“Kulları içinde Allah’tan ancak âlim olanlar ‘içleri
titreyerek-korkar’. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır” (Fâtır 28).
Entelektüel; “Bilim, teknik
ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş kimse” olarak tanımlanırken;
Âlim ise, “bilen kişi” olarak tanımlanır. Âlimin bilmesi, eylemesindendir. Yâni
“âlim, eylediğini bilir” ki “bilmek, eylemek demek”tir. Eylem-amel olmadığında
o şey bilmenin değil, bilginin konusu olur sâdece ve eyleme-amele dönüp de bilginin
sağlamasını yapmadığı müddetçe de o bilginin netliği-doğruluğu kesin ol(a)maz.
O hâlde bilgi, “kesin olmayan”dır. Yada, “kesin olup-olmadığı bilinmeyen”dir.
Entelektüel “bilgi” ile
ilgiliyken, âlim, “bilmek” ile, “bilinç” ile ilgilidir. Sonra da “eylemek” ile.
O hâlde bilgili olmak, sâdece “bilmek” demek değildir. Bildikten sonra
“eylemek” demektir. Bilgi, bilmenin nesnesidir sâdece. Meselâ din ile din-kültürü
gibi. Din-kültürü din değildir. Dînin kültürüdür sâdece. Bu nedenle din-kültürü
dersi alanlar, o derste çok başarılı olmuş olsalar da dîni öğrenmiş
sayılmazlar. Dînin kültürünü bilirler sâdece ve zâten bir şeyin aslını değil de
kültürünü bilmek, o şeye bağlamaz kişiyi, o şeyin bilgisine bağlar sâdece. Bir
şeye bağlanmak ise, o şeyin sorumluluğunu almak demektir. Bir berberi
düşünelim; saç-sakal kesmeyi biliyor ama hiç berberlik yapmıyor. O hâlde o
kişiye berber demenin bir anlamı yoktur. Buna göre, bir bilgi hayatta pratik
olarak yaşanıyorsa o bilgi ilim olur, onu yaşayanlar da âlim olur. Fakat hayatta
bir karşılığı yoksa o şey sâdece bir bilgidir ve o bilgiye sâhip olanlar da âlim
değil, entelektüeldirler.
Entelektüeller
beşer-merkezli düşüncelere İslâm’dan tuz-biber ekerek onu İslâm diye halka
anlatırlar. Fakat onun mutlak anlamda bir hayat-sistemi olduğunu kabûl
etmezler. Âlimler ise, İslâm’ı mutlak hayat-sistemi olarak kabûl ederler ve
beşerî sistemlerin ise sâdece İslâm’a, vahye aykırı olmayanlarını
onaylayabilirler.
Âlimler vahiy/sünnet-merkezli
dinden ödün vermezlerken; entelektüellere eklektik bir din anlayışı ve inanışı
câzip gelmektedir. Âlimlerle entelektüeller arasındaki bâriz fark, eylemde
ortaya çıkıyor.
Entelektüeller
yorum-merkezli, âlim ise çözüm-merkezli düşünür ve çalışır. Entelektüeller “canlı
harddisk”lerdir. Buna Kur’ânî tâbirle “kitap yükü eşekler” de denebilir. Âlim
ise kitap değil, amel taşır. Bilgisini hayata aktaran, “bilgisinin sağlamasını
hayatla yapan” kişidir âlim. Bünyamin Zeran:
“Âlim olmak ve entelektüel olmak arasında çok büyük
bir fark vardır. Âlim Kur’ân’ın kullandığı bir kavram olup Allah’ın vahyini
bilen ve ona uygun yaşayan, sorunların çözümünü vahye uygun şekilde yapan ve
hayâtını Allah için adayan kimsedir. Bu kimse yaratılış fıtratı üzere
olduğu dîne yâni İslâm’a bağlıdır. Entelektüel ise yalnızca bilgi alanında
etkili olup ameli sahada hiç-bir sorumluluk yüklenmeyen kimsedir. Kur’ân’ın
tanımına göre “kitap yüklü eşektir”. Tevhidi mücâdele yalnızca dergilerde,
sitelerde, gazetelerde yazmakla olmaz. Yalnızca konferans ve seminerler
vermekle de olmaz. Bunlar bütünün parçalarıdır, hiç-bir zaman tek-başına
yeterli olmaz. Âlim olmak tüm bunların yanında etrâfında olan pisliğe, çağın
kirliliğine vahiyle çözüm üretecek bir zihne ve ameliyeye sâhip olmaktır.
Kur’ân’a âlim gözüyle yaklaşmakla entelektüel gözüyle
yaklaşmak arasında fark vardır. Kur’ân’a âlim gözüyle yaklaşmak Allah’ın murâdını
anlamaya gayret edip hayâtını onunla şekillendirebilme hassaslığıdır.
Entelektüel gözüyle Kur’ân’a yaklaşmak ise onu en ince parçalarına kadar ayırıp,
ameliyat yapıp her bir parçasından yeni bir din ortaya koyma telâşıdır. Çünkü
meşhûr olmaları, gündemde kalmaları buna bağlıdır. Büyük bir kesim ilâhiyatçı
yazarları entelektüel kısmında değerlendirmek yanlış olmaz kanaatindeyim” der.
Toplumda âlim olarak tanınanların
çok büyük çoğunluğu aslında âlim değil, entelektüeldirler. Âlimliğin değil
entelektüalizmin gereklerini yerine getirmektedirler zîrâ. Ellerini sıcak sudan
soğuk suya sokmayanlar âlim olamaz, entelektüel olur. Âlimler ise, “elleri
sürekli bir taşın altında olanlar”dır. İbni Haldun bu konuda şunları söyler:
“Hz.
Peygamber’in ‘âlimler peygamberlerin vârisleridir’ sözünce, genel olarak
çağımızdaki âlimlerin yaptıkları ibâdetlerle ve diğer hususlarla ilgili şer’i
hükümleri sözlü olarak ihtiyaç sâhiplerine aktarmaktan ibârettir. En
büyüklerine varıncaya kadar durumları budur. Onların çok az bir kısmı -ve bâzı
durumlarda- sözlü olarak naklettikleri bu hükümleri, pratik hayatlarına
yansıtmaktadırlar. Oysa ilk müslümanlar ve takvâ sâhipleri -Allah onlardan râzı
olsun- şeriatı ve onun hükümlerini, hayatlarında yaşamak sûretiyle
(başkalarına) taşıyorlardı.
İşte şer’i
hükümleri sâdece sözlü olarak değil, onları özümseyerek ve bizzat hayatlarında
yaşayarak nakleden âlimler peygamberlerin vârisleridir. Bu iki özelliği kendisinde
toplayanlar (şer’i hükümleri sözlü olarak ve hayatlarında yaşayarak
nakledenler) gerçek âlimlerdir ve peygamberlerin vârisleridir. Eğer bir âlim bu
iki özellikten sâdece birini kendisinde taşıyacak olsa, peygamberlere vâris
olmaya, (bildiklerini yaşayan) âbid, bildiklerini yaşamayıp (sâdece sözlü
olarak aktaran) fâkihten daha lâyıktır. Çünkü âbid, en azından bir sıfatı ile
peygamberlere vâris olmaktadır. Bildiklerini yaşamayan fâkihin ise vâris
olabileceği herhangi bir şey yoktur. O sâdece işlerin şer’i hükümlere göre
nasıl yapılacağını aktaran bir sözcüdür. Çağımızın fâkihlerinin çoğu böyledir.
‘Îman edip de iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az’ (Sa’d 24)”.
Zamânında halk, Haçlıların,
Moğolların işgâlleri altındayken ve çeşitli şekillerde zulüm görürlerken;
herkesin “büyük âlim” zannettiği tasavvuf büyükleri(!), sapık düşünceler üretiyor,
zulmü yapan zâlimleri; velî, kutlu kişi ve hattâ peygamber îlan ediyorlardı. İbn-i
Teymiye gibi âlimler ise, yalın-kılıç savaş meydanlarında cenk ediyorlardı.
Moğolların-Haçlıların işgâllerini, yıkımlarını, tecâvüzlerini; “kader”, “Allah’ın
sopası” vs. olarak görenler, onları “potansiyel müslümanlar olarak
değerlendirip, lîderlerini velilik ve hattâ peygamberlik konumuna sokuyorlardı.
Bu hâl el-an devâm etmektedir. Entelektüeller zâlimlere alan açıp uşaklık
yaparken, âlimler ise, mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler.
Birileri diğer birileri
için, olmadık ifâdeler kullanabilmektedir ve bu kişiler âlim olarak tanınmış
olanlardır. Zâlimlerin mühürdarlığını yapanlar âlim değil, olsa-olsa
entelektüellerdir ve Kur’ân onlara, bilgilerinin gereğini yapmadıkları için “kitap
taşıyan eşekler” der. Âlimler tüm varlıklarını Allah’a adarlarken,
entelektüeller, tüm varlıklarını iktidarlara adarlar.
Ali Şeriati: “Entelektüel,
beyni ile çalışan kimsedir. Âlim-Aydın ise, son Peygamberden sonra, Peygambere
benzeme çabası ve eylemidir” der.
Aydınlar “sistem”in sözcüleridir ve sözlerini seküler
paradigma çerçevesinde sistem yararına söylerler. Abdurrahman Arslan bu konuda
şöyle der:
“Aydın/entellektüel hiç kuşkusuz
varlığını modern döneme borçludur ve bu dönemin sâdece sözcüsü değil, ama aynı-zamanda
mîmârı da sayılmaktadır. 18. yüzyılda kilise düzeninin ve hâkimiyetinin çökmesi
ile toplumda meydana gelen boşluğu dolduracak yeni çeşit bir kılavuz ortaya
çıkar, artık insanlara karşılaştıkları sorunları nasıl çözeceklerini, neler
yapmaları gerektiğini bu insanlar, aydınlar söylemeye başlar. En azından iki
yüzyıldan beri aydınların etkisi dünyâmızda giderek artmıştır. Bu seküler
kılavuzların -aydınların- Dünyâ’nın şekillenmesinde anahtar rôl oynadıklarını,
hattâ Dünyâ’nın bir bakıma onların ellerinde günümüzdeki ‘haline’ ulaşmış
olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın târihinde ilk kez toplumun karşılaştığı
meseleleri salt kendi ‘aklının’ (intellect) gücü ile çözebileceğini güvenle
iddiâ etmeye başlayan bu kılavuzlar, geçmişin tüm tecrübe ve bilgeliğini işe
yaramaz, safsata ve kör gelenek kabûl ederek red etmişlerdir. Onları bu kadar
kendinden emin yapan, temsilcisi oldukları yeni çeşit bilginin (modern)
gücüdür. Aydınlar kendilerinden öncekiler gibi -din adamları- Tanrı’nın
gönderdiklerini tefsir etmek görevi üstlenmediler, aksine kendilerini Tanrı’nın
yerine ikâme ettiler”.
Mevcut çağ, âlimliğin yerine
entelektüalitenin öne çıktığı ve onun dizayn ettiği bir Dünyâ’dır. Fakat
entelektüellerin Dünyâ’yı ne hâle getirdiği de ortadadır. Entelektüeller hayâta
içinden ve ortasından bakmadıkları, tam tersine, fildişi kulelerinden
baktıkları ama bir-çok şeyi göremedikleri ve de görmek istemedikleri için
hayâtı doğru olarak okuyamazlar ve hayat hakkında doğru yargılarda bulunamazlar.
Entelektüeller, dînin ılımlılaşmasına ve de laytlaşmasına da zemin hazırlarlar
ve bu konuda iktidarları desteklerler. Bir şirk sistemi olan demokrasiyi,
binbir taklalar atarak İslâm’ın hedefi olarak gösterirler. İslâm’ı, “demokratik
İslâm” olarak îlan ediyorlar. Entelektüeller hükümdârın dînindendirler,
Allah’ın değil. Bu nedenle iktidarlar da entelektüelleri destekleyip onlara
alan açtıklarından, âlimlerin sesi hem kısık çıkar, hem de çıkan sesler tatlı-sert
şekilde bastırılır. Günümüzde âlimlikten yada âlim söyleminden uzaklaşarak
entelektüel söylemine kapılanlar da vardır ki bunlar âlimken zâlim olmuşlardır.
Zâlimlere arka çıkanlar da zâlimdirler zîrâ. Bu bağlamda mevcudun desteklenmesi
ve seslendirmesini yapan entelektüeller zâlimdirler, çünkü “mevcut durum”
halkın canını çıkardığından, buna çanak tutan entelektüeller zâlim olarak
fişlenmeyi hak ediyorlar.
“Allah’tan en çok âlimler
korkar” denilirken, âlimin bu korkusu “bilmeden” değil, îmânın vermiş olduğu
haşyetten doğan korkudur. Haşyet, “Allah’ın ilgisini kaybetme korkusu”dur.
Yoksa bir şey hakkında bilgi-sâhibi olmak o şeyden kormayı da yanında getirmez.
Bilmek ayrı, korkmak ayrı şeylerdir. Filozof da bilir fakat korkulması gereken
şeyden korkmaz. Allah korkusu, bilmeden ziyâde haşyet ile alâkalıdır ve âlim,
bir bilginden çok, “haşyet-sâhibi” olandır. Bu korku yâni haşyet, onu fildişi
kulesinde eylemsiz olarak oturmaktan men eder. Âlim, etliye-sütlüye karışmamaktan
çok korkar. Bu nedenle hayâtın tam ortasında sözünü söyler ve eylemini
gerçekleştirir.
Dünyâ âlimlere ve onların düşüncelerine
ve amellerine çok muhtaç durumdadır. Bu nedenle mü’minler yeniden içlerinden “âlimler”
çıkartmalı ve bâzı entelektüelleri âlimliğe terfî ettirmelidir. Aynen, Firavunun
sihirbazlarında olduğu gibi.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder