“Îman edip
güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler;
şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar
mahzun olmayacaklardır” (Bakara
277).
Kur’ân boyunca nerede îmandan bahsediliyorsa, orada
îmandan hemen sonra amel ve eylemden de bahsedilir. “Eyleme dönük olmayan îman
âyeti yoktur” desek yeridir. O hâlde îman demek, amel-eylem demektir. Bu; “îman
sâdece söz ile olmaz” demektir. Kur’ân bunu çeşitli âyetlerinde anlatır zâten:
“İnsanlar, (sâdece)
‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). Âyet; “bedeli ödenmemiş olan îman, îman
değildir” demeye getirir.
Îman, amelin-eylemin önsözüdür, bir ön hazırlığıdır,
başlangıç noktasıdır. Îman tek-başına sâdece söz olarak eyleme-amele dökülüp de
ispatlanmadığında içi çok da dolu olan bir kavram değildir. Sâdece söz (laf)
ile “îman ettim” demekle “îman etmedim” demek arasında ne fark vardır ki?.
Meselâ birisi oturup duruyorken kendisine iki kez üst-üste “îman ediyor musun”
yada “inanıyor musun” diye sorulsa; adam oturduğu yerden hiç kımıldamadan, ilk
sorulduğunda “inanıyorum”; ikinci sorulduğunda ise “inanmıyorum” dese ne fark
eder?. İnanıyor musun?, İnanıyorum; inanıyor musun?, inanmıyorum.. Küçük bir
ses değişimi var sâdece: İnan(m)ıyorum. Fakat “namaz kılıyor musun, oruç
tutuyor musun, zekat-infâk veriyor musun, fâiz alıyor musun, zinâ yapıyor musun?”
soruları öyle değildir. Bunlar pratiğin sorularıdır. Îmânın dışa-vurumunun
bir sorgulanmasıdır. O hâlde îman, “oturulup durulan yerde, olup-olmadığı bilin(e)meyecek
olan”dır. İsterse karşıdaki kişi çok veciz ifâdelerle îmandan bahsediyor olsun
yine de fark etmez. Îmânın bilgisi îman değildir çünkü. Kişinin îman ettiğini
söylemesi değildir önemli olan, ne yapıp-yapmadığıdır.
Îman, kişiyi yerinden hiç kımıldamadan hareketsiz
oturtmaz. Îman “âhirete-gayba îmandır” zîrâ. Bir sorumluluk yükler kişiye. Îman,
“seviyor-sevmiyor” der gibi “inanıyor-inanmıyor” demekle belli olmaz. Azim-gayret-kararlılık
vs. ile olur. Esas îman “âhirete îmandır” ve inanç, îman değildir. O hâlde îmânın
bir bedeli vardır ve îman “bedeli olan”dır. Bedeli olmayan şeye îman değil, “inanç”
denebilir.
Yine îman, “mantıklı olanın kabûlü” değildir.
Öldükten sonra dirilmenin neresi mantıklı ki?. Gabya inanmanın neresi mantıklı?.
Malından-canından vazgeçmenin neresi mantıklı?. Îman mantıkla alâkalı değildir.
Mantıkla alâkalı olan inançtır. Îman, kâlp ile alâkalıdır. Kâlbin mutmain
olmasıyla. O itminânın amele-eyleme sevk-etmesiyle. Şimdi modern insan; “gayba îmân”ı
düşünüyor, fakat mantıklı bulmuyor. Akla uygun görmüyor. Hele ki modern akla
hiç uygun görmüyor. Bu nedenle îman, aklına yatmakla değil, ameli-eylemi kabûl
etmekle alâkalıdır. Kabûl etmek harekete geçiricidir. Aklına yattığı hâlde îmâna
ters işler yapanlar, halkın büyük çoğunluğudur. O hâlde îman, “îmânın gereğini kabûl
etmek”tir ve halkın bunu kabûl etmesini sağlamak için kişisel tebliğden çok,
siyâsi tebliğler ve kânunlar gereklidir. Böyle yapmak, kişileri zorlamak
anlamına gelmez. “Kişilerle İslâm arasındaki engellerin kaldırılması için zorlanması”
demektir bu. O engelleri zorla kaldırabilirsiniz. Bu konuda bi-ince zorbalık da
yapabilirsiniz. Artık kişi îmanla karşı-karşıya kalsın da tercihini yapsın diye.
Fetihlerin amacı biraz da bunun içindir.
Günahı engellemenin suç olduğu toplumlarda bu
yapılamaz tabi. Tam tersine, böyle toplumlarda günahı engelleyene kesilir cezâ.
İnsanlar da nefse uygun olarak buna karşı çık(a)mazlar.
Îman, risk almayı da berâberinde getirir ve îmânın
göstergesi görece risk almaktır. O riski alamayanın îmânından değil, inancından
bahsedilebilir ancak. Îmânın bedellerinden biri de gabya-âhirete îman
karşısında emirleri harfiyen yerine getirmek için canla-başla çalışmaktır çünkü.
Öyle ki kimi zaman tüm hayat vakfedilir ve adanabilir bu uğurda. Malları elden
çıkarmak ve en nihâyetinde canını ortaya koymak gerekebilir. Îman, Allah’ın
emirlerini yâni vahyi dinledikten sonra o emirleri Peygamberin uygulama
metoduna göre uygulamaktır:
“Hayır, Rabbin’e andolsun
ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin
hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir teslîmiyetle râzı olmadıkça îman
etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
“Ben,
cinleri ve insanları sâdece bana ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 56) der Allah. “Îman etsinler diye” değil,
“ibâdet etsinler diye yarattım” diyor. Bir ibâdet yâni bir hareket-amel görmek
istiyor. Bu ameli gördükten sonra “îman ettim” sözünü-sesini duymasa ne olur?. Nice
sağır ve dilsizler var ki, bu sözü içlerinde feryatlarla dile getirseler de
dışarıya duyuramazlar. Şimdi “bu kişilerin îmânı yoktur” mu diyeceğiz?. Var
olup-olmadığını nasıl anlayacağız?. Yapıp-ettiklerine bakarak tabî ki.
Seyyid Kutub:
“İbâdet, inancın davranışlara yansımasıdır.
İnanç sağlam olmayınca ibâdet de sahih olmaz” der.
Abdullah bin Mesud; “Resûlullah aramızda iken bizim
için gelen âyetleri yaşamak kolay, hıfzetmesi ise zordu, Resûlullah aramızdan
ayrıldıktan sonra öyle nesiller türedi ki Kur’ân’ı hıfzetmek onlar için kolay,
yaşamak ise zor oldu” der.
Îmânın bir bedeli de, Velâ ve Berâdır. Böyle başlar
mücâdele. Yakup Döğer:
“Kur’ân meâli ve tefsir çalışması yapanların ilk gündemine gelecek olan
Velâ ve Berâ’dır. Çünkü Mekke’de müslüman olanların ilk dersi “Lâ İlâhe
İllallah” yâni Velâ ve Berâ idi. Allah’a olabildiğince yaklaşmak, yaklaşmak
için vesîleler aramak, söyledikleri sözün, okudukları Kitab’ın bedeli neyse
ödemekti. Olabildiğince de, küfürden uzaklaşmak, hiç-bir bağ bırakmadan kopmak,
bunun karşılığında var olan her-şeylerini tehlikeye atmak, ticâretlerinden,
işlerinden, akrabalarından, evlerinden, mallarından ve canlarından vazgeçmek,
müslüman olmanın bedeliydi” der.
Îman ilk başta sözdür fakat amele-harekete ileten bir
söz. İslâm zâten bir îman-amel dînidir. İslâm’da söz ile eylem birlikte
olmalıdır. Bünyamin Zeran:
“Unutmayalım ki Mekke oligarşisinin silahı, parası, adamları ve
uluslararası dengeleri vardı. Muhammed’in ise elinde yalnızca Rabbinden aldığı
sözler vardı. Bütün güç dengelerinin Mekke oligarşisinin yanında olduğu bir
zamanda kimse Muhammed’e şans tanımıyordu. Ama Allah Muhammed ile birlikteydi
ve güç yirmi üç sene gibi bir zamanda tam tersine dönmüştü. Çünkü söz ile
eylem birlikte ve birbirinden kopmaz bir şekilde ilerliyordu. Çünkü nebi
kendi hayâtı ile ashâbının hayâtını vahiyle inşâ ediyor ve yaşama değer
katıyordu. Sözlerinin şâhidi idiler ve târih sahnesine çıktıkları andan
îtibâren iddia sâhipleriydiler. Resûl bize bu işin nasıl yapılacağını gösterdi,
‘biz bilmiyoruz’ diyemeyiz” der.
Peygamber bir Mekke müşrikine; “gel Allah’ın
birliğine ve benim O’nun resûlü olduğuma îman et” dediğinde: Müşrik; “Sen
bana diyorsun ki, zamânımızın süper gücü Bizans’a karşı savaş!. Bu çok zor,
kabûl edemem” cevâbını almıştır. Müşrik o dâvetin ne demek olduğunu ânında
anlamıştır. Îman etmenin ne demek olduğunu ânında anlamış ve îmânın ağır bir
bedeli olduğunu hemen fark etmiştir ve “Ben Bizans’a karşı savaşamam” demiştir.
Peygamber “îman et” diyor, o “Bizans’la savaşamam” diyor. “Îman etmenin
îcâbında Bizans’la savaşmak demek” de olabileceğini hemen idrâk ediyor.
Evet; îmânın bir bedeli vardır ve bu bedel Kur’ân’da
çok net ortaya konmuştur. Bu bedeli göze alanların öncülüğünde kurulacak bir
toplulukla berâber yeni bir dönem başlayacaktır Allah’ın izni ile.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder