“Câhiliyenin hükmünü mü
istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).
İslâm’a göre sürekli
olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern
dünyâda; İslâm toplumu câhiliye toplumu, câhiliye toplumu ise İslâm toplumu
olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun gösterildiği gibi olduğunu
zannediyor. Sonuçta ise müslümanlardan başka zarar gören yok. İşte bunu tersine
çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun
ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî
ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde görülecek bir ayrılışla devâm
edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl olarak açığa çıkmalıdır.
Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görsün.
Cehâlet, insanın dünyevî olanı bilmemesi ve onlardan
habersiz olması demek değildir. Cehâlet bir “kendini bileme” hâlidir. Bu
kendini bilmeme hâli, vahiyden habersiz olmaktan ve onu bilmemekten doğar.
Dolayısı ile “Kur’ân’ı-vahyi bilmeyen kendini bilmez” denebilir. Tasavvufta bu
söz şirk olarak şu şekilde söylenir: “Kendini-nefsini bilmeyen Rabbini
bilemez”. “Rabbini bilmeyen kendini bilemez” dese tamam, “Rabbini bilmeyen neyi
bilir ki” diyebiliriz. Fakat Rabbin bilinmesi şartını, kendinin bilinmesine
bağlıyor ki, bu durumda kendisi -hâşâ- Rabb’den daha üstün oluyor. Zîrâ etken
kendisi iken edilgen Rabb oluyor. Ulûhiyet ve Rubûbiyetin kime âit olduğu
karışıyor. Böylece şirke ve cehâlete düşülüyor. Yâni kişi bir “kendini bilmez”,
câhil oluyor. Zîrâ Rabbini hakkıyla takdir edemiyor.
Seyyid Kutub:
“Bu dînin (İslâm), yada daha genel
bir ifâdeyle târih boyunca gelen bütün resûllerin tebliğ ettiği “Allah dîni”nin
ele aldığı temel sorun, yeryüzünde ulûhiyetin ve kullar üzerinde rubûbiyetin kime
âit olacağı sorunudur.
Câhiliye sâdece, yaşanmış bir târihi dönem değildir.
İnsanın insana kulluğu söz-konusu olan bütün hayat-sistemleri ve nizamları câhiliyedir.
Bugün yeryüzünde egemen olan bütün hayat-sistemleri ve düzenleri istisnâsız
olarak bu kapsamın içindedirler. Beşerin tâbi olduğu bugünkü sistemlerin
tümünde, insanlar; düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini şeriat ve
kânunlarını gelenek ve göreneklerini kendileri gibi insanlardan alıyorlar. Bu
durum, her yönüyle câhiliyenin ta kendisidir. Bâzısının bâzısını Allah (Subhânehu ve Tealâ)’dan başka rabler
edinmesiyle, beşerin beşere kulluğu esâsına dayanan câhiliye... İslâm ise,
insanların düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini, değerlerini, şeriat ve kânunlarını,
gelenek ve göreneklerini aldıkları yegâne mercî Allah olduğundan, beşerin beşere
kulluk yapmaktan kurtulduğu biricik sistemdir.
Câhiliye, belli bir zamâna özgü târihi
bir dönem değildir. O, bir durum ve vaziyettir. Ve câhiliye bugün, yeryüzünün
her tarafını sarmıştır. Bütün gruplar, ideolojiler, mezhepler, düzenler ve
rejimler, Allah’ın kullar üzerindeki mutlak hâkimiyetini reddederek, kulların
kullara hâkimiyeti esâsı üzerine kâim olmuşlardır. Bütün sistemler, insanın
görüşü olmakla, insanı ilahlaştırmışlardır. Dolayısıyla insanlara hükmetmek
için indirilen ilâhi şeriat, hayattan uzaklaştırılmıştır. Bu nizamların şeklî
görünümleri, amblemleri, işâretleri, isimleri, sıfatları, taraftarları ve
metodları farklı da olsa, Allah’tan başkasının uydurması olmaları bakımından
aynı karakteri paylaşmaktadırlar. Hepsi de câhiliye vasfıyla
belirginleşmektedir. Buna göre, yeryüzünün câhiliye tarafından istilâ edildiği,
beşerin hayâtına câhiliyenin hükmettiği ve İslâm’ın hayattan uzaklaştırılıp, sâdece
ismen vâr olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Câhiliye; ‘Allah’tan başkasının ulûhiyetine inandığı için veyâ
aynı-şekilde Allah’tan başkasına ibâdetlerini sunduğu için değil; fakat,
hayat-pratiğinde yalnızca Allah’a ubûdiyet etmediğinden dolayı’ câhiliyedir. Câhiliye; Allah’tan başkasının ulûhiyetine îtikat etmekle birlikte,
ulûhiyetin en belirgin özelliğini Allah’tan başkasına vererek, Allah’tan
başkasına boyun eğmektedir.
Dünyâ’da iki sistem vardır. Bunlardan birincisi “İslâm”; ikincisi de;
demokrasi, sosyâlizm, komünizm vb. tüm beşer-aklının ortaya koyduğu
sistemlerdir ki, bunların hepsi de câhili sistemlerdir” der.
İslâm câhili sistemi düzeltip güncelleştirmeye
gelmemiştir, tam-aksine, bir zulüm sistemi olan bu câhili sistemi yıkıp, yerine
ilâhi sistemi yerleştirmek için ve Dünyâ’da hak-hakîkat, adâlet-eşitlik
ortamını kurmak için gelmiştir. Bahsedilen eşitlik, “üslûp ve muâmelatta herkes
için olan bir eşitliktir” elbette. Yoksa eşitlik, Allah’ın murâdına aykırıdır.
Kimi durumlarda da zulüm olur.
Câhiliye, “rubûbiyet
hakkını Allah’a vermemek” demektir. Otorite, terbiye, yönelme ve hâkimiyet
demek olan Rubûbiyet hakkı, tek-başına Allah’a âittir. Haram kılan kim ise “Rab”
de O’dur. O hâlde yalnızca Allah, Rab olmaya müstahaktır. “De ki, gelin size Rabbinizin
neyi haram kıldığını anlatayım. Ona hiç-bir şey ortak koşmayınız...”.
Câhiliye ile İslâm
arasında hiç-bir zaman uzlaşma olmaz. Seyyid
Kutup:
“İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda
buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki
câhiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural
dünkü câhiliye için olduğu gibi, bu-günkü câhiliye için de, yarınki câhiliye
için de geçerlidir. İslâm ile câhiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir.
İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak
imkânsızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir.
Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz-konusu
değildir” der.
Câhiliyeden hicret etmek yâni onların coğrafyasından,
sisteminden, ölçülerinden, kânun ve yasalarından ayrılıp uzaklaşmak peygamberlerin
sünneti ve temel misyonudur ki bu, hak ile bâtılın mutlakâ ayrılması
gerektiğinin bir işâretidir. Hakkın gerçek anlamda açığa çıkması için bu
ayrılış, olmazsa-olmazdır. Ancak ve ancak böyle bir ayrılış ile “hak” apaçık
olarak ortaya konacak ve insanlar hak ile bâtılın ne olduğunu çok net bir
şekilde görebilecekler ve tercihlerini yapabileceklerdir.
Çağımızda câhiliye, “kültürlü câhiliye”dir. Câhiliye, sanki eskiden hiç-bir
şey bilinmiyormuş da tam da şimdi bilinmeye başlamış gibi davranarak,
birilerinin bir zamanlar içtihad kapısını kapattığı gibi, şimdi de “târihin
sonu tezleri”ni ortaya koyuyor. Eskiden bilinmeyen şey niye şimdi bilinmiş
olmuş olsun?. Zaman mı bitti?. Allah’ın ilmi ne eski devirde ne de şimdiki
devirde, ne de ileriki zamanlarda tam olarak anlaşılabilir. Seyyid Kutup da: “Allah’ın şeriatının hikmeti, herhangi bir dönemde bütünüyle
anlaşılamaz” der.
Câhiliye, başta kânunlar olmak üzere, sosyâl hayatta
olsun özel hayatta olsun, her konuda “Allah’a göre olmayan” demektir. Allah’a
göre olmayan ve insana göre olan şey câhiliyedir. Bütün Dünyâ’daki insanlar bir
konuda % 100 görüş-birliğine vararak bir noktada birleşse ve insanların
hayatlarına etki edecek vahye atıf yapmayan bir kânun-kural çıkarsalar, o toplum
yine de câhiliye olur ve onların yaptıkları yine de şirk olur. Zîrâ ilahlık
taslamış olmaktan kurtulamazlar. O hâlde câhiliye, ilahlığın yâni yönetimin, Allah’tan
alınıp insana verilmesidir.
Câhiliye bir “kendini bilmeme” hâlidir. Bir zıvanadan
çıkma hâli. Yoksa câhiliyede okuma-yazma oranı çok yüksektir. Hattâ bir
matematik kültürüdür câhiliye. Matematik salt Dünyâ ile, dünyevilik ile ilgili
olduğundan, matematik-merkezli anlayış yâni sâdece tek-dünyâlı olarak dünyevî
bir anlayıştır câhiliye. Câhiliye bir popülist sistemidir. Câhiliyede her-şey
sözde halka dönüktür. Fakat halka dönük olan popülizmde halk sürekli sömürülürken,
perde gerisindekiler ise sürekli olarak semirir.
Ramazan Yazçiçek:
“Kur’ân’ın ifâdesiyle, Allah’ın hükmünün dışında aranan çözümler “câhiliye”dir.
Dolayısıyla İslâmî olmayan her bir yaşam-tarzı câhiliyedir. İslâm ise tam bunun
karşısında bir kurtuluş hareketidir. Istılah olarak câhiliye, Allah’ın indirdiği
hükümleri ve bilgileri kabûl etmeyip, bunların yerine insanlar tarafından
konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere îman etmektir. Kezâ cehâlet
ilimden öte hilmin zıddı olarak İslâm’ın tam karşısında yer alır. İnsanı
insanın kulluğundan kurtarma hedefli olan İslâm, câhiliyenin her türünü ortadan
kaldırmaya dönüktür. “Yoksa onlar İslâm öncesi câhiliye idâresini mi arıyorlar?.
Yakin sâhibi (gerçeği görebilen) bir toplum için, hükümranlığı Allah’tan daha
güzel kim vardır?” (Mâide 50). Cehâlet, ilmin değil daha çok hilmin zıddı
olması îtibâriyle kurtuluşun tam karşısında yer alır. Kezâ kurtuluş, baskıdan,
sömürüden, ahlâksızlıktan, hevâ ve hevesin arzularına esâretten, bireysel ve
toplumsal olarak Allah’tan başka ilâhlık iddiasında bulunanların tasallutundan,
ekonomik ve kültürel alanda fıtratı bozucu her tür adâletsizlikten; dil, ırk,
coğrafya putçuluğundan kurtulmaktır. İşte tam anlamıyla câhiliyeden İslâm’a
geçmek de budur. Dolayısıyla çözüm vahyin dışında aranılırsa, bir câhiliyeden
çıkılırken câhiliyenin başka bir formuna geçilir.
Dünyevileşmek fakirliğe mukâbil zenginleşmek değildir. Dünyevileşmek,
insana, hayâta dâir her-şeye maddî açıdan bakma, ben-merkezli algı ve bunu
yaşam-tarzı hâline getirmedir. Dünyevileşme, Kur’ân’ın ısrarla sakındırdığı bir
sapmadır. İnsanın yüz-yüze olduğu bu tehdit, târihsel serüven içerisinde peygamberî
mesaja hep konu olmuştur. Bu durum günümüz gerçekliğinde de aynıdır” der.
Câhil cesur olur. Fakat bu cesâret câhil cesâretidir
ki kişinin hem kendisini hem de toplumu ifsâd eder.
“O, dönüp
gitti mi (yâhut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek,
ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).
Asr-ı saadette, maddî infâk yapacak adam bulmak zor
iken, modern câhiliye devrinde mânevi (sözel) infâk yapacak adam bulmak zordur.
Bu-gün bir-çok müslümanın uygarlık olarak algıladığı/bildiği şey, İslâm’i
gelenekte câhiliye diye bilinen değerlerin uyanışıdır.
Câhiliyenin tavrını şu âyet iyi açıklar: “Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Şâyet
Rabbimin huzûruna götürülürsem, hiç şüphe yok ki, bundan daha hayırlı bir âkıbet
bulurum” (Kehf 36). Hâlbuki bu kişi müşriktir: “(Derken) onun ürünleri (âfetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda
harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları
yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: ‘Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmasaydım” (Kehf 42).
Câhiliye, doğru olanı değil, kabûl ettiğini üstün
tutar. Bu kabûl etme, “nefis-merkezli bir kabûl etme”dir. Kabûl ettiğini doğru
olarak görürken, kabûl etmediğini de yanlış olarak görür. İsterse ilâhi olan;
doğru olarak kabûl ettiklerine yanlış, yanlış olarak kabûl ettiklerine doğru
desin, yine de fark etmez.
Cehâlet,
(câhiliye) “körü-körüne olan bağlılık” demektir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder