“Gerçekten
senin için kesintisiz bir ecir vardır. Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk
üzeresin” (Kalem 3-4).
Mekke’deki genel durumdan çok rahatsız olan Muhammed
bin Abdullah, biraz olsun o çirkefliklerden uzak kalabilmek için sık-sık Nûr
dağındaki Hira mağarasına gidiyordu. Özelde Mekke genelde ise tüm
arap-yarımadası ve hattâ Dünyâ’nın mevcut durumu nedeniyle kahroluyor, fakat ne
yapılması, nasıl yapılması gerektiğini düşünemiyordu, bilmiyordu. Mekke
toplumunda tanınan ve çok güvenilir olarak bilinen ve kendisine “El Emin”
denilen bu kişiyi şehir merkezinden dağlara iten neden, onun peygamber
seçilmesinin de nedeniydi. Zîrâ hayâtın doğal olmayan zorluklarına ve
çirkefliklerine bu kadar kafayı takmış olması, nefsiyle çıkarıyla değil, rûhu
ve vicdânıyla ilgiliydi. Çünkü El Emin toplumun en ahlâklı kişisiydi. Toplumun
en ahlâklı kişisinin, diğerleri gibi toplumda cereyân eden kötü ve çirkef
olaylara seyirci kalması düşünülemezdi. Zîrâ o zaman onun da diğerlerinden
farklı kalmazdı. O hâlde peygamberler, toplumun içindeki en huzursuz, en
hassas, en duyarlı, en temiz, en vicdanlı ve en önemlisi de en ahlâklı olanlarından
seçilirdi. Toplumun en ahlâklı olan kişisinin; ahlâksızca, vicdansızca işlerin
ayyuka çıktığı yerlerde rahat ve huzur içinde olması düşünülemez. İşte,
Muhammed bin Abdullah’ın da huzûrunu ziyâdesiyle kaçıran, çeşitli adâletsizliklerin-zulümlerin
yaşandığı Mekke şehrinde huzurlu bir şekilde yaşaması mümkün değildi. Çünkü
diğerleri gibi kâlbi kararmamış, merhâmeti azalmamış, vicdânı sönmemişti. Zîrâ
o, büyük bir ahlâk üzere olan edeb-timsâli biriydi:
“Andolsun
size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere
şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe 128).
İşte; Muhammed bin Abdullah’ı, “âlemlere rahmet” Hz.
Muhammed yapan ana-neden buydu: Ahlâk. Zâten yazının başındaki âyet de;
Peygamberimizin, ilk vahiyden ve kendisinin peygamber seçildiğini anladıktan
sonra, “neden ben” sorusuna bir cevaptı. “Rabbim, neden beni seçtin?” sorusuna,
Allah’ın; “çünkü sen muhteşem bir ahlâka sâhipsin, çok büyük bir ahlâk
üzerindesin, toplumun edeb-timsâli kişisisin” yanıtı veriliyordu. Bu görev
edepli-ahlâklı olmayanlara verilmezdi. Taşıyamazlardı o yükü. Zîrâ ahlâktan
gelen güçten mahrûm olanların taşıyamayacağı bir yüktür bu:
“Gerçekten
senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız” (Müzzemmil 5).
Evet; bu ağır yük, “söz” idi. Sözün ağırlığı başka
bir şeye benzemez. Herkes kolay-kolay kaldıramaz, taşıyamaz. İçeriği dolu-dolu
olan sözler ise belleri büker. Taşlardan-kayalardan olan ağır yükleri kaldırmak
için kas-gücü gerekir ve bunun için Mekke’de başka adamlar da vardır. Fakat o ağır
sözü sırtlanacak tek kişi Hz. Muhammed’ti. Zîrâ o yük, kas-gücü ile değil,
ahlâk-gücü ile taşınabilirdi ancak ve Peygamberimiz de muhteşem bir ahlâka sâhipti.
Demek ki İslâm, -salt bir kuru ahlâk dîni olmasa da-,
ahlâk-çıkışlı ve ahlâk-merkezli bir dindir. Kişiyi, toplumu, bölgeyi Dünyâ’yı
değiştirmek ve zulmü ber-tarâf için ilk başta, bir ahlâk-edeb-timsâli kişinin öncülüğünde,
yine ahlâklı kişilerden oluşmuş bir topluluk-cemaat olması şarttır:
“Sizden;
hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
İşte, Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil)
yapacak, Dünyâ’yı bir “Dâr-ûl İslam”=”Barış Yurdu”, “huzur diyârı” yapacak olan
ana etken budur: Ahlâk. Çünkü insan zâten ilk başta ahlâklıydı ve herhangi bir
sorun yoktu, sonradan anlaşmazlığa ve ahlâksızlığa düştüler:
“İnsanlar,
tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler..” (Yûnus 19).
İlk başta insanlar tüm kâinât ile birlikte ve ona
uygun olarak doğal ve normâl bir hayat sürüyorlardı. Sonradan bozularak kötü
bir duruma gelindi. O hâlde yeniden ilk baştaki gibi olabilmesi mümkündür.
Çünkü hiç bilinmeyen ve hiç yaşanmamış bir şeyden bahsetmiyoruz. Kâinatta her-şey
zâten Allah’ın emrettiği ve istediği gibi hareket ediyor. Yâni ahlâklı, yâni
yaradılışına uygun (hilkat-hâlk=halâk=ahlâk). Sâdece insan, nefsinin
ayartmasıyla bu durumdan zaman-zaman çıkıp bozulabiliyor. Fakat İslâm fıtratı üzre
yaratıldığından, kâlbi tamâmen kararmaz. Çünkü bir hilkat=ahlâk küresinin
içinde yaşıyor ve kendisini oluşturan beden ve rûh da aynı hilkâtten. O hâlde
toplumda en azından âyetin de söylediği gibi “em-i bil mâruf ve nehyi anil
münker” yapacak olan bir topluluk olmalıdır, bu topluluğun açtığı yolda yeniden
bir yol alınabilmeli ve doğal ve normâl bir duruma gelinebilmelidir. Bunun ilk
baştaki yolu, modern-seküler-liberâl dünyâya güçlü bir “lâ” demek geçer. Fakat
bundan önce nefse çok daha güçlü bir “kellâ” demek gerekir. Allah aşkına;
nefsimize bir kerecik olsun bir “lâ” demekten bile âciz miyiz?. İnsan bu
olamaz..
Evet; her-şeyin başı edeb-ahlâk. Ahlâk olmadan
başlatılacak ve gidilecek yolda iyi bir sonuca ulaşılamaz. Zâten ahlâktan yoksun
olunduğunda kısa bir zaman sonra mutlakâ yoldan çıkılacaktır. Ahlâktan
verilecek küçük tâvizler bile bu yolu sekteye uğratıp yoldan saptıracaktır. O
hâlde yoldan ayrılmamak, ahlâktan ayrılmamak anlamına geliyor.
Fakat;.. ahlâk, öyle oturulup durulan yerde kazanılıp
kişide yer eden bir haslet değildir. Ahlâkı başlatan ve kemâle erdiren şey,
hareket-eylem-ameldir. Uzak-doğu dinleri gibi hiç kımıldamadan oturulup durulan
yerde ahlâk olmaz. O sâdece, miskinlikten kaynaklanan bir “zararsızlık hâli”dir.
Ahlâk ise bâzen görece zarar vermeye neden olabilir. Bir yıkım yapmak ahlâkın
bir sonucu olabilir. En küçük bir örnek olarak; bir edeb/ahlâk-timsâli olan
Peygamberimiz, münâfıkların fitne çıkarmak için yaptırdığı Mescid-i Dırar’ı
yıktırmıştı. Ahlâk; amel-eylem hâlinde iken kemâle erebilir ve etkileyici
olabilir. Bu nedenle, “ilk önce tam bir ahlâka erelim de, ondan sonra
eyleme-amele başlarız” sözü boş bir sözdür. Mekke’nin ve hattâ Dünyâ’nın en ahlâklı
kişisi, gelen vahyin de etkisiyle örtüsünün altına girip pasif bir duruma
geçince Allah bundan râzı olmamış ve:
“Ey
örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: Gecenin
yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt Veyâ üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli
bir düzen içinde (tertil üzere) oku”
(Müzzemmil 1-4) ve;
“Ey bürünüp
örtünen!, Kalk (ve) bundan böyle uyar. Rabbini tekbir et (yücelt) Elbiseni temizle.
Pislikten kaçınıp-uzaklaş” (Müddesir
1-5). âyetlerini göndererek, Peygamberimizin pasif şekilde kalmasını istememiş
ve onu amel-eyleme sevk etmiştir. Ahlâk, pasiflikten aktifliğe ancak bu şekilde
geçerdi çünkü.
Bu nedenle; kısa bir süreden sonra ilim ve
amellerimizi, eylem ile birlikte, hareket hâlindeyken yapmamız gerekir ki bizim
de ahlâkımız pasiflikten kurtulup aktifleşsin. Ahlâk, ancak hareket halindeyken
gelişir ve güçlenir. Oturulup durulan yerde ahlâk birikmez. Potansiyel ahlâk,
gerçek bir ahlâk değildir. Ahlâkı gerçekleştirmek için, zâhire dönüşecek işler
yapmak gerekir. İslâm’ın ve Peygamberin hareket metodu budur. Yaratılmış (halâk=ahlâk)
olan her-şey hareket hâlindedir. Hareket olmadığında “ölüm” olur ki ölülerden
bir ahlâk beklenemez. Peygamberimizi de peygamberliğinden önce “el emin” kılan
ve ahlâklı yapan şey, toplumda yaptığı iyi işlerdi; yardım, paylaşma, iyi
davranış vs. Yâni Peygamberimiz o muhteşem ahlâka hareket hâlindeyken
erişmişti, etliye-sütlüye dokunmadan bir köşede oturup durarak değil. “Bana
dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demek ahlâksızlığın daniskasıdır. O hâlde,
şöyle bir silkinip Bismillah diyelim ve yapılması gerekeni yapmaya başlayalım
ki ahlâkımızı ispât etmiş olalım. Ahlâkımız, bir iddia olmaktan kurtulup
ispatlansın. Bilindiği gibi, tüm iddialar ispat ister. Bunun için 10 yıl, 20
yıl, 30 yıllık bilgi-birikimlerine gerek yok. İslâm’ın hareket metodu bu
değildir zâten. Sünnette de böyle bir şey yoktur. Her-şey hareket halindeyken,
yaşarken olmuştur-oluyor. Ahlâkın bilgisi ahlâk değildir zîrâ. Zâten hiç-bir
şeyin bilgisi, o şeyin kendisi değildir. O sâdece o şeyin “bilgisi”dir ki
harekete geçirmiyorsa pek de bir işe yaramaz. Ramazan Yazçiçek:
“Tek-başına tevhidin bilgisine sâhip olmak kişiyi muvahhit kılmadığı
gibi ahlâkın bilgisine sâhip olmak da ahlâklı olmak demek değildir. Ahlâk,
pratiği olmayan bir teori değil; bilakis kendi pratiğini zorunlu kılan İslâm’i
bir ıstılahtır. Nitekim ahlâklı davranma, ahlâkî bir erdem, politik bir
tedbirden ziyâde bir îman konusudur. Bir insanın îman-ahlâk problemini çözmeden
yürümesi; farklı bir ifâdeyle îman ile ahlâkın bağını kopararak yol alması
mümkün değildir. Bu-gün bir-çok kavramın içi boşaltılmış ve çoğu-kez İslâm’a
zıt mânâlarla kirletilmiştir. Önce bunların ayıklanması ve aslına rücû
ettirilerek Kur’ânî zeminde ihyâ edilmesi lâzım. Biz “ahlâk” derken, batı’da
“etik” denilen, morâl değerler denilen ifâdeyi kastetmiyoruz. Demek istediğim o
ki, burada sancısını duyduğumuz sorunlar apayrıdır. Ahlâk ve etik ifâdeleri, ne
bilgi (epistemik) yönüyle ne de amaç ve hedefleri yönüyle aynıdır.
Değerlendirmeleri maalesef ayarı bozulmuş, hatâlı, hattâ ilgisiz ölçü
birimleriyle yapıyoruz. Kalibrasyona ve dâhi ölçü birimini yeniden teyide
ihtiyaç vardır. Allah (cc), “ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin…” (Kalem,
68/4) diye buyururken, Peygamberimizi (sav) tescil ve târifle bize rehber
kılıyor. Dolayısıyla ayara yeniden lüzum da bozulmuş zihnî yapımızla kalibreyi
nerede yapacağımız da ortadadır. İnsan, serbest zaman ve mekânlarda nasıl
davranıyorsa hakîkatte ‘kendisi o’dur. İşte ahlâk-tevhid ilişkisinin can-alıcı
noktası da burasıdır. Tutarlılık. Tevhid-ahlâk ilişkisi, bilmekten ziyâde bir
durumu gösterir; bu, ilmiyle âmil olmaktır. Farklı bir ifâdeyle, ahlâk-tevhid
bütünlüğü” der.
Toplumda bâzen, inançsız olmasına rağmen “dürüst”
kişiler de görülebiliyor. Fakat dürüstlük ile ahlâk arasında ince bir çizgi
vardır. Şöyle ki; bu kişiler gerçekten de dürüst davranıyor olabilirler fakat “sonuna
kadar giden bir dürüstlük” değildir bu. Diyelim ki bu kişinin, canından çok
sevdiği ve hiç kıyamadığı bir yakını; meselâ oğlu, kızı veyâ eşi; birini
öldürse ve bunu sâdece kendisi görmüş olsa ve eğer, şikâyet etmediği takdirde o
çok sevdiği kişiye ömrü boyunca bir şey olmayacağı belli olsa ve olaya şâhit
olan bu kişi âhirete de inanmıyorsa, bu durumda o çok sevdiği biricik yakınını
şikâyet edebilir mi?. Yapması gereken şeyi yapabilir mi?. Onun ömür-boyu
hapiste kalmasına göz yumabilir mi?, yada îdâm edilmesine?. Sâdece “dürüstlüğü”nden
dolayı bunu yapabilir mi?. %99.99.99 yapamaz. Çünkü tek-dünyâlı. Âhirete
inanmadığı için vereceği bir hesap olacağına da inanmıyor. O hâlde o dürüst
dediğimiz kişilerin dürüstlüğü, “sınırlı bir dürüstlük”tür. “Etik”i vardır ama “ahlâk”ı
yoktur. Ahlâk, ancak dinden-inançtan neşet eder. Fakat en çok da “âhirete inanç”tır
kişiyi sonuna kadar ahlâklı kılacak olan. En ahlâklı kişi, kimse görmediğinde
de herkesin yanında gibi hareket eder. Zîrâ kimse görmese de Allah’ın
gördüğünün bilincindedir. Ahlâklı-mü’min kişi, yaptığını Allah’ın huzûrunda
yaptığının farkındadır. Âhiret inancının kazandırmış olduğu edeb-ahlâk bilinci
mü’mini adâletten saptıramaz:
“Ey îman edenler,
kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler
olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun;
çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adâletten dönüp hevâ (tutkuları)nıza
uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz çevirirseniz,
şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ 135).
Kur’ân, nüzûl sırasına göre okunduğunda, ahlâkın
ön-plâna çıkarıldığı ve ahlâk-amel birlikteliği önerildiği ve emredildiği görülür.
“Nasıl başardıkları”na şaşırdığımız Peygamber ve sahabelerin ayırıcı
özellikleri ahlâktı. Ahlâkın gücü, ahlâk-amel birlikteliği ve Allah’ın ahlâklı
olanlara yardımıdır onları dirençli ve azimli yapan ve nihâyetinde de başarılı
kılan.
Yazımızı Yûnus Emre’nin bir şiiriyle bitirelim..
Edeb bir tâc imiş Nûr-u Hûda’dan,
Giy o tâcı emin ol her belâdan.
İlim meclisine girdim kıldım taleb,
İlim tâ geride kaldı, illâ edeb illâ edeb!.
Edeb iledir nizâm-ı âlem,
Edeb iledir kemâl-i Âdem.
Edeb ehli ilimden hâli olmaz,
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.
Edebdir kişinin dâim libâsı,
Ededsiz kişi ûryâna benzer.
Olmayınca ihlâs edeb,
Neylesin medrese mektep,
Ne kadar âlim olsa da,
Yine merkep, yine merkep...
Evet; başlama noktamız bellidir: Edeb yâ hû!.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder