek öldü.                     

25           Hazîran             1969     : Türkiye’nin Kırıkkale şehrinde 10 ölü 102 yaralı.                       

25           Aralık               1969     : Kongo’nun Bukavu şehrinde 27 kişi öldü.                   

2            Ocak                1971     : Glasgow’da fazla seyirci sebebiyle tribünler çöktü ve 66 kişi öldü.      

17           Şubat               1974     : Kâhire’de 49 kişi öldü.           

8            Şubat               1981     : Atina’da 19 kişi öldü. 

20           Ekim                1982     : Moskova’da oynanan bir maçta dışarı çıkmak isteyenler ile içeri girmek isteyenlerin çarpışmasında 340 kişi ezilerek öldü.    

11           Mayıs               1985     : İngiltere Bradford’ta oynanan maçta yangın çıktı, 55 kişi öldü.            

29           Mayıs               1985     : Brüksel’deki Heysel stadında olaylar çıktı ve 39 kişi öldü.                   

12           Mart                 1988     : Nepal’daki bir maç sırasında yağan doludan kaçmak isteyenler izdihama sebep oldu ve 93 kişi öldü, yüzlerce insan yaralandı.          

15           Nîsan               1989     : İngiltere’nin Sheffield şehrinde oynanan maçta olaylar çıktı ve 95 kişi öldü. Yaralı sayısı ise 200.             

13           Ocak                1991     : Güney Afrika’nın Orkney şehrinde 40 kişi öldü, elli kişi yaralandı         

6            Hazîran             1991     : Şili’nin Santiago şehrinde 10 ölü, 135 yaralı.               

5            Mayıs               1992     : Korsika-Fransa maçında 17 kişi öldü, ikibin kişi yaralandı.      

16           Hazîran             1996     : Zambia’da Sudan’a kazanılan gâlibiyeti kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.                    

16           Ekim                1996     : Guatemala ile Kosta Rika arasında oynanan millî maçta izdiham yaşandı. 83 kişi öldü yüzlerce kişi yaralandı. 

 

Ali Şeriati:

 

“Tribünlerden gelen sesler, savaşan mazlumların sesini kısıyor ve bu sesi bastırıyorsa, futbol afyondur” der.

 

Spor özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra yoğunlaşmış ve bir hayat-tarzı hâline getirilmiştir.

 

Spor, izlenen karşılaşma bitene kadar “idrâkin ertelenmesi”dir.

 

Spor, (egzersiz değil) ölümden çok korkanların sığınağıdır. Spor -görece- insanları fit tutup genç gösterdiği için, böylece ölümden uzak olunduğu sûnî düşüncesi açığa çıkıyor ve bir tatmin sağlıyor. Oysa kişinin yüzü yaşını gösterdiği gibi, bedeni de belli bir yaştan sonra “yavaşla” der.

 

Spor dünyevî bir şeydir ve spor yapmanın âhirette karşılılığı yoktur.

 

Spor klüpleri, “yerel tanrılar”dır. Baş-tanrı ise “spor”dur.

 

Spor Evrim Teorisi’ne göre işler. Sporda güçlü olan ayakta kalır ve maçı kazanır.

 

Görüldüğü gibi spor ve onun ana görünümü olan futbol, şeytanın tağutlara fısıldadığı ve onların da taşeronları vâsıtasıyla gündemden düşürmediği bir pisliktir.

 

İnsanlar çoluk-çocuklarına, ana-babalarına etmedikleri duâyı, tuttukları takımlarının kazanması için stadyumlarda ediyorlar.

 

Spor demek “genç” demektir. Gençler oynar, gençler izler. Modern-seküler-lâik ideoloji bu nedenle ikisini bir-araya getirmiş ve “gençlik ve spor bayramı”nı ortaya çıkarmıştır. Gençlik ve spor bir-aya geldiğinde bayram(!) olur; nefsin bayramı. Zîrâ en çok kışkırdığı alanlardan biri de spordur. O hâlde gençlik ve spor bir-araya geldiğinde nefs bayram eder.

 

Aşırı ve ağır spor testosteronu azaltıyor ve kısırlık yapıyor. Spora çok fazla alıştırılan gençlerin kısırlık ve doğum sorunu yaşamalarının bir nedeni de budur.

 

Spor, insanların ama özellikle enerji dolu gençlerin tüm enerjilerini sömürür. Artık başka bir şey yapacak hâlleri kalmaz. Böylece insanlar sâdece bedenlerini geliştirmeye alıştırılırlar. Bedenlerini aşırı geliştirenlerin ruhları bomboş kalır ve zamanla mankurtlaşırlar.

 

Spor yapanların çoğu a-sosyâl kişilerdir. Zîrâ spor, insanın tüm enerjisini aldığından dolayı, kişide başka bir faaliyete katılacak derman kalmamaktadır. Çocukların ve gençlerin spor yapmasına gerek yok. Çünkü metabolizmaları zâten hızlı çalışıyor, onu daha da hızlandırmanın bir anlamı yok ve daha hızlı olunca yâni normâli aşınca mutlakâ bir soruna neden olacaktır. Zâten çocuklar ve gençler normâlde çok hareketlidir. Yeter ki onları bilgisayar ve sosyâl medyanın karşısından kurtaralım. Yaşlıların da kısa yürüyüşler yapmaktan başka spora ihtiyaçları yoktur. Yaşlıların metabolizması yavaş-yavaş düşer ki normâl ve doğal olanı budur. Bu durum onları bir-çok hastalıktan korur aslında. Spor yaparak doğal olarak yavaşlayan metabolizmayı yükseltmek niçin iyi ve doğru olsun ki?. Bu, modernitenin bir kandırmacasıdır. İnsanlar yaşlandıkça iyi ve doğru olarak metabolizması yavaşlar. Spor ise bunu hızlandırır ve böylece dokulara ve organlara gereğinden fazla yük biner. Bu da o organların ve dokuların fazla çalışarak çabucak tükenmesine neden olur. Bu nedenle yaşlıların kısa yürüyüşler ve egzersizler yapmak dışında spor ile metabolizmalarını hızlandırmalarının bir anlamı ve gereği yoktur. Yanlıştır da. Zîrâ hızlandırınca bâzı sorunlar ve hastalıklar çıkar. Bir şeyin hızlı olması ille de iyi değildir. Nice ağır spor yapan belli yaşın üstündeki insanları görüyoruz ki, ya spor yaralanmalarına ve sakatlanmalarına mâruz kalıyorlar yada metabolizmayı aşırı hızlandırmakla hastalıklara yakalanıyorlar.

 

Kapitâlizm, spordaki felsefeyi çok sever ve destekler. Sporda en önde ve önce geleni ve hemen ardından ikinci ve üçüncü geleni ödüllendirirken ve meşhûrlaştırırken, sonrakileri görmezden gelir ve önemsizleştirir. Hâlbuki onlar da kendi rekorlarını kırmış olabilirler. Spor, kapitâlist-Allahsız hayâtın amacını ve nasıllığını gösteren Allahsız ve şerefsiz bir göstergedir.

 

Spor ilkelliktir, ilkel bir etkinliktir. Sporcuların çoğu vahşî, sert ve hayvânî olmadıkça başarı da kazanamaz, beğeni de kazanamaz. Bâzı sporlarda (boks gibi) sporculardan akan kandan etkilenmek vardır ki bu apaçık bir ilkelliktir. Sporda adale gücü öne çıkar. İlkellikte adale-kas gücü çok etkili bir şeydir. Adaleleri güçlü olan sporcu öne çıkar ve ilgi çeker. Spor, kontrôllü ve sınırlı bir savaş şeklidir.  

 

Peygamberimiz, ata binme, yüzme ve ok atmayı tavsiye etse ve “çocuklarınıza öğretin” dese de, bunlar spor olarak değil, hayâtın bir gereği olarak yapılan şeylerdi. Bunları erkeklerin neredeyse hepsi, kadınların da bir-kısmı bilirlerdi. Bu nedenle Peygamberimizin bu tavsiyeleri spor amaçlı bir tavsiye değildir.

 

Evet; spor, kötü bir alışkanlıktır ve zararlıdır. Öldürür..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2016

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder