23 Haziran 2016 Perşembe

Neye İhtiyâcımız Var



 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

Bilindiği gibi son 250-300 yıldır İslâm âleminde bir durgunluk var ve müslümanların batı karşısında yaşadığı durgunluk onun gerilemesine neden oldu-oluyor. Zâten durgunluk “sâdece durgunluk” değildir. Durgunluk, durgun olmayı sürdürürse geriler. Yâni durgunluk bir bozulma ve “gerileme şekli”dir. Zîrâ kâinatta durgun olan hiç-bir şey yoktur. Sürekli bir hareket vardır ve bu harekette oluşacak bir azalmada yada durmada bozulma başlayacaktır. O hâlde durmak, “bozulmaya başlamak” demektir. İşte İslâm âlemi de son 250-300 yıldır durgunluktan ve atâletten kaynaklan bir bozulma hâlindedir ve şu-ana kadar da yeni-yeniden bir “hareket” düşüncesi yoktur. Dikkat edilirse “hareket düşüncesi yoktur” dedik. Yoksa atâlet-merkezli etkinlikler yapılmaktadır. Fakat bu etkinlikler eyleme dönük olmadığından, bir yaraya merhem olmamaktadır.

Bu 300 yıllık durgunluğu aşmak için zaman-zaman bazı çâreler denenmiş, kimilerinde özverili çalışmalar yapılmış, belli bir sinerji ve istikrar da yakalanmıştır ama bu sinerji yeterince etkili olamamıştır. Zîrâ karşı uygarlık olan batı, 300 yıl önce nefse dönmüştür ve nefs-merkezli düşünüp eylemeye başlamıştır. Eyleminin etkisinin bu kadar güçlü olması, nefs-merkezli düşüncenin-eylemin üstünlüğünden değil, “nefsin arzularının doyurulması” merkezli olduğundandır. İnsan nefse sâhip bir varlıktır ve ölene kadar tükenmeyecek arzuları vardır. İşte; düşünce, eylem ve ürünler bu arzular yâni nefs-merkezli olunca, tüm dünyâ-insanları tarafından karşı çıkılmayan bir dünyâ-şekli ortaya çıkmıştır ve bu süreç hâlâ da devâm etmektedir.

Her türlü nefs-merkezli üretim-tüketimin verdiği hazla insanlar görece mutluymuş gibi gözükse de, artık bu gidişâtın sonundan endişe edilmekte, bir kırılışın başladığı görülmekte ve zâten bu kadar tüketime, kapasitesi sınırlı olan Dünyâ da karşılık verememektedir ve denge özellikle mazlumdan yana bozulmaktadır. Bu nedenle de o hazlara ve arzulara Dünyâ’daki sâdece bâzı ülkeler ve vatandaşları kavuşabilmekte, diğer dünyâ-ülkeleri ve vatandaşları ise, yerine göre aç-susuz-sefil bir hayat yaşamaktadır. Bir de insan çift boyutlu bir varlık olduğundan yâni hem beden hem de rûha sâhip bir varlık olduğundan dolayı ve yok edilemeyecek bir vicdânı olduğundan, bu durumdan rahatsızlık duymakta ve bu gidişâta bir “dur” demek gerektiğinin bilincine varmaktadır.

Bu durumdan en çok da; o bilince sâhip ve böyle bir dünyâ-hayâtına karşı çıkan bir Kitab’a sâhip olan müslümanlar rahatsızdır. Bu rahatsızlık onlara yeni çâreler aratmaktadır. Burada “ne yapmalı” sorusuna cevap aramayacağız. Zîrâ ne yapmalı sorusundan gınâ geldi ve “ne yapmalı” sorusu ve buna cevap arayışları, harekete geçmenin önünde bir engel olmaya başladı. “Ne yapmalı” sorusu abes bir sorudur, zîrâ bizim elimizde hem Dünyâ’yı bin yıl boyunca aydınlatmış bir Kitap var, hem de âlemlere rahmet bir Peygamber örnekliğimiz var. Ne yapmalı sorusunu sormak bu durumda yersizdir ve ne yapılması gerektiği zâten çok bellidir. Yapılacak şeyi değil, ihtiyâcımız olan şeyi arıyoruz. Bu yazı; asr-ı saadet süreci merkezli bir, “neye ihtiyâcımız var” arayışıdır. Bizim “harekete geçmek” için ihtiyâcımız olan şeyler nedir, onu belirlemek önemlidir.

İhtiyâcımız olan şeyler şunlardır:

Dünyâ’nın kötü hâlinden huzursuz olan insanlara ihtiyâcımız var. Eleştirel bir bilince ihtiyâcımız var. Îtirâz eden bir zihne. İsyân eden bir şahsiyete ve topluma ihtiyâcımız var. Zamânın çirkefliklerini çok net görebilen, bu durumdan çok fazla rahatsız olan insanlara ihtiyâcımız var. Bu görüşü sağlayabilmek için Dünyâ’nın ve müslümanların genel kötü durumunu ortaya çıkaracak olan yazılara-kitaplara-konuşmalara-çalışmalara-anlatımlara ihtiyâcımız var. Bilgiye ulaşarak bilinçlenmeye ve bu bilinci olabildiğince çok yaymaya ihtiyâcımız var. Bu bilinci yayacak olan, bilinç-irâde-ahlâk-ferâgat ve direnç-sâhibi insanlara ihtiyâcımız var. Bu insanları bir-araya toplamaya ihtiyâcımız var. Bunun için Dünyâ’nın ne kadar kötü bir durumda olduğu bilgisini ve bilincini paylaşmaya ihtiyâcımız var.

“Tamamlanmış bir İslâm’i hareket plânı”nın olamayacağını düşünüyoruz. Yâni ilk baştan tam olarak hazırlanmış bir İslâm’i hareket plânı ol(a)maz. Teorinin karşılığı pratikte tam olarak görülmez çünkü. O nedenle “kervan biraz da yolda düzülür” diyerek, ortak bir çalışmayla yapılacak, çok ayrıntılı olmayan ama bizi yarı-yolda da bırakmayacak olan bir “ilk hareket plânı”na ihtiyâcımız var.

Bu yola girmiş insanlarla “kardeş” olmaya ihtiyâcımız var ve bu kardeşliği sıkı tutmaya ihtiyâcımız var. Bunun yolu infâk ve paylaşmaya dayanır. İnsanları kardeş yapıp sıkı tutabilecek şey, Ensar ve Muhâcir gibi maddî-mânevi paylaşımlardır. Kişisel çalışmalar yapmaya ve zaman-zaman bir-araya gelerek bu paylaşımlarda bulunmaya ve hem eksiğimizi tamamlamaya ve hem de fikir alış-verişi yapmaya ihtiyâcımız var.

Sıkı bir disiplin altında olmak için ibâdetlerimizi aksatmadan disiplinli bir şekilde yapmaya ve nâfile ibâdetler eklemeye ihtiyâcımız var. En azından haftada bir gün oruç ve gece namazları çok faydalı olacaktır. Bir-zaman sonra İslâm’ı net olarak , -burası çok önemli-, “net olarak ortaya koyan dâvetler” yapılmalıdır. “Neyse o” şeklinde olan İslâm insanlara eksik ve aşırı yoruma tâbi tutularak değil, tam olarak anlatılmalı ki insanlar İslâm’ın ne olduğunu görsünler. Bu dâvet, yazı-kitap-dergi-konuşma-konferans ve kişisel dâvet şeklinde olmalıdır. Bunu yapabilecek sağlam kadrolara ihtiyâcımız var.

En çok ihtiyâcımız olan şey dirâyetli insanlar olacaktır elbette. Geri adım atmayacak insanlara ihtiyâcımız var ki bu insanlar herhâlde en çok “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar” içinden çıkar. O hâlde zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlara ihtiyâcımız var. Bir bilgi, bilinç ve eylemle, Allah’ın nîmetini ve yardımını celb-etmeye ihtiyâcımız var. Bunu şu âyetle formüle edebiliriz:

“Tâlût, orduyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç- onu tatmazsa bendendir. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: ‘Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249). Bir yudumdan, bir avuçtan başka içmeyip de karşı tarafa geçince hâlâ dik durabilen bir topluluğa ihtiyâcımız var.

İcâbında vatanında-yurdundan, ana-basından, işinden-aşından ve sevdiklerinden vazgeçerek Allah için hicret edebilecek, kendisini Allah’a adayabilecek insanlara ihtiyâcımız var. Hicret edenleri misâfir edip onlara her türlü imkânı hazırlayacak ve onlarla kardeş olacak insanlara ihtiyâcımız var. Sâdık arkadaşlara-dostlara ihtiyâcımız var. Hicret ettiğimiz yerde hayâtımızı sürdürecek bir çarşı-pazara, görüşmelerimizi yapacak bir câmiye-mescide ihtiyâcımız var. Çeşitli sûni ve şeytani farklılıkları yok etmeye ihtiyâcımız var. Gittiğimiz yerdeki insanlarla iyi geçinmeye ve onlarla iş-birliği yapmaya ihtiyâcımız var. Fakat bu kişilerden gelebilecek olan ihânetlere de hazırlık olmaya ihtiyâcımız var. Bilgi-bilinç-ibâdet-çalışma-kardeşlik-adâlet ortamına ihtiyâcımız var. Bir devlete ihtiyâcımız var. Bir medeniyet başlatmaya ihtiyâcımız var.

Fatma Barbarosoğlu:

“Hani anneler der ya; “abisi, kardeşin sana öyle demek istemedi”. İşte bizim de bizi birbirimize yakın eyleyecek “mütercim”lere ihtiyâcımız var. Öfke-dilini idrâk-diline, hâl-diline tercüme edecek insana/insanlara ihtiyâcımız var” der.

Atasoy Müftüoğlu ise:

“Gerçek sorunlar ve gerçek sorular etrâfında yoğunlaşan entelektüel bir çevreye, kadrolara ihtiyâcımız var” der.

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216) âyeti gereği, gerektiğinde savaşmayı ve şehâdeti göze alabilecek olan insanlara ihtiyâcımız var. Savaş için hazırlık yapmaya ihtiyâcımız var. Bunun için sıkı bir birliğe-berâberliğe ihtiyâcımız var. Nihâyet savaşmaya ihtiyâcımız var. Evet savaş bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyâcı karşılamayanlar çeşitli derekelere düşerler. Savaşla birlikte zâfere ihtiyâcımız var. Bu zaferi elde etmek için, komutanlara, şehitlere ve gâzilere ihtiyâcımız var. Arkadan gelen iyi yetiştirilmiş bir nesle ihtiyâcımız var. Arkamızda dik ve diri durabilen kadınlara ihtiyâcımız var. Hattâ zaaflarımızdan kaynaklanan bozgunlara bile ihtiyâcımız var. Çok çetin durumlarda dik ve diri durabilecek bir dirâyete ihtiyâcımız var. Anlaşmalara ihtiyâcımız var. Kâlplere girmeye ihtiyâcımız var. Ne kadar ciddî ve samîmi olduğumuzu göstermeye ihtiyâcımız var. Bunun için yapılacak çeşitli ferâgatlere ihtiyâcımız var.

Susamış iken suyu nasıl ki arzuyla içiyoruz.. işte şâhâdeti de öyle arzulayacak şahsiyetlere ihtiyâcımız var. Ölmek ile bir bardak suyu içmek arasında bir fark görmeyecek insanlara ihtiyâcımız var. Ölmekten korkmayan insanlara sâhip olmak, zaferin ayak sesleridir. Allah yolunda ölürken; “işte şimdi kurtuldum” diyecek yiğitlere ihtiyâcımız var.

En sonunda şirkin merkezini fethetmeye ihtiyâcımız var. Tüm putları kırmaya, putlarımızdan kurtulmaya ihtiyâcımız var. Gaflete düşmeden hayâtı aynı ciddiyet ve gayretle sürdürmeye ihtiyâcımız var. İslâm’ı Kur’ân’ı tüm Dünyâ’ya yaymaya ihtiyâcımız var. Fethetmeye gidilen yerdeki, “niye buralara geldiniz” diyen komutana; “insanları kula-kulluktan kurtarıp Allah kul yapmaya geldik” diyen erlere ihtiyâcımız var. Sayıca çokluğuna güvenenlerin tehditleri karşısında; “sizin hayata düşkün askerleriniz kadar bizim ölüme düşkün askerlerimiz var” diyen şahsiyetlere ihtiyâcımız var. “Her insan ölüm tadacaktır” bilincine ihtiyâcımız var. Bu bağlamda vefât eden lîderlerimizin ardında yönetimin hakkını verecek insanlara ihtiyâcımız var ve onlara destek olmaya ihtiyâcımız var. Bundan sonra da devleti güçlendirip medeniyeti yaymaya ihtiyâcımız var.

Ne kadar da çok şeye ihtiyâcımız var. Fakat aslında tek bir şeye ihtiyâcımız var: Tüm bunlar için olmazsa-olmaz olan îmâna ve Allah’ın yardımına ihtiyâcımız var. Allah’ın zafer garantili yardımı gediğinde de “elhamdulillah” demeye ihtiyâcımız var. Müslüman olarak yaşamaya ve müslüman olarak ölmeye ihtiyâcımız var. “Melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: ‘Selam size’ derler. ‘Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin” (Nâhl 32) muştusunu duymaya çok ihtiyâcımız var.

Evet, “insan”a ve “Allah’ın yardımına” ihtiyâcımız var.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Hazîran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder