“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih
amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç
ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’
kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Bilindiği gibi son 250-300 yıldır İslâm âleminde bir
durgunluk var ve müslümanların batı karşısında yaşadığı durgunluk onun
gerilemesine neden oldu-oluyor. Zâten durgunluk “sâdece durgunluk” değildir.
Durgunluk, durgun olmayı sürdürürse geriler. Yâni durgunluk bir bozulma ve “gerileme
şekli”dir. Zîrâ kâinatta durgun olan hiç-bir şey yoktur. Sürekli bir hareket
vardır ve bu harekette oluşacak bir azalmada yada durmada bozulma
başlayacaktır. O hâlde durmak, “bozulmaya başlamak” demektir. İşte İslâm âlemi
de son 250-300 yıldır durgunluktan ve atâletten kaynaklan bir bozulma hâlindedir
ve şu-ana kadar da yeni-yeniden bir “hareket” düşüncesi yoktur. Dikkat edilirse
“hareket düşüncesi yoktur” dedik. Yoksa atâlet-merkezli etkinlikler
yapılmaktadır. Fakat bu etkinlikler eyleme dönük olmadığından, bir yaraya
merhem olmamaktadır.
Bu 300 yıllık durgunluğu aşmak için zaman-zaman bazı
çâreler denenmiş, kimilerinde özverili çalışmalar yapılmış, belli bir sinerji
ve istikrar da yakalanmıştır ama bu sinerji yeterince etkili olamamıştır. Zîrâ
karşı uygarlık olan batı, 300 yıl önce nefse dönmüştür ve nefs-merkezli düşünüp
eylemeye başlamıştır. Eyleminin etkisinin bu kadar güçlü olması, nefs-merkezli
düşüncenin-eylemin üstünlüğünden değil, “nefsin arzularının doyurulması”
merkezli olduğundandır. İnsan nefse sâhip bir varlıktır ve ölene kadar
tükenmeyecek arzuları vardır. İşte; düşünce, eylem ve ürünler bu arzular yâni
nefs-merkezli olunca, tüm dünyâ-insanları tarafından karşı çıkılmayan bir
dünyâ-şekli ortaya çıkmıştır ve bu süreç hâlâ da devâm etmektedir.
Her türlü nefs-merkezli üretim-tüketimin verdiği
hazla insanlar görece mutluymuş gibi gözükse de, artık bu gidişâtın sonundan
endişe edilmekte, bir kırılışın başladığı görülmekte ve zâten bu kadar tüketime,
kapasitesi sınırlı olan Dünyâ da karşılık verememektedir ve denge özellikle
mazlumdan yana bozulmaktadır. Bu nedenle de o hazlara ve arzulara Dünyâ’daki
sâdece bâzı ülkeler ve vatandaşları kavuşabilmekte, diğer dünyâ-ülkeleri ve vatandaşları
ise, yerine göre aç-susuz-sefil bir hayat yaşamaktadır. Bir de insan çift
boyutlu bir varlık olduğundan yâni hem beden hem de rûha sâhip bir varlık
olduğundan dolayı ve yok edilemeyecek bir vicdânı olduğundan, bu durumdan
rahatsızlık duymakta ve bu gidişâta bir “dur” demek gerektiğinin bilincine
varmaktadır.
Bu durumdan en çok da; o bilince sâhip ve böyle bir
dünyâ-hayâtına karşı çıkan bir Kitab’a sâhip olan müslümanlar rahatsızdır. Bu
rahatsızlık onlara yeni çâreler aratmaktadır. Burada “ne yapmalı” sorusuna
cevap aramayacağız. Zîrâ ne yapmalı sorusundan gınâ geldi ve “ne yapmalı”
sorusu ve buna cevap arayışları, harekete geçmenin önünde bir engel olmaya
başladı. “Ne yapmalı” sorusu abes bir sorudur, zîrâ bizim elimizde hem Dünyâ’yı
bin yıl boyunca aydınlatmış bir Kitap var, hem de âlemlere rahmet bir Peygamber
örnekliğimiz var. Ne yapmalı sorusunu sormak bu durumda yersizdir ve ne
yapılması gerektiği zâten çok bellidir. Yapılacak şeyi değil, ihtiyâcımız olan
şeyi arıyoruz. Bu yazı; asr-ı saadet süreci merkezli bir, “neye ihtiyâcımız var”
arayışıdır. Bizim “harekete geçmek” için ihtiyâcımız olan şeyler nedir, onu
belirlemek önemlidir.
İhtiyâcımız olan şeyler şunlardır:
Dünyâ’nın kötü hâlinden huzursuz olan insanlara
ihtiyâcımız var. Eleştirel bir bilince ihtiyâcımız var. Îtirâz eden bir zihne.
İsyân eden bir şahsiyete ve topluma ihtiyâcımız var. Zamânın çirkefliklerini
çok net görebilen, bu durumdan çok fazla rahatsız olan insanlara ihtiyâcımız
var. Bu görüşü sağlayabilmek için Dünyâ’nın ve müslümanların genel kötü
durumunu ortaya çıkaracak olan yazılara-kitaplara-konuşmalara-çalışmalara-anlatımlara
ihtiyâcımız var. Bilgiye ulaşarak bilinçlenmeye ve bu bilinci olabildiğince çok
yaymaya ihtiyâcımız var. Bu bilinci yayacak olan, bilinç-irâde-ahlâk-ferâgat ve
direnç-sâhibi insanlara ihtiyâcımız var. Bu insanları bir-araya toplamaya
ihtiyâcımız var. Bunun için Dünyâ’nın ne kadar kötü bir durumda olduğu
bilgisini ve bilincini paylaşmaya ihtiyâcımız var.
“Tamamlanmış bir İslâm’i hareket plânı”nın olamayacağını
düşünüyoruz. Yâni ilk baştan tam olarak hazırlanmış bir İslâm’i hareket plânı
ol(a)maz. Teorinin karşılığı pratikte tam olarak görülmez çünkü. O nedenle
“kervan biraz da yolda düzülür” diyerek, ortak bir çalışmayla yapılacak, çok
ayrıntılı olmayan ama bizi yarı-yolda da bırakmayacak olan bir “ilk hareket plânı”na
ihtiyâcımız var.
Bu yola girmiş insanlarla “kardeş” olmaya ihtiyâcımız
var ve bu kardeşliği sıkı tutmaya ihtiyâcımız var. Bunun yolu infâk ve
paylaşmaya dayanır. İnsanları kardeş yapıp sıkı tutabilecek şey, Ensar ve Muhâcir
gibi maddî-mânevi paylaşımlardır. Kişisel çalışmalar yapmaya ve zaman-zaman
bir-araya gelerek bu paylaşımlarda bulunmaya ve hem eksiğimizi tamamlamaya ve
hem de fikir alış-verişi yapmaya ihtiyâcımız var.
Sıkı bir disiplin altında olmak için ibâdetlerimizi
aksatmadan disiplinli bir şekilde yapmaya ve nâfile ibâdetler eklemeye
ihtiyâcımız var. En azından haftada bir gün oruç ve gece namazları çok faydalı
olacaktır. Bir-zaman sonra İslâm’ı net olarak , -burası çok önemli-, “net
olarak ortaya koyan dâvetler” yapılmalıdır. “Neyse o” şeklinde olan İslâm insanlara
eksik ve aşırı yoruma tâbi tutularak değil, tam olarak anlatılmalı ki insanlar
İslâm’ın ne olduğunu görsünler. Bu dâvet, yazı-kitap-dergi-konuşma-konferans ve
kişisel dâvet şeklinde olmalıdır. Bunu yapabilecek sağlam kadrolara ihtiyâcımız
var.
En çok ihtiyâcımız olan şey dirâyetli insanlar olacaktır
elbette. Geri adım atmayacak insanlara ihtiyâcımız var ki bu insanlar herhâlde
en çok “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar” içinden çıkar.
O hâlde zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlara ihtiyâcımız
var. Bir bilgi, bilinç ve eylemle, Allah’ın nîmetini ve yardımını celb-etmeye ihtiyâcımız
var. Bunu şu âyetle formüle edebiliriz:
“Tâlût,
orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan
edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç
alanlar hâriç- onu tatmazsa bendendir. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan)
içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride
kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’
dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice
küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir;
Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara
249). Bir yudumdan, bir avuçtan başka içmeyip de karşı tarafa geçince hâlâ dik
durabilen bir topluluğa ihtiyâcımız var.
İcâbında vatanında-yurdundan, ana-basından, işinden-aşından
ve sevdiklerinden vazgeçerek Allah için hicret edebilecek, kendisini Allah’a
adayabilecek insanlara ihtiyâcımız var. Hicret edenleri misâfir edip onlara her
türlü imkânı hazırlayacak ve onlarla kardeş olacak insanlara ihtiyâcımız var.
Sâdık arkadaşlara-dostlara ihtiyâcımız var. Hicret ettiğimiz yerde hayâtımızı
sürdürecek bir çarşı-pazara, görüşmelerimizi yapacak bir câmiye-mescide ihtiyâcımız
var. Çeşitli sûni ve şeytani farklılıkları yok etmeye ihtiyâcımız var. Gittiğimiz
yerdeki insanlarla iyi geçinmeye ve onlarla iş-birliği yapmaya ihtiyâcımız var.
Fakat bu kişilerden gelebilecek olan ihânetlere de hazırlık olmaya ihtiyâcımız
var. Bilgi-bilinç-ibâdet-çalışma-kardeşlik-adâlet ortamına ihtiyâcımız var. Bir
devlete ihtiyâcımız var. Bir medeniyet başlatmaya ihtiyâcımız var.
Fatma Barbarosoğlu:
“Hani anneler der ya; “abisi, kardeşin sana öyle demek istemedi”. İşte
bizim de bizi birbirimize yakın eyleyecek “mütercim”lere ihtiyâcımız var.
Öfke-dilini idrâk-diline, hâl-diline tercüme edecek insana/insanlara
ihtiyâcımız var” der.
Atasoy Müftüoğlu ise:
“Gerçek sorunlar ve gerçek sorular etrâfında yoğunlaşan entelektüel bir
çevreye, kadrolara ihtiyâcımız var” der.
“Savaş,
hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza
gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin
için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216) âyeti gereği, gerektiğinde savaşmayı ve
şehâdeti göze alabilecek olan insanlara ihtiyâcımız var. Savaş için hazırlık
yapmaya ihtiyâcımız var. Bunun için sıkı bir birliğe-berâberliğe ihtiyâcımız
var. Nihâyet savaşmaya ihtiyâcımız var. Evet savaş bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyâcı
karşılamayanlar çeşitli derekelere düşerler. Savaşla birlikte zâfere ihtiyâcımız
var. Bu zaferi elde etmek için, komutanlara, şehitlere ve gâzilere ihtiyâcımız
var. Arkadan gelen iyi yetiştirilmiş bir nesle ihtiyâcımız var. Arkamızda dik
ve diri durabilen kadınlara ihtiyâcımız var. Hattâ zaaflarımızdan kaynaklanan
bozgunlara bile ihtiyâcımız var. Çok çetin durumlarda dik ve diri durabilecek
bir dirâyete ihtiyâcımız var. Anlaşmalara ihtiyâcımız var. Kâlplere girmeye ihtiyâcımız
var. Ne kadar ciddî ve samîmi olduğumuzu göstermeye ihtiyâcımız var. Bunun için
yapılacak çeşitli ferâgatlere ihtiyâcımız var.
Susamış iken suyu nasıl ki arzuyla içiyoruz.. işte şâhâdeti
de öyle arzulayacak şahsiyetlere ihtiyâcımız var. Ölmek ile bir bardak suyu
içmek arasında bir fark görmeyecek insanlara ihtiyâcımız var. Ölmekten
korkmayan insanlara sâhip olmak, zaferin ayak sesleridir. Allah yolunda ölürken;
“işte şimdi kurtuldum” diyecek yiğitlere ihtiyâcımız var.
En sonunda şirkin merkezini fethetmeye ihtiyâcımız
var. Tüm putları kırmaya, putlarımızdan kurtulmaya ihtiyâcımız var. Gaflete
düşmeden hayâtı aynı ciddiyet ve gayretle sürdürmeye ihtiyâcımız var. İslâm’ı
Kur’ân’ı tüm Dünyâ’ya yaymaya ihtiyâcımız var. Fethetmeye gidilen yerdeki, “niye
buralara geldiniz” diyen komutana; “insanları kula-kulluktan kurtarıp Allah kul
yapmaya geldik” diyen erlere ihtiyâcımız var. Sayıca çokluğuna güvenenlerin
tehditleri karşısında; “sizin hayata düşkün askerleriniz kadar bizim ölüme
düşkün askerlerimiz var” diyen şahsiyetlere ihtiyâcımız var. “Her insan ölüm
tadacaktır” bilincine ihtiyâcımız var. Bu bağlamda vefât eden lîderlerimizin
ardında yönetimin hakkını verecek insanlara ihtiyâcımız var ve onlara destek
olmaya ihtiyâcımız var. Bundan sonra da devleti güçlendirip medeniyeti yaymaya ihtiyâcımız
var.
Ne kadar da çok şeye ihtiyâcımız var. Fakat aslında
tek bir şeye ihtiyâcımız var: Tüm bunlar için olmazsa-olmaz olan îmâna ve Allah’ın
yardımına ihtiyâcımız var. Allah’ın zafer garantili yardımı gediğinde de “elhamdulillah”
demeye ihtiyâcımız var. Müslüman olarak yaşamaya ve müslüman olarak ölmeye ihtiyâcımız
var. “Melekler, güzellikle canlarını
aldıklarında: ‘Selam size’ derler. ‘Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete
girin” (Nâhl 32) muştusunu duymaya çok ihtiyâcımız var.
Evet, “insan”a ve “Allah’ın yardımına” ihtiyâcımız
var.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder